Tarık Dursun Kakınç, çokça İzmir’dir, kalbini imbatla doldurmuşluğu vardır.
İmbat, Yunanca kökenli bir sözcük, “i mpatis”ten geliyor. Sıcak ve boğucu yaz günlerinde, özellikle öğleden sonraları denizden karaya doğru tatlı bir esinti gelir. O esinti yaz sıcağını uzaklara alır götürür sizi. İçinizin yangının söndüğünü duyumsarsınız, yüzünüzü denize döner ve ufka bakarsınız, saçlarınız uçuşur özgürce. Meltem, sevgilinin serin eli gibi saçlarınızın arasında dolanır. Teninizde duyumsamak için şehvetle gözlerinizi yumarsınız.
Yazarlar, hangi öyküyü anlatırlarsa anlatsınlar, kentlerin gizli tarihidir yazdıkları. Bu Tarık Dursun K. İçin de öyledir. Bunu yaparken kendini kolayca ele vermez. Yazdıklarında sezdirir. Yok saydığınız anda bile oradadır.
Tarık Tursun K. İzmir’i yazar, döner dolaşır yine İzmir’i yaşar. İzmir’i yazmasa da İzmir’i, başka kentleri ve başka öyküleri yazarken hep içinde, yüreğinin imbatla dolan en serin ve en kuytu yerinde yazar.
Öyleyse Tarık Dursun K. İzmir’dir, İzmir’de Tarık Dursun K. İzmir’i çıkarın ya da Tarık Dursun K.yı, kalan yalnızca atıklardır, hiçbir anlam taşımazlar. Belki de bu yüzdendir ki, kimi kent adları, kendilerini yaşatan yazarların adlarıyla iç içedirler, bir ve tektirler.
“Tarık Dursun K.nın Hayatı, Hikâye ve Romanları Üzerine Bir İnceleme”1 adlı doktora tezinde Dr. Özlem Fedai, kitabın önsözünde Tarık Dursun K için şunları söylüyor; “Bu kitap aynı zamanda eleştirmenlerin ‘Başkaldırı kuşağı’ denen ‘1950 kuşağı Türk hikâyecileri’ arasında yazarı anmalarına karşı olduğumuzu da göstermeyi amaçlamaktadır. Çünkü Tarık Dursun, eserlerinin tümü okunduğunda görülebileceği gibi, zaman olarak bu hikâyecilerle çağdaş olsa bile, bu ‘kuşağın’ temsilcilerinin aksine tamamen bireysel, içe kapanık, her şeyin anlamsızlığına inanan, karamsar, toplumdan kopuk bir hikâyeci değil; halkın içinden gelmiş halktan aldığını ona vermeyi amaçlayan bir yazarımızdır. O, insan ve yaşadığı çevre arasındaki bağı bir çatışma unsuru olarak görmediğinden, 1950 kuşağının birçok hikâyecisinden farklı olarak insanın doğduğu ve yaşadığı kentle olan çatışmasını değil, o kentle (hatta Karşıyaka’yla) olan bağlılığını, bir kent kültürü ve romantizmi içinde vermeye çalışmıştır. Bu yüzden hayata küskün değil, hayata sıkı sıkıya bağlı hikâye ve roman kişileri çizmiştir.”
Türkiye’de Demokrat Parti’nin kurulması ile sol arasında garip ve giderek sertleşen bir ilişki vardır. Demokrat Parti’nin kurulumunu sol, önceleri yanlış algılamış, yanlış algılamanın da ötesinde başlangıçta destek vermiştir. Adları, bu gün de Eski Tüfek olarak anılan sol görüşlü yazın ve siyaset adamları Demokrat Parti’nin kurulumu ve ilk dönemi içerisinde bu partide yer almış, bu parti ile adları anılmıştır. Bu ilişkinin karmaşık bir ilişki olduğunu not etmek durumundayız.
Bu isimler arasında adı öne çıkan Rasih Nuri İleri, salt bu nedenle olsa gerek “27 Mayıs Menderes’in Dramı” adlı çalışmasında Demokrat Parti karşıtı olduğunu yazmak gereksinimini duyumsayacaktır. Tarih de verir, 1946 yılını gösterir.
Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da kurulmuştur. Demokrat Parti’nin kuruluşundan önce, partinin kurulumuna yönelik geliştirilen bir başka oluşuma daha bakmak gerekir. Demokrat Parti öncesi Demokratik Cephe vardır.
Demokratik Cephe 1945’te, daha sonra DP’nin kurulucuları olarak bilinen Celal Bayar, Adnan Menderes vs.nin katılımıyla oluşturulmuştur. Kuruluş gerekçeleri olarak Milli Şef İsmet İnönü’nün tek parti rejiminin siyasal politikalarına karşı olmak gösterilmektedir.
Sol’un Demokratik Cephe’ye katılışında da aynı gerekçe vardır. Her ikisi de aynı amaçla bir aradadırlar. Bu bir aradalık DP’nin kuruluşunda ve ilk uygulamalarında da kısmen vardır.
İleri, 4 Aralık 1945’te Tan Gazetesi’nin yıkımı ile Celal Bayar ve arkadaşlarının Demokrat Parti’yi kurmak üzere Demokratik Cephe’den ayrıldıklarını söyler.
Bunu sol’un diğer kısmının DP’den ayrılması olarak yorumlayabilir miyiz bilmiyorum. Ancak yol ayrımı olduğu söylenebilir.
Bu tarih önemlidir. Önemlidir, çünkü aynı yıl 16 Aralık 1946’da sol partiler, sendikalar kapatılacak ve basına sansür uygulanacak, kimi gazetelerin yayımına son verilecektir.
Bu ilişkinin dönemin meclisinde de söylendiğini belirtmeliyiz. Şükrü Sökmensüer, kürsüde söz alacak ve daha sonra kurulacak olan Demokrat Parti’nin önde gelen isimlerini sol ile işbirliği yaptıkları gerekçesi ile suçlayacaktır.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Demokratik Cephe üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmak gerekir.
Demokratik Cephe dengelerin değişmesi, kafaların karışması anlamına geliyordu ve İdris Küçükömer’in kuramındaki tanımı buna uyarlarsak, “Sol sağdır, sağ da sol.” 22 Temmuz seçimlerine bakıldığında siyasal ideolojide sağ olarak tanımlananların sol partilerden, sol olarak bilinen isimlerin de sağ partilerden aday oldukları görülecektir. Bu saf değiştirmelerin bütünüyle siyasal ideolojik dönüş olarak adlandırılması doğru görülmemelidir. Bunun bilinçli bir taktiksel bir yöntem olduğu gerçeği de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Solcuların Demokrat Parti ile işbirliği bu taktiksel açılım üzerinde yorumlanabilir, konumlandırılabilir.
Ancak solcular büyük bir taktik hatası yapmışlar ve sol adına kimi değerlerin yitirilmesine yol açmışlardır.
Demokratik Cephe’de solu ve sağı bir araya getiren kimi düşüncelerin, özellikle Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra boşa çıktığı, sağın solu kullandığı anlaşılmıştır. Demokrat Parti solun en küçük gereksinimlerine yanıt vermek bir yana, her olanakta solu sindirmeye, yok etmeye ve siyaset sahnesinden silmeye çalışacaktı. Demokrat Parti’nin sahte solculuğunun sırları dökülecek ve gerçek yüzü ortaya çıkacaktır.
Bu dönemde, beklenen demokratlaşmanın ötesinde, devlet baskısına dönüşecek bir yapı ortaya çıkmış, devlet hızla polis devleti olmaya başlamıştır.
Demokrat Parti kurulmadan, partinin kurulacağı istihbarat raporlarına geçmişti bile. Dönemin İçişleri Bakanı Hilmi Uran, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na, Emniyet Genel Müdürlüğü Önemli İşler Müdürlüğü bir rapor hazırlamıştı. Bu raporda Demokrat Parti’ye gönderme yapılarak, Dr. Tevfik Rüştü Aras, Dr. Adnan Adıvar, M. Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, Sabahattin Celal, Esat Adil’in, parti kurmak üzere çalışmalar yaptıkları belirtiliyordu. Toplantı yeri olarak Sertel’lerin Tan Matbaası gösteriliyordu. Bu toplantılarda kurulacak partinin tüzük ve program çalışmaları görüşülmektedir.
Bu çalışmaya katılan Sol aydınların beklentisi, Türkiye Komünist Partisi’nin yasal dayanaklarının sağlanmasıdır. Bu umudu arttıran bir başka gelişme de Türkiye Sosyalist Partisi kurucusu olan Esat Adil’in de kurulacak bu yeni partiye katılması için teklif götürülmüş olmasıdır.
Tan matbaasının basılması ve 6-7 Eylül olaylarının asıl nedeni bu oluşumun önünün kesilmesidir. Gladyo işidir ve günümüzde öyle olduğu yazılmaktadır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi DP resmen 7 Ocak 1946’da kurulur. DP kurulurken, aynı yıl Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kapatılır. Bir sağ parti kurulmuş, yerine iki Sol parti Sıkıyönetim Komutanlığı’nca kapatılmıştır. Yine taktiksel olarak DP, iki sosyalist partinin kapatılmasına karşı çıkar. Sol aydınlar, DP’nin sol eğilimli olduğu duygusuna biraz da bu karşı çıkış nedeniyle kapılmış olabilirler.
1950 seçimlerinde DP iktidara gelir.
Adnan Menderes, hükümet programını okurken, Solcuları şaşkına çevirecek konuşmasını yapar. Solculukla mücadele edeceklerini, ırkçılığı sosyal bir fikir olarak gördüklerini söyler. Menderes, konuşmasında Solculuğu “memleket aleyhine ve zararına çalışan” bir düşünce olarak göstermektedir.
Dönemin siyasal panoraması budur.2
1940’lı, 1950’li kuşaklar yeni bir dünya düzeninin içinde ve onların sorunlarıyla boğuşur bulmuşlardır kendilerini. Tarık Dursun K.da bu kuşaktandır ve bu kuşağın sorunları onun da yüzleşmek durumunda olduğu sorunlardandır.
1950 öykücülüğü, klasik öykücülüğün modernleşmeye ivme kazandığı dönemdir. Dönemin yazarları arasında Nezih Meriç, Bilge Karasu, Tahsil Yücel, Vüs’at O. Bener, Orhan Duru, Erdal Öz, Demirtaş Ceyhun, Yaşar Kemal, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Fakir Baykurt, Demir Özlü, Zeyyat Selimoğlu, Adnan Özyalçıner, Muzaffer Buyrukçu ve Tarık Dursun K. gibi Türk yazının önde gelen isimleri sayılabilir.
Tarık Dursun K. hep yazınla birlikte oldu. Onu yazar olarak tanımadan önce de yazının içinde görüyoruz. Ortaokulu bitirdikten hemen sonra gazetelerde çalışmıştır. Yazına bulaşmış olmasında matbaa mürekkebi kokusunun da etkisi olduğunu düşünmek durumundayız. Tiyatro için de aynı şey söylenir, sahne tozunu yutmak denilir, matbaa mürekkebi de öyledir, hurufatın kurşun kokusu da öyledir. Bir kez aldınız mı, iflah etmez adam. Buna bir de yoktan var etmenin keyfi de eklenir. Sait Faik gibi ‘yazmasam çıldıracaktım’a çıkar yolunuz.
Tarık Dursun K.nın anlatımı sinematografiktir. İmge sinema makinesi, perdesi gibi çalışır. Algılar ve görüntüye dönüştürür. Tarık Dursun K.da bu hem böyledir, hem de gerçekten böyledir: Senaryo yazmıştır ve yönetmenlik yapmıştır. Hangisinin hangisini tetiklediğini en iyi Tarık Dursun K. bilir. Yine de Tarık Dursun K. deyince bir elinde vizör, diğerinde kalem gelir usa.
1950’de Kurul Kitapevini açacaktır. Yine aynı dönemlerde Milliyet gazetesinde kitap tanıtma yazılarını okuruz. 1973’te bu işi dergi çıkarmaya kadar götürür, ‘Günümüzde Kitaplar’ derginin adıdır.
Bir ilktir. Gazetelerin bugünkü kitap eklerinin, kitap tanıtım dergilerinin, kitap tanıtım yazılarının öncülüdür ve yol açıcıdır.
1975’te Koza Yayınları’nın kurucuları arasında yer alacaktır.
Kakınç, yazına öykücü olarak değil, 1949’da şiir yazarak başlamıştır. Üç yıl sonra, 1951’de Cengiz Turcer ile birlikte yayımladıkları “Devriâlem” adlı şiir kitabıyla okur önüne, kitaplı bir şair olarak çıkar.
Öykü bundan sonradır.
Tarık Dursun K.nın roman kahramanları emekçilerdir. Yaşama direnen, tutunan insanlardır. Fabrikada emekçidirler, yapı ve deniz işçileridirler, küçük esnaf ve küçük memurdurlar. Yaşamlarını, yaşamlarını tehlikeye atarak kururlar ve yitirmeyle iç içe kırılgan küçük dünyaları vardır. Büyük olan inatları, yürekleridir.
Adnan Benk, onun için “..kişilerin iç dünyasını anlatıyor, fakat iyi seçilmiş bir tek hareketle, sayfalarca ruhbilimcinin veremeyeceği bilgiyi veriyor; yani gerçek bir hikayeci gibi davranıyor. Tarık Dursun K.nın en özlü yanı bunları bilinçli olarak, bilerek yapması, göremeyeceği, duyamayacağı olaylardan söz açmaması.” diyor ve somut bir çıkarsama yapıyor, “Tarık Dursun K.nın büyük kozları var elinde; yaptığını bilmesi var, biçimle özü kaynaştırma ustalığı var.”
Soyadı’nın “K” oluşunun ilginçtir öyküsü. 1957’de Paris’e gitmek için pasaport almak ister. Pasaportu çıkaran görevli, soyadını “Kakınç” olarak değil, “Korkunç” olarak yazmıştır. Soyadını zor anlaşılan bir soyadı olarak niteliyor.3 Herkesin ilk isminde kısaltma kullanmasına karşın, o soyadında kullanmayı yeğlemiştir. Öyleyse Tarık Dursun Kakınç değil, Tarık Dursun K.dır o.
Kendisi ile yapılan bir söyleşide farklı bir öykü anlatılır. Faruk Kakınç, Tarık Dursun K.nın kardeşidir. Aynı yarışmaya katılırlar. Ancak yarışmada soyadları karıştırılır. Tarık Dursun bütün karışmaların önüne geçebilmek için K.da karar verir.
Hangisi doğudur?
Pasaport öyküsünü kendi anlatıyor. Öyleyse, doğrusu budur.
İlhami Soysal’a göre tam bir “Yazı Irgatı”dır o. Dergibi’ye verdiği söyleşide üç idealinin varlığından söz eder. Bu ideallerden birini gerçekleştirmiştir, ikisi gerçekleşmemiştir. Gerçekleşen ideali Haliç Dershanesi işgalidir. Yazar ve yazdığını beğenmez. Gerçekleşmiştir ama gerçekleşmiş duygusunu vermemiştir. Boşlukta, Araf’ta duyumsar kendini. “Beceremedim.” diye söyler. İkinci ideali “Namı Diğer Geyik Niyazi” adını koyduğu senaryolu filmleştirebilmektir. Senaryo yirmi sene önceden yazılmıştır ve filmleştirmek için beklemektedir. Senaryo yazdığında Mahmut Tali Öngören filmleştirecektir ancak olmamıştır. “Namı Diğer Geyik Niyazi” Abdülhamit’i tahttan indirmek için yola çıkan Kolağası Niyazi Bey’in öyküsüdür. Üçüncü ideali de Mahabat Cumhuriyeti’nin öyküsüdür. Mahabat İlçesinde altı yüz kişilik bir Kürt gurubu, ilçeyi ele geçirir ve 33 günlük bir cumhuriyet ilan eder. Araya zaman ve kişisel hesaplaşmalar girince, cumhuriyeti ilan edenler, hareketten desteklerini çekmeye başlarlar ve bu Mahabat Cumhuriyeti’nin de sonu olur. Bu öykü için de “Bayağı hoş hikâyedir,” diye konuşur, “İçinde; komedi, hüzün, her şey...” vardır. Öykünün ön çalışması yapılmıştır, belgeler toplanmıştır üstelik.
Her ne olursa olsun, Mahabat Cumhuriyeti’nin romanı da yazılmalıdır, Namı Diğer Geyik Niyazi’nin de filmi çekilmelidir. Tarık Dursun K. bunu okurlarına ve sevenlerine borçludur.
Aynı söyleşinin bir yerinde yazar olarak yazdıklarından para kazanmadığını, belki de salt bu nedenle mesleğini hep gazetecilik olarak duyumsadığını söylemektedir. Gazetecilik ‘ekmek parası’ kazandığı mesleğidir. Öte yandan siyasal yazılar da yazmıştır ama onları da sevmez. “Çizgi roman kahramanları hep kendilerini çizerler. Ben de hikâyelerimde hep kendimi gördüm ve yazdım.”Yazarlığa şiirle başlamıştır ama şiir yalnızca başlangıçta kalmıştır. Şiiri terk etmiştir Tarık Dursun K. Şimdi ilk sevgiliye geri dönmesi olanaksızdır. Unutmamıştır, hep sevmiştir ama bu yaştan sonra “bu şair ortaya çıkmaz”, bu yaştan sonra ilk sevildiği gibi sevilmez. İlk aşk, aşktır ama belli bir yaştan sonra âşık aynı âşık değildir artık. Araya yıllar, yollar girmiştir. Hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Ama “Her yazar kurbağadır. Kendini beğenmezse çatlar.”
Vasiyet gibi önünde kalan yola bakar. Foça’yı sevdiğini, burada yaşadığını ama burada ölmek istemediğini fısıldar. Ölmek istediği yer payitahtın merkezi İstanbul’dur, bin kocadan arda kalmış dul’dur. Eşinin yanına, Zincirlikuyu Mezarlığı’na gömülmek ister. Bunun için daha yaşarken bütün işlemleri tamamlamıştır. İstanbul’u sevmektedir ama yitirdiği eşini daha fazla sevmektedir. Zincirlikuyu Mezarlığı’na gömülmek istemesinin gerekçesi bu aşktır. Tarık Dursun K. öyleyse hala âşıktır.
Tarık Dursun K.nın yazınsal anlayışı postmodernizme yakındır. Hatta giderek, nerede ise 1950’lerden başlayan ve yazınsallığı modernite ötesine taşıyan, postmodernizmin kapılarına dayanan bir yazınsal anlayış gelişmiştir diyebiliriz. Bu algılama o denli yaygındır ki, postmodernist olmadıklarını söyleyen yazarların bile yapıtlarında postmodernizmin yapısallıklarından yararlandıkları görülmektedir. Burada modernizm, postmodernizm tartışmasına girmeyeceğiz.
Şu var ki, Tarık Dursun K. geleneksel ve anonim öyküleri yeniden almakta, yeniden kurgulayarak yazmaktadır. Bunu Tarık Dursun K.ca yazmak olarak adlandırdığı görülüyor. Özlem Fedai’nin de aynı görüşte olduğu ortadadır. “Tarık Dursun K.nın “Derdiyok Zülfüsiyah” Adlı Öyküsü’nün Postmodernizm açısından İncelemesi”nde anlatıdan yaptığı aynı öyküye yazdığı üç ayrı finali kanıt olarak gösterir. Ancak önce Tarık Dursun K.nın söyledikleri vardır; “Benim yazdıklarımla eski ‘taşbaskısı hikâyeler' arasında elbette olay bağlantısı ve dünya görüşü yönünden benzer bir bağlantı olmayacak. Neden olsun: Onu yazanlar, ya da anlatanlar benim görüşümle doğru orantılı değiller ki. Asıllarında eleştirel bir tutum yoktur, bir bakış yoktur, herhangi bir dünya görüşünden uzaktır.”Aynı yerde şunları da söyler; “Evet, özellikle yaptım, kendime uyarladım bunları, aldım, Tarık Dursun K. Hikâyesi yaptım.”
Bu üç finale biz de bakalım:
I.
“Bizi öldürecekler.” Dedi Zülfüsiyah./ Bir kurşun vınlayıp başının üzerinden geçti gitti./Derdiyok susuyordu. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu./(…)/Uzandı kızı kendine çekti./(…)/O zamandı, Derdiyok elinin boşta kalanını kayığın tabanında gezdirdi, tıpasını buldu, parmağına dolayıp halkasından çekiverdi./(…)/Sular/(…)/yaz dereleri gibi akıllı uslu doldurdu kayığı; Derdiyok ile Zülfüsiyah’ın ayaklarına, karınlarından göğüslerine…/Kıyıdakiler sonra sonra farkına vardılar. Tüfeklerini omuz desteklerinden aşağı aldıklarında her şey bitmişti zaten.
***
II.
“Bizi öldürecekler.” Dedi Zülfüsiyah./Bir kurşun vınlayıp başının üzerinden geçti, gitti./”Çök!” dedi Derdiyok. “Çök!”/Ama geç kalmıştı, Zülfüsiyah ikinci kurşundan kaçamadı, ufacık, serçe parmağım kadar bile olmayan kurşuncuk geldi, Zülfüsiyah’ı buldu./Derdiyok koptu, ayakta durdu, kızı kollarına aldı, sardı. Keşke bunu yapmasaydı, keşke ayakta olmasaydı. Keşke kollarını açıp düşmesini bekleseydi Zülfüsiyah’ın./Kıyı kurşunları çoğalıp Derdiyok’u buldular; hiç biri sırasını beklemedi, hiç biri birbirine buyur etmedi. Açgözlülükle birbiri ardından sıcak, canlı, kurşuna hayır demekten yoksun eke gömüldüler.
***
III.
“Bizi öldürecekler.” Dedi Zülfüsiyah./Bir kurşun vınlayıp başının üzerinden geçti, gitti./Derdiyok sustu, hiçbir şey söylemedi. Kürekleri kavradı ve başladı çekmeye./(…)/Bir sürenin sonunda kıyıya erişti. Ama bir boş kıyıydı./Adam boyu sazlıktı, rüzgâr dinikti./Önce Derdiyok indi, elini uzattı. Zülfüsiyah’ı indirdi. Zülfüsiyah ayağını değdirir değdirmez anladı. Yumuşacıktı, göçekti, kaygandı, yapışıktı, ayak bileklerine dek yürüyüp çekiyordu. Anladı, yüzünü Derdiyok’a çevirdi, sessizce gülümsedi. El ele tutuştular, Derdiyok sazları araladı, yürüdü./(…)/Birlikte usul usul yürüdüler, derinlere doğru hep bir adımda daha çok indiler.”
Bu anlatı postmodernist anlatıya uygundur. Postmodernite’de olgulara tek bir bakış yoktur ve görüş karmaşıktır. Tek doğru doğru değildir ve doğrunun değişik biçimleri bir aradadır. Tek doğru değil, doğrulardır söz konusu olan. Üç ayrı son vardır anlatıda. Tek bir anlatı söz konusu olsa da, üç farklı finaldir söz konusu olan ve tek bir anlatının üç ayrı finalli anlatısıdır. Yazar size seçenek bırakmaz. Her üçünü de yazar. Siz istediğiniz sonu seçemezsiniz. Üçünü de kabul etmek zorundasınızdır. Anlatının kahramanları hem intihar etmişlerdir, hem kurşunla öldürülmüşlerdir, hem de bataklığa gömülmüşlerdir.
Ancak Tarık Dursun K. bunun ötesinde, öyküye yeniden müdahale eder ve okura anlatının kahramanlarından biri olarak değil, doğrudan yazar olarak seslenir. “Derdiyok ile Zülfüsiyah’ın acıklı hikâyesi birkaç biçimde son bulmuştur sayın okuyucu! Sevenler için mutlu son olmadığından bu hikâyenin yazarı, sizler için üç ayrı son düzenledi. Her okuyucu huyuna ve suyuna uygun düşen bu üç sondan birini bu hikâyenin sonu kabullenebilir. Seçme hakkı onundur.” Gerçekten de öyle midir? Okur bu üç sondan birini, diğer ikisini görmezden gelerek, kendine ve anlatıya son kabul edebilir mi?
Etmeyeceği kanısındayız. Söylenmesi gereken bu anlatının üç ayrı sonu olduğudur ve üçü de ölüm üzerinedir. Tilkinin de kırk hikâyesi vardır, hepsi de tavuk üzerinedir.
Okura yazar olarak seslenmek, tam da postmodern yazının olmazsa olmaz, vazgeçilemez gerçeklerindendir.
Tarık Dursun Kakınç, anlatı boyunca yapar bunu. Araya girer, söyleyeceğini söyler ve sonra roman kaldığı yerden akmaya devam eder.
Ahmet Mithat da anlatırken, tam bir ansiklopedist gibi davranır, araya girer ve yazar olarak okura ansiklopedik bilgiler vermeye başlar. Ahmet Mithat, bizim D’alambert’imiz, Voltaıre’miz, Diderot’umuzdur. Kırılma noktası olarak kabullenmekte hiçbir sakınca yoktur.
Aynıdır.
Buna bir örnek de biz verelim. Tarık Dursun K.nın “Bitmiş Bir Yazın Peşinden” öyküsünün ilk paragrafına bakalım; “Oturuyorlardı. Karşılıklı. İkisi. Yalnızdılar. Dışarıda (ve içeride) hava kararmıştı. Gece değildi, hayır. (Yaz da değildi.) Soğuk, sislenmiş puslanmış bir kasım günüydü./Bugün günlerden neydi? Bilmiyordu. (O da bilmiyor, ben de bilmiyorum. Yıllar ve salılar. Eski salılar. O geçmiş salılardan bir salıda değiliz. Sıkıntılıyım. Sıkıntılısın. Sokak ve bu salon. Onun da sıkıldığını görüyorum. Hiç değişmemiş. Aynı. Hep aynı. Hep. Hiç değişmeyecekti ve hiç değişmemişti işte. Onu değiştiremedim. Beni değiştiremedi. Ama o beni değiştirdi. Değişmişti. Her Salı, onun için başka biriydim ben. Kendimden başka biri… Evet: Zorunlu. Kurtulmasız. Onun istediği, umduğu, beklediği, benim de öyle olmam gerektiğine inandığım biri.)”
Öykü kahramanı ne değişmiştir, ne de diğerini değiştirmiştir. “Hiç değişmemiş.” diye vurguluyor. En ufak bir değişiklik olmadığını anlıyoruz. Gelecekte de hiç değişmeyeceğini görüyoruz. Ama diğeri, onu değiştirmiştir. Paragraf devam ediyor ve “Beni değiştiremedi.” Dedikten hemen sonra “Ama o beni değiştirdi” diyor. Değişen yalnızca o ve değişmeyen de o. Öyle mi? Değil. “Değişmişti.” de diyor. Öyleyse hem değişmişlerdir hem değişmemişlerdir. Salı olduğunu söylüyor ve olmadığını da söylüyor. Salı değilse, her Salı, onun için nasıl değişik biri olabilir?
Mızıkçılık mı yapıyor Tarık Dursun K. Bir öyle, bir böyle diyor. Değil. Oyun oynuyor ve oyunun kurallarını, oyunu oynarken sürekli değiştiriyor. Oyun kuralları değiştirme oyunu, oynanacak ve oynamak için kurallar sürekli değişecek.
Postmodern anlatı, oyun kuramı üzerine kuruludur. Gerçek olanla olmayan, ilgili olanla olmayan, etik olanla olmayan bir aradır. Einstein’ın “Görecelik Kuramı” buna örnektir. Gördüklerimiz salt gerçek değildir, gerçeğin bir parçasıdır, giderek gerçekler algılamalara göre de değişirler.
Yıldız Ecevit, Türk romanını postmodernist açıdan incelediği kitabında, posmodernist yazınsal algıyı üstkurmaca eğretilemesi ile açıklar. “ Üstkurmaca yazarı, çoğunlukla örtük ya da açık bir düzlemde bir meta evren yaratır metninde.” Ve devamla vurgular; “Başta metnin öyküsü olmak üzere, roman kişilerinin, giderek de yaşamın kendisinin de kurmaca olduğu gerçeği, bu meta evrende sürekli vurgulanır. Somut yaşam ve kurmaca metnin bir araya getirilmesi, birbiriyle çakıştırılması, aradaki sınırların yok edilmesi, üstkurmaca düzlemin ana özelliğidir.” 4
Güzel… Burada durabiliriz. Belki bir-iki paragraf daha…
Ahmet Selçuk İlkan, kendisi ile yapılan bir söyleşide çok önemli bir saptama yapıyor. “Kimse alınmasın, kimse kırılmasın ama; ben acı bir gerçeği dile getirmek istiyorum. Ne yazık ki biz, ölü seviciyiz. Yaşarken değil de kaybedince anlıyoruz değerlerini. En çok yaptığımız şey de cami avlusunda, gidenin arkasından gözyaşı dökmektir. Aslında biz o yaşlarla, kendi pişmanlıklarımızı, kendi ruhumuzu yıkıyoruz; neden yanımızdayken sarılmadık, bütünleşemedik diye.”5
Kim alınırsa alsın, öyledir.
Tarık Dursun K. mı? Vasiyetine inat, hem değeri anlaşılmalıdır, hem de yaşarken bizim olduğu anlatılmalıdır.
Ötesi “pişmanlıklarımız” olmayacaktır…
Aptallıklarımız olacaktır.
-------------------
Dr. Özlem Fedai, Tarık Dursun K.nın Hayatı. Hikâye ve Romanları Üzerine Bir İnceleme, Karşıyaka Belediyesi Yayını, Mayıs 2008, İzmir.
1950’li yılların siyasal değerlendirmesini “Zincire Vurulmuş Prometheus: Ahmet Arif” adlı çalışmamdan aktarıyorum.
Benim adımı ve soyadımı ilk söyleyişte kimse doğru yazamadı. Tarık Dursun K.yı en iyi anlayanlardanım. Ne yazık benim adımı ve soyadımı ilk harfleriyle kullanma olanağım da yok.
Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları, 2001, İstanbul.
Yavuz Yavuzer, Ahmet Selçuk İlkan Gözüyle Sanat ve Bir İnsanlık Dramı Gazze, Berfin Bahar, s.132, Şubat-2009.