Sabahı olmayan gecelerde, bir Eyüp sabrıyla bekledi elinden alınan özgürlüğü. Sosyalistti ve özgürlüğünün kısıtlanması için yeterliydi öyle olması. Eyüp’ün atıldığı zindanlara atıldı ve o başka türlüsü olamayacağı için Eyüp’ün sabrıyla bekledi. Parmaklarının arasında gül dalları değil, demir parmaklıkların soğuk ve insanın kanına işleyen ruhsuz çeliğin soğukluğunu duyumsadı, gökyüzünü izlemek için tutunduğu dar ve soluksuz pencerelerde de…
Dört uzun yıl beklediğini söylüyor.
Eyüp kaç yıl beklemişti?
Ya Nazım?
Dışarıda koskoca bir doğa vardı, kokularıyla insanı baştan çıkarmaya hazır. Ellerindeki soğuk ve insanın kanına işleyen parmaklıkların ardından, göğün kapılarına baktı, bu büyük ve görkemli anıta. Tarla kuşlarının şarkılarını dinledi. Uzaklarda bulutlar geçti varlığından habersiz. Oysa âşıktı ve şairdi. Yağan ilkyaz yağmurlarının altında ıslanmak isterdi ve ebekuşaklarına dokunmak. Yapamadı. İzin vermediler. “İlkyaz yağmurları bensiz yağdı/Ve ebekuşakları açtı bensiz.” diyor.
İçerisi?
Felaketti, pisti. “Gübrelik” olarak nitelendiriyor.
Sabrını, içinde çırılçıplak yıkandığı derelerin kulaklarına ninni söyler gibi şırıldamalarını düşleyerek sınadı.
Kırgındı insanlara, hiçbiri olan/bitenden haberli değillerdi ve kendi küçük dünyalarında avutuluyorlardı.
Bir bahar sabahına benzeyen çocukluğu, bir kış tarafından tüketildi.
“Bir bahar sabahı gibi güzel çocukluğumun/ Kırık beşiğinde başımı koyar/ Uyanamadan günlerce uyudum./ Umudumu, dudaklarımda büyük türküler/ Ve ellerimde gelincik desteleri/ Karşımda buldum./ Öğrenmek istemem bir Eyüp sabrı nedir/ Torunlarımın torunu!/ Say ki dedelerin bir masal yaşadı/ Say ki acılar masaldı/ Ve öttür ölümsüzlüğe doğru borunu.”
Yalan yeminlerin tanığı olan çiçekler, ebedi aşığın dönüşünü bekliyorlardı oysa usulca. Ve kararlıydı Dinamo, baharlar içinde aldanış olmayacaktı. Oysa ömrünün en güzel türküsüydü. Baharının üstünü örten kar içindeki ayak izi dönmeyen âşığın serptiği çiçeklerdi.
“Ya sen” Ey sen! Esen dallar arasından/ Bir parıltı gibi görünüp kaybolan/ Ne istersin benden akşam saatinde?/ Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,/ Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;/ Hatıraların bu uyanma vaktinde/ Sensin hep, sen, esen dallar arasında.”
Sanırsınız ki, bir Shakspeare tragedyasının içinden çıkıp gelmiş bir Romeo. Tepeden tırnağa âşık ve tepeden tırnağa hüzün. Capulet’lerin balkonunun altında ve Juliet’in ışıyan yüzüne bakıyor. Her aşk biraz da umutsuzluk mudur? Her âşık umutsuzluktan taptaze bir aşk mı çıkarır?
“Bir Mahpushane Türküsü”nde öyle yazıyor. “Ey unutuş! Kapat artık pencereni,/ Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;/ Çıkmaz artık sular altından o dünya,/ Bir duman yükselir gibi kederlerden/ Macerası çoktan bitmiş o şeylerden./ Amansız gecenle yayıl dört yanıma/ Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.”
Unutuş, gamlardan kurtarmaz insanı, gama, kedere, hüzünle boğar oysa. Çaresizlik ve hüzün öyle bir yerdedir ki, yine ona sarılmaktan başka yapacağınız daha iyi bir şey yoktur. O zaman unutuşa dersiniz ki, “kurtar beni bu gamlardan.” Kurtuluş yoktur. Bir deniz ise unutuş, çoktan koyu ve serin derinliğine hapsetmiştir sizi. Suların altında bir başka dünyadır yaşanılan ve o dünyadan başka dünyalar çıkmaz. Çıkmaz, çünkü macerası bitmiştir.
Gerçekten de biz ne çok şey unuttuk, unutmamamız gereken. Ey unutuş, bizi de unut artık. Unut ki, artık senin tarafından anımsanmayalım. Belki birileri anımsar o zaman bizi!
***
Babası, Ahmet Çavuş, Yemen’den yeni dönmüştür. Yaşadığı topraklarda yaşanamayacağı için ailesini toplayıp İstanbul’a götürdüğünde daha kundaktadır Hasan İzzettin Dinamo. 1909’dur. Trabzon’un Akçabad, Ahanda köyünde doğmuştur.
İstanbul’da tutunabilmek için, köyde elde ne varsa satılıp savulacak, zayıf, çelimsiz bir-iki Kırım İneği satın alınacaktır. Ahmet Çavuş, ailesini geçindirebilmek için Sarıyer’de sütçülüğe başlayacaktır.
Yokluğu, yoksulluğu yenebilmek cılız, bakımsız bir-iki Kırım İneği’nin harcı değildir. Bu nedenle çare olarak bilen inekler de satılacak, Trabzon’a dönmek üzere hazırlıklara başlanacaktır. Gülcemal’dir Vapur’un adı ve Mustafa Kemal’den önce Ahmet Çavuş Samsuna çıkacaktır.
Bir tanıdığı tütüncülükte para olduğunu söyler. Ahmet Çavuş’un aklına koyar tütüncülüğü. Samsun’a bağlı Kötüköy’de tütün eker Ahmet Çavuş. Ancak tütün ekmek için seçilen köyde sıtma önüne geleni kırmaktadır. Ya sıtma ya yoksulluk. Her ikisi de birbirinden beter. Yoksulluğu seçer. Tütüncülük macerası çok kısa sürecektir bu yüzden.
Köyden kente göçülür ve Samsun’un kıyı mahallerinden birinde kiralanan bir sebze bahçesinde sebzeciliğe başlar Ahmet Çavuş. Yaşamöyküsel romanında bunları da anlatacaktır Dinamo.
Balkan Savaşı başlar. Ardından, l. Dünya Savaşı ve seferberlik…
Ahmet Çavuş ve ailenin en büyük çocuğu silâhaltına alınırlar. Silâhaltına alınan ağabeyi henüz on beş yaşındadır oysa. “Evde anamla biz, beş küçük kardeş aç kaldık.” diyor Dinamo.
Yalnızca aç kalmayacaklardır. Açıkta da kalacaklardır tam da o anda.
Savaşın başlaması, Trabzon’da yaşayan azıklığı ürkütmüştür. Hızlı bir göç başlar. Rum asıllı vatandaşlar, mülklerini bırakarak kaçmaya başlamışlardır. Tam bir kargaşadır yaşanan.
Dinamoların; annesi, beş kardeşi ve açlıkla birlikte yaşadıkları kulübe de bu tür bırakılarak terk edilen yerlerdendir.
Savaş, çoğunluğu yokluğa, yoksulluğa mahkûm ederken, bu kargaşadan yararlanan bazı uyanıkları da zengin eder. Bahçeyi sahiplenen birileri, barındıkları kulübeden de atacaktır onları.
Annesi çocuklarına sıcak bir çorba kaynatabilmek için, dağdan odun keser, getirir sokak aralarında satar. Hâlâ açtırlar ve yeniktirler. Hasan İzzettin Dinamo’da aileye katkıda bulunmaya karar verir. Henüz beş yaşındadır ve o zamanki adıyla Tütün Reji’sine işçi olarak çalışmak üzere başvurur. Bacak kadar çocuğa bakarlar, önemsemezler ve işi almazlar. Açlık yine galiptir.
Barınma sorununu çözülmek üzere deniz kenarındaki boş Tatar evlerinden birine sığınırlar. Sorunun biri çözümlenmiştir ama en önemlisi açlık çözümsüzdür. Biri kız, diğeri iki erkek kardeşini açlıktan yitirir.
Egemenler “Dünyada aç mezarı var mı?” derler ya, vardır. Hem de çok. Bu bile küçücük bir örnektir. Oysa dünya nimetleri herkese yeter. Bilmezler, bilmezden gelirler. İşlerine öyle gelir çünkü.
Kentteki açlık, Hilali Ahmer’in Belediye önünde kaynayan kazanlarından giderilmeye çalışılır. Ancak o kadar çok aç vardır ki, dağıtılan çorbalar kimseye yetmez. Dinamo Ahmet Seyda’ya anlattığı anılarında 1 “Hiç kimsenin tasına bir kaşık düşmüyordu” diyor.
Bütün yollar kapanmış, açlık acımasızca ve kendinden güçsüzlerin üzerine ölüm meleği olarak çökmüştür. “Ümüğü sıktırmamanın” tek bir yöntemi kalmıştır geriye: Çalmak!
Öyle yapacaktır Dinamo. Çalacaktır.
Geceleri karanlığın saltanatı başlayınca, ölüm meleğinden tez davranılıp, açlıktan gebermemek için şose boylarında, sebze bahçelerinden lahana, ısırgan otu çalınacaktır.
Annesi bunları kaynatmaktadır. Tuzu denizden elde edeceklerdir.
Protein’in eve girmesi Hasan İzzettin Dinamo sayesindedir.
Yarıdan çok fazla aç dolanırken, mezbahanın atıklarının dışarıya atıldığı pis su kanalını görür Dinamo. Kanla birlikte, kesin hayvanların yenmeyen kısımları, bağırsakları akmaktadır.
Bir kova bulunacaktır.
Ganimeti aç köpeklerle paylaşacaktır Dinamo’lar. Açlar bakışlarıyla anlaşırlar birbirleriyle. Öyle ki hırlamazlar birbirlerine.
Ölüm, Dinomo’ların, yalnız açlıkla almaz canlarını. Askere alınan Ahmet Çavuş’la on beşlik ağabeyi de cephede şehit düşmüşlerdir.
Anneleri “Şakire Kadın”ın yapacağı hiçbir şey kalmamıştır geride. Direnmesi, dayanması, yaşaması olanaksızdır. Ağır hastadır, bakımsızdır. Diğer çocuklarını da açlık denilen ölüm meleğine teslim etmemek için Darüleytam’a (Öksüzler Yurdu) yerleştirir çocuklarını. Bunu yapmamak için kocasının ölümünden bu yana bir uzun yıl direnebilmiştir. Sonrası yenilgidir, sonrası ölümdür.
Öksüzler Yurdu’ndan izin alıp, annelerini görmeye gittiklerinde, tedavi edilmek üzere yatırıldığı hastanede öldüğünü, gömüldüğünü öğreneceklerdir.
Dinamo, Öksüzler Yurdu’nda on yıl kalacaktır.
***
“Savaş ve Açlar” romanında şunları yazacaktır: “Çocukluğunu, İstanbul Darüleytamlarında yaşamıştı, ilkokulu burada okumuştu, şimdi Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuyacaktı. Geçmiş günleri ve arkadaşlarını anımsadı. Onlardan birkaçını bularak eski günleri andılar. Yaz günleri hızla geçerken parası da tükenmişti. Bir başka şehirde görevli olan ablasından yardım gelene kadar otelden ayrılacak ve arkadaşlarında barınacaktı. Başka çaresi yoktu. Ama arkadaşları da kendisi gibi peş parasızdılar. Günlük yaşamaya çalışıyorlardı. Günler geçmiş yardım gelmemişti. Moralini yüksek tutmaya çalışarak bir taraftan da şiirler yazmaya çalışmaktaydı. Günlerdir boğazından doğru dürüst bir şeyler geçmemiş, sıcak bir yatak yüzü görmemişti. Geceleri parklarda saklanıp, yatarak geçirmeye çalışıyordu. Yürürken açlıktan ayakları yere basmıyor havada yürüyor gibi hissediyordu. Yazdıklarımı yayımlatabilirsem belki birkaç kuruş elime geçer. Açlıktan bir iki gün kurtulurum diye düşündü. Ayakları zor da olsa onu Servet-i Fünun Dergisinin kapısına kadar götürdü. Şimdi kapıdan içeri girip girmemekte ikilem yaşamaktaydı. Çok sevdiği İstanbul’un bu kadar acımasızlığının şaşkınlığı içindeydi.” 2
***
1931’de Sivas Öğretmen Okulunu bitirdi. Gazi Eğitim Enstitüsü son sınıf öğrencisiyken, İtalyan Ceza Yasası’ndan alınan 142. Maddesine aykırı eylemde bulunmakla suçlanıyordu. Dört yıl hüküm giyecektir. Bu aynı anda okuldan da atılması anlamına geliyordur.
“Bir mahpushane Türküsü” bu mahkûmiyetine ilişkindir. Sabrını sınayacak ve Eyüp’ün sabrına sahip olduğuna karar verecektir. “Ey unutuş! Kapat artık pencereni”, “Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.”
Hapisten çıktıktan sonra yeniden İstanbul’dadır ve bu kez kendisi askere alınmak istenilmektedir. Çeşitli defalar firar edecek, her defasında yeniden yakalanacaktır. Askerliğini tam yedi yılda bitirecektir.
Bu ilk mahkûmiyetini, başka cezalarla da tanışacaktır.
Askerliğini yaparken, Yeni Edebiyat Dergisinde bir şiiri yayımlanır. Sıkıyönetim Mahkemesi ona şiir ödülü vermez ama bir yıllık bir hapis cezası verir.
Dönemin hükümeti 6-7 Eylül olaylarını bahane ederek onu yeniden tutuklar. 6 Ay hapis kalır.
6-7 Eylül olaylarının üzerindeki giz bugün kaldırılmıştır. Bu olayların gladyo işi olduğu ortaya çıkmıştır.
Oysa dönemin hükümeti, bu olayları da “Komünist işi” sayıp, düzen muhalifi ne kadar ilerici aydın varsa, hepsine acılar çektirmiştir.
Bir büyük haksızlıktır. İtibarlarını yitirmemişlerdir elbette, itibarlarının bu nedenle geri verilmesine gerek yoktur ancak, yeniden yargılanmalılar suçsuzlukları karara bağlanıp, aklanmalıdırlar, kendilerinden özür dilenmelidirler. Bunlar Nazım için de, Sabahattin Ali için de, Aziz Nesin için de geçerlidir.
Yaşar Kemal, Hasan İzzettin Dinamo için “O bir ermiş, bir kahraman, bir çocuk saflığında hüzünlü bir gülümseme, yaşadı ve öldü. Hasan İzzettin Dinamo, su katılmamış, devrimci bir kahramandı ve edebiyatımızın da büyük ustalarından biriydi.” Vedat Türkali de “Bir namus anıtı gibiydi Dinamo. Ülkenin en karanlık günlerinde çok belaları göğüsleyerek, demokrasiyi savunan az sayıda kişilerden biriydi. Devrimci ozanlık yolunda Nazım’dan başka özgün yollar bulunabileceğinin ilk muştucusudur kanımca.” diyecektir. Güngör Gencay da Dinamo’nun “Savaş ve Açlar” romanını incelediği yazısında, “Dinamo gözlemleri ve tanımları güçlü bir yazardır o nedenle insan olay ve doğa ayrıntılarının üzerinde önemle durur. Ve bunu eserlerine ustalıkla yansıtır, bu ayrıntıların yansıması bütünlüklüdür. Örneğin salt bir çiçeğin ya da yeşil bir tepenin uzun uzadıya betimlemesini yapmaz. Betimlemesini yaptığı şeyi diğer canlılarla ilişkilendirerek, bütünlük kurar. Romanının kahramanı bir Anadolu ailesidir. Ailenin hiçbir bireyi öğrenim görmemiştir ama dürüst ve zekidir. Aile, toplumun sınıfsal yapısını bilimsel olarak çözümleyemez ama vurgun düzeninin, politika cambazlarının karaborsacı ve kadın tüccarlarının da, ezilen, sömürülen insanların da farkındadır. Bu durum tepkilerini dile getirirlerken açıkça görünür. Temel Çavuş iyi bir aile babası olup hayatın zorluklarını kemençesini aracı kılan tipik bir Karadeniz ustasıdır. Şakire, eşini ve dört çocuğunu yitirmiş olmasına karşın hayatın yakasını bırakmayan bir Anadolu kadınıdır. Her ikisi de olumsuzluk ya da felaketler karşısında yılgınlık ve teslimiyet göstermez. Romanda, dağlar gibi yol kesen acıların içinden kötümserliğe kapılmadan geçilir. O nedenle kitabı bitirdiğimiz zaman hıncımız ve direncimiz artar.”3 yargısına varacaktır.
Dinamo, ilk şiirlerini 14 yaşında yazmaya başlamışsa da, onu asıl Hasan İzzettin Dinamo yapan romanlarını atmış yaşından sonra yazmaya başlamıştır. Yazmanın yaşı yoktur elbette, ama yazarların yaşamı sınırlıdır ve daha çok üretmesi olası iken geç yazmak, daha sonra yazılacak olanlara kısıtlamalar getirir. Giderek yazılacak daha nice yaratının yazılamamasına neden olur.
Yazar zamana karşı yazar. Yazarın her yeni yaratısı zamana başkaldırısının ödülüdür. Yazar her yaratısını göğsünde zafer madalyası olarak taşır.
Yine de Dinamo, atmışından sonra başlasa da, yaşamını yitirdiği 1989’a kadar 9 roman yayımlayabilmiştir. Üstelik bunlardan Kutsal İsyan 8, Kutsal Barış 5 cilttir.
Bunlara, 8 şiir, 2 anı kitabını da eklemek gerekmektedir.
Üretken bir yazardır Hasan İzzettin Dinamo. Kutsal İsyan, Kutsal Barış, Türk Kelebeği, Sübyan Koğuşu romanlarını ayıracak olursanız, diğer romanları kendi yaşamının tortularını taşımaktadır.
Nazım Hikmet’in 835 Satır adını taşıyan şiir kitabı Hasan İzzettin Dinamo’nun şairliğinde bir kırılma noktasıdır. Nazım’ın bu kitabını okuyana kadar Dinamo’nun şiiri Mehmet Emin Yurdakul, Rıza Tevfik, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, giderek Faruk Nafiz Çamlıbel etkisindedir. 1928’de Servet-i Fünun’da hece vezni ile şiir yazmaktadır. 1929’da aruz vezinli şiirler de denediği görülecektir.
Nazım’ın şiiri ile tanışması bir kırılma noktası ve bir dönüşümdür. “Sekiz yıl şairlik yaptım yeter/ Proleter/ Olmayanlara/ Göğsümün altındaki yara/ Bundan sonra/ Yalnız sizin için sızlayacak”
Dinamo, bu anlayışla yazdığı şiirlerini Nazım Hikmet’e gönderir. Nazım bu şiirleri beğenir ve Resimli Ay’da yayımlayacağını söyler.
Toplumcu gerçekli şiir anlayışı bundan sonradır.
Büyük bir kazanç sayılmalıdır.
Dinamo’nun kitapları dipnotlarda gösterdiğimiz kadar değildir. Yazılmış ancak yitirilmiş başka kitapları olduğunu da söylemektedir. 142. Maddeden mahkûmiyet alıp içeri girince, orada ilk romanlarını yazdığını belirtir. İki ciltlik “Tahiregiller”, “Kızılırmak Donjuanı”, “Açlık”4,”Simavneli Bedrettin”, yüzlerce şiiri hapishane çıkışı yitirdiği bavulu ile kaybolmuş, yine sonraki tutuklanmasında “Arkadya” adlı romanı ile sayısını binlerce olarak verdiği şiirleri polis’in elinde yitmiştir.
Bunlar da büyük bir kayıp sayılmalıdır.
Hasan İzzettin Dinamo 20.06.1989’da İstanbul’da öldü.
Mezarında yaşadığı sürece peşini bırakmayan ölüm meleği büyük açlık ile yatmaktadır.
Alnı, kutsal isyanı ve kutsal barışı ile insanların aç kalmamaları, barış içinde yaşamaları özlemiyle yanmaktadır.
-------------------------
Mehmet Seyda, Çocukluk Yılları, TDK Yay. 1980
Hasan İzzettin Dinamo, Açlık, Tekin Yayınevi. Kitap birden çok yayınevi tarafından basıldı. Benim okuduğum “Savaş ve Açlar” adını taşıyor. Yeni basımlarında isminin değiştirilmeden, ilk adıyla yayımlanması gerektiğini düşünüyorum. “Savaş ve Açlar”ı okuduğumda ilk gençlik yıllarımdaydım. Bugün de kimi bölümlerini anımsıyorum
Güngör Gençay, Gerçek Olaylar Işığında Savaş ve Açlar, Evrensel, 28.07.2005
Savaş ve Açlar’ın ilk biçimi olabilir mi? Yazın tarihçilerine bıra