MUZAFFER İZGÜ: GÜLMECE’DEN KARAGÜLMECE’YE KÜÇÜK DEV ADAM


Bando ve mızıkayla dünyaya gelmiştir. “Gerçekten bando mızıkayla!”1 diye yazacaktır. 29 Ekim 1933, Genç Cumhuriyet’in onuncu yılı… Hani şu ünlü Onuncu Yıl Marşı’nın “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” dizeleri vardır ya, Muzaffer İzgü, artı bir, yani on beş milyon bir’dir.

 

O gece annesi, bu coşkun kutlamaların bir parçası olmak, Cumhuriyet’in onuncu yıl kutlamalarında gece düzenlenen fener alayını izlemek isteyecektir. Baba, “Yahu avrat, ayın günün, sancın mancın tutar, hem bu karınla”2 diyerek karşı koysa da… Babanın direncine karşı, anne komşu kadınlarla çıkmışlar dışarı, kendilerini fener alayının geçeceği caddelerin birine atmışlardır. Anne’nin kucağında bir yaşındaki ağabeyi de vardır. Saathane’nin orasını seçerler fener alayını izlemek için. Saathane’nin seçilmesi, eve en yakın yer olmasındandır. Öyle bir kalabalık vardır ki-ne kadar coşkuyla kutlanıldığını bugünleri de düşünerek bir karşılaştırın- iğne atsanız yere düşmeyecektir.

 

Tam da bando Saathane’nin oralarda gözükmüştür ki, bando sesini duyan İzgü, ‘bir de ben bakayım, nedir bu çalgı çengi’ diye meraklanıp, dışarı çıkmak için harekete geçmiştir.

 

“Pıstattararaa!’ demeye başlayınca, ‘Uy anam’ annemdeki sancı… Breh, kaldırımda adım atacak yer yok, yan yön insan, gerisi dükkân. ‘Aman ha, kadının sancısı tuttu ha, yol verin ha!’ Yol nerde ki? O sıra bando da ermiş gelmiş annemin önüne… ‘Kadın doğurdu ha, doğulacak ha’… Polisler yol vermişler anneme, ‘Yürüyün bandonun ardı sıra, ilk sokaktan sapın içeri’ diye./ “Gümdattarara!’…/ Bando önde, annem, ben, abim, komşu kadın ardında, fener alayı bizim arkamızda, ha doğdum, ha doğacağım. / Annemi eve dar yetiştirmişler. Tastamam eve geldikten on dakika sonra beni doğurmuş. Adana’nın Saathanesi’nin çanı yirmi ikiyi ‘dan dan dan’ diye vururken…”3

 

Denebilir ki, doğamadan önce ama doğmak için harekete geçtiği an Cumhuriyet’in kutlamalarının bir parçasıdır artık ve izleyen değil, törende resmigeçit yapandır. Önde bando, arkada, Muzaffer İzgü, onun da arkasında fener alayı… Gösterinin bir parçasıdır!

 

Ne derler bilinir, ‘Yazar olacak çocuk dünyaya bando-mızıka gelişinden bellidir’ ancak gülmece yazacak ise…

 

Çocukluğu pek kolay geçmemiştir, İzgü, yaşamdan damıttığı acıları gülmeceye çevirmiş bir simyacıdır.

 

Damı akan gotik bir gecekondudan damı akan bir başka barok gecekondu arasında çocukluğunu tüketmiştir. Gecekonduların yaşamında derin izler bıraktığı delikli bir yanı vardır, çinko damları arkasından hâlâ yaşamına akar durur.

 

Yaşadığı gecekonduyu betimlerken- ki babası ona ev demektedir, bıraksalar saray da diyebilir- gecekondudan başlamaz, önce avluyu anlatır. Nar, okaliptüs ağacı da olan kocaman bir avlunun ortasında küçücük tek odalı bir gecekondudur. Odanın üstü çinkolarla, yanları bozulmuş ambalaj sandıkları ile kaplıdır. Pencereleri basının tutkusuna göre sürekli yön değiştirir, testere ile kesilir, bir yıl doğuya, bir yıl kuzeye, bir yıl doğuya bakar. Baba İzgü, değişikliği sever ve ona göre tebdil-i mekânda ferah vardır. Bu politika Osmanlı icadıdır. Osmanlı fethettiği topraklarda yaşayan halkı alır, başka bir yöreye gönderir, oradan aldıklarını da fethedilen topraklara getirir. Amaç basit ve anlaşırdır; yaşadığı topraklara bağlı insanların, toprakla aidiyetleri koparılır ve toprak için ayaklanmaları önlenilir. Tebdil-i Mekânda ferah vardır ancak bu ferah Osmanlı hanedanlığı içindir. Baba İzgü’nün böyle düşündüğü kuvvetle muhtemeldir, her yıl yeni bir yere pencere açar ki, içeriden dışarı bakılınca mekân değişir, manzara değişir. Zaten gecekondu dediğin nedir ki, insan ömrü gibi o da bir bakarsın vardır, bir bakarsın yoktur, yıkılmıştır. Fani dünyaya kalın halatlarla demir atmanın anlamı da yoktur, gereği de…

 

Baba İzgü gecekonduyu, her yıl açılan pencerelerle mekânı ve manzarayı değiştirse de, çocuklarının ve eşinin, aynı yere baksalar da aynı mekânı ve pastoral manzarayı gördükleri söylenemez, demek ki görmek yalnızca bakmak değildir ve bakılınca görülen şeyin de gören göze göre bir anlam ifade etmesi kaçınılmazdır. Şirini görebilmek için bakmak yetmez, ona Ferhat’ın gözüyle bakmak gerekir, Aslı’yı görmek demek, ona biraz da Ferhat gibi bakmayı ve dağları delmeyi gerektirir. Mecnun’un kör gözleri ile Leyla’yı görebilirsiniz ancak. Bunun için üstüne üstlük bir de çölleri aşmış olmanız gerektir. Görmek odur ki, kör de olsa sevdiğini gözkapaklarının altında her dem görebilmektir.

 

Gecekonduya gelince, baba İzgü için saraydır demiştik, ailenin geri kalanları için öyle olmadığı anlaşılıyor. Çocuklar için gecekondunun pencerelerinden görülen kuzey de aynıdır, güney de… Tek değişiklik yattıkları zamandır ki, o zaman tavandaki sinema kâğıdı görülmektedir. İlk günler tavana çakılan bu sinema afişi korkutur onları. Afişte, uzun saçlı bir adam vardır, adam yarı çıplaktır, bu da yetmez, yarı çıplak uzun saçlı adamın yanında bir de yarı çıplak bir kadın vardır, onun da yanında çıplaklıkta onlardan geri kalmayan çıplak bir çocuk, bir de maymun. Arkalarında ağaçlar uzar gider, ağaçların ardında kükreyen aslan. Yarı çıplak kadın Tarzan’dır, nam-ı diğer Ormanlar Kralı. Çok büyük bir olasılıkla da 1940’ların Jonny Weissmüler’i, ya da Lex Barker’i. Kadın Jane’dir, Tarzan’ın sevgilisi. O da ya Maureen O’Sullivan’dır ya da Betty Leabo… Çocuk, Küçük Emrah, Küçük Ceylan gibi adlandıracak olursak Küçük Tarzan’dır. Maymun Çita’dır ve Aslan da Aslan’dır ki kendini oynamaktadır.

 

İzgü korkularının üzerine gidecek, afişten korkmayı silecek, yerine uçsuz bucaksız serüvenleri koyacaktır. Yuman gözler bu afişe dikilecek, ormanda, Tarzan’la ve Tarzan gibi bağırılarak, ağaçtan ağaca, sarmaşıklara tutunularak dolaşılacaktır. Jane’nin uzattığı elmalar yenilecek, Çita’ya uzuneşek oynanılacaktır.

 

Gecekondu Muzaffer İzgü’nün öykü ve romanlarına da girecektir, onun vazgeçemediği ve asla unutmadığı bir imge olarak kalacaktır. “Zıkkım’ın Kökü” gecekondu ile açılır, gecekondu bir başka kitaba, “Gecekondu” adıyla da konuk olur.

 

Gecekondu” benim ilk okuduğum gülmece kitabıdır da… Ondan önce sözlü olarak Nasrettin Hoca… Bu anlamda Muzaffer İzgü, hem kendisidir benim için, hem de Nasrettin Hoca’dır. Ama öncelikle de benim hocamdır ki, öğretmenimdir de diye Türkçeleştirmeliyim.

 

Çocukluğumun Aydın’ı. Ortaokul yıllarım. Rahmetli Büyükbabam Gazipaşa Ortaokulu’na kaydımı yaptırmış. Türkçe derslerine Muzaffer İzgü giriyor. Hiçbir dersi sevmiyorum, matematik başta olmak üzere… Keşke bütün dersler yalnızca Türkçe-edebiyat olsa… Zamanı unutuyorum, hain zil göz açıp kapayıncaya kadar ders bitiveriyor.

 

Gecekondu demek, delik bir çaydanlık demektir ki, sürekli akıtır. Gecekondu’da, Gecekondu’nun kahramanı çocuk-bu İzgü’nün çocukluklarından bir çocuktur- kendinden büyük Asaf abisiyle karşılıklı şöyle konuşur; “Kalem var mı Asaf abı sende?/ Ne yapacaksın? / Ayhan’ın kamyonuna silecek yapacağım. / Ne sileceği? / Baksana ıslana ya. / Yok. / Abi? / Ne var? / O büyük evler de bizimki gibi akar mı? / Akmaz. / Bizimki niye akıyor? / Delik de ondan. / Dam mı? / Yoo, Babamın para kesesi.”4

 

Gecekondu demek, hep diken üstünde yaşamak demektir de. Gece konabilen gecekondu, gündüz yıkılabilir de.

 

Türkiye’nin kentsel gelişmesi çarpıklıkların tarihidir. Çarpıklık yalnızca çarpık kentleşme ile sınırlı da değildir. Deveye sorduklarında aldıkları yanıt gibi, neresi doğrudur ki kentleşmesi doğru olsun… Türkiye’nin geri bıraktırılması Emperyalizmin uluslar arası sömürüsünün bir parçasıdır ve bilinçli bir politik enstrüman olarak kullanılagelmiştir. Servet’in ve aynı anlama gelmek üzere uluslar arası sermayenin tek elde toparlanabilmesi, geri bıraktırılmış ülkelerden, gelişmiş emperyalist ülkelere sermayenin aktarılmasını gerektirmektedir. Bir mahallede tek bir zengin yaratılabilmek için, aynı mahalledekilerin yoksullaştırması gerekmektedir. Yoksullaştırma, tekelci plütokrasi için yeni ve yedek işsizler ordu anlamına gelmektedir. Bu yüzdendir ki, emek en ucuz üretim aracıdır. Kapitalizmin en büyük amacı, daha çok kâr için, en az maliyettir. En az girdi ile en çok çıktı alınmalıdır ki, artı değer işverene sermaye olarak kalmalıdır. Sermaye bunu sağlayacağı alanlarda yatırım yapar, ağlarını örer ve sineklerin bu örülen ağa takılmalarını bekler. Bu aynı zamanda işgöçü anlamına gelmektedir.

 

Yoksullaşan, ellerinde üretim araçları olmayan, tek üretim aracı olarak emekleri kalan işsizler ordusu, satabileceği bu tek üretim gücünü satmak için sanayinin geliştiği kentlere akarlar ve işgüçlerini orada karın tokluğuna satarlar. Ancak bu işgücü sattığı karşılığında ancak karnını yarı doyuracak kadar bir ücret alırlar ki, bu ücret sefalet ücretidir. Bu ücretle karınlarını doyurmaktan yoksun olan emekçilerin bir de sokakta kalmamaları için kafalarını sokabilecekleri konutlara gereksinimleri vardır ki, elde ettiklere ücretle bunu gerçekleştiremeyeceklerinden, üstü çinkolarla kaplı, ambalaj sandıkları ile çevrili gecekondular kurarlar.

 

Yoksulun görevi gecekondu kurmaksa, yerel yönetimlerin görevi de bu gecekonduları başlarına yıkmaktır. Vatandaşına aş, iş sağlamakla yükümlü Devlet, bunu yapmayınca, yapılana diker gözlerini ve yasalarını buna göre yapar.

 

Gülmece de buna başkaldırıdır. Yıkıcı olana savunmasını yine onun anladığı dilden, yıkarak yapar. Çağlar boyunca egemene ve zalime doğrultulmuş en etkili silahtır gülmece.

Muzaffer İzgü, bana yazdıkları için “Kara gülmece” tanımını yapmıştı. “Mizah” sözcüğünü sevmez İzgü, yanlış anımsamıyorsam, “gülmece” demeyi yeğler… Gülmeceyi güldürmek, eğlendirmek, hoşça vakit geçirmek için yapmaz İzgü, düşündürmek ve direnmek için yapar. Kara gülmece biraz da bunun içindir.

 

Gecekondu’ya dönelim.

 

Gecekondu’nun kızı Sevim Fikret’e vurgun, evlilik düşleri kuruyor ve çeyiz işliyor. Evlilikleri için aradan gecekondu sorunun çıkması gerektir. Babası oturdukları gecekondunun tapusunu almadan evliliğe pek sıcak bakmayacaktır. Bir tek kâğıt parçası için evlenememektedir.

 

Bir alıntı yapmama izin verin.

 

Baba, dedi Sevim. / Ne var kızım? /N’oldu evimizin tapu işi? / Bir şey olduğu yok kızım. Bu devlet işi… Aynı kış yağmuru gibi… Sonunun ne olacağı bilinmez. Bakmışsın uzar gider, bakmışsın kara çevirir. Koca, koskoca devlet… Kimin ne yaptığı, ne yapacağı bilinmez ki. Bakmışsın bu işlere bakan adam, gece karısıyla kavga etmiştir, karısı yanından kaçıp kapıyı da kilitlemiştir üstünden… Aksilik bu ya, o gece de adamın aklına bizim gecekondular gelmiştir… Herif karıya kızgın, evine kızgın, yatak diken… Yarın yıkayım da şu gecekonduları görsünler demiştir. İşte ondan sonra da bizim işler tamam… Gece avradı koynuna girerse ne âlâ, yoksa hapı yuttu bizim mahalle. / Tavuk Kümesi mi yıkıyorlar baba? dedi Sevim. / Öyle deme kızım… Devlet kuvveti bu, yıkar da yıkar… Belli mi olur? Hem inan bana kızım, tavuk kümesini yıkmazlar da insanların oturdukları evleri yıkarlar. Sorarsın, niye yıktınız diye, sizin için yıktık derler, insanlar için yıktık derler. Sözde bizim sağlığımızı düşündüklerinden dem vururlar ama, inanma… Göze battığımız için, evimiz çirkin olduğu için yıkarlar. Duvarları çamurdan, damı tenekeden olduğu için yıkarlar. Aynı yere betondan evler yapacaksın, bahçelerini güllük gülistanlık edeceksin, geniş pencerelere yeşil perdeler asacaksın, bir de koca koca yollar açtın mıydı, devletin ne kadar büyüğü varsa oraya toplanır. Bir de üstelik açılış merasimi yaparlar. O zaman burası yok dağmış, belediye hudutlarıymış diyen olmaz… İsmini de numune mahallesi koyarlar… Evet kızım, numune mahallesi. Gerçi biz de numuneliğiz ama, fakirliğin numunesi…”5 Öykü gecekonduları bekleyen sonla biter, gecekondunun yıkım kararı çıkar, çaresiz baba, yıkıma gelmiş zabıta memurlarının bakışları önünde kendi elleri ile indirir kazmayı gecekondunun duvarlarına… Gecekondu roman boyutlarında bir öyküdür. Bir uzun öykü, bir novella, bir kısa roman…

 

Gecekonduculuğun bir ucu da kiracılıktır. İzgü’nün Gecekondu romanının ikinci öyküsünün adı da işaret eder buna; “Vicdanlı Ev Sahibi”.

 

Muzaffer İzgü için Aydın’ın çok önemli bir yeri vardır. Yazmaya başladığı yerdir bu Ege’nin sıcak kenti. İlk yazılarını Hüraydın Gazetesi’nde yazacaktır.

 

İlginç bir rastlantı olsa gerek, benim de ilk yazılarım Hüraydın Gazetesinde yayımlanmıştır. Benim yazdığım dönemlerde gazete Bit Pazarı’nın, Gazi Bulvarı’na açılan sokak arasındaydı. Mürekkep kokularının tadı hâlâ damağımdadır. Tiyatro için söylenir ya, sahne tozunu yutan bir daha bu işi bırakamaz diye, yazmak için de öyledir. Yazmak için yazılacak ve yazılanın basılacağı gereçler gerektir. Yazar dediğin de yazar ve yazdığının somut olarak dokunulabileceği, okunulabileceği bir nesneye, bir maddeye dönüşmesini ister. Yayıncılık mı, şimdi bir sektördür ve yazar kurban eder, yazar olmayanları yazar diye takdim eder de yüzü kızarmaz. Şu güzelim ülkede ne çok adı bilinmeyen yazar mezarı vardır! Artık yazın’ın yasalarından değil, Türk Ticaret Yasası’nın maddelerinden söz edebiliriz. Yazar mı, metadır, ürünü mü metadır, her ikisi de alınır ve satılır. Sermayenin tunç yasası onun için de geçerlidir.

 

İzgü, elle yazar ilk öykülerini, ilk yazılarını. Hüraydın’da başlayan yazı serüveni, onu önüne katarak İzmir’e, İzmir’de yayımlanan Demokrat İzmir’e sürükleyecektir. Demokrat İzmir’de kapıdan kovulacak bacadan girecektir. Yazdıklarının gülmece olduğunu da Adnan Düvenci’den öğrenecektir. Akşam ve Milliyet Gazetelerinde röportajları, Milliyetin verdiği ekte de gülmece öyküleri yayımlanır. Milliyet’te köşesi vardır artık, her hafta bir öykü yayımlar.

 

Akbaba serüveni de ilginçtir. Bu serüveni bana da anlatmıştır. İlk ağızdan dinleyenlerdenimdir. İzgü gülmece öykülerini yazar ve postayla Akbaba’ya gönderir. Akbaba dönemin en etkin gülmece dergisi, baskı sayısı da iyi. İyi de muhalefet yapıyor. Dergi’yi Yusuf Ziya Ortaç çıkarıyor. İzgü yazmaya, Akbaba yayımlamamaya devam ettikçe, İzgü’nün sabrı taşıyor, Yusuf Ziya’ya bu kez mektup göndermek yerine telgraf çekiyor. Telgrafta, öyküleri Akbaba’da yayımlanıncaya kadar, PTT’nin İzgü’den Ortaç’a çalışacağının altını çiziyor. Telgrafı okuyan Yusuf Ziya Ortaç, sorumlu yöneticiye Muzaffer İzgü adında birinin öykü gönderip göndermediğini soruyor, yanıtı evet olunca, bu inatçı adamın yazdıklarını bulup getirmelerini istiyor. Yusuf Ziya’nın önüne İzgü’nün yazdığı kırk iki öykü konuluyor. Yusuf Ziya bir öykü seçiyor ve başlıyor okumaya, okudukça gülümsemeye… Bir telgraf da Yusuf Ziya çekiyor İzgü’ye. Yazdıklarını beğendiğini, çok iyi yazdığını ve daha da iyi yazacağını söylüyor telgraf yanıtında. Önce gönderilen kırk iki öykü de, İzgü’nün ondan sonra gönderdikleri de yayımlanır Akbaba’da… Artık ne gönderirse yayımlanacaktır…

 

İlk kitabı “Gecekondu”dur ve bu da gecekondunun, gecekonduculuğun Muzaffer İzgü’nün imgelemeni nasıl kazındığının da somut bir göstergesidir. İzgü, gecekonduyu, gecekonduculuğu asla unutmayacaktır. Basılan ilk kitabı “Gecekondu”yu eline aldığında ilk gecekondusunu kondurmuş gibi sevinçle kucaklamıştır. Ardından diğer kitapları gelecektir ve İzgü hep çok üreterek yazacaktır. Remzi Kitapevi, art arda önce “İlyas Efendi”, sonra “Halo Dayı”yı bacaktır.

 

Atilla İlhan bir ekoldür, okuldur. Onu izleyen pek çok şair dostum var, Hüseyin Yurttaş, Ahmet Günbaş, Hidayet Karakuş, Ahmet Zeki Muslu, Talat Avcı, Tahşin Şimşek, Mehmet Genç, N. Savaş Gündoğdu vs… Onların şiirlerine baktığımda da aynı duyguyu taşıyorum; Attila İlhan ekolünden geldiklerini… Şiir anlayışları da, biçimsel anlamda büyük harflerle şiir yazmamalarını da… Muzaffer İzgü de Attila İlhan’la taşınma onuruna sahip olmuş ve Attila İlhan’ın o kucaklayıcı, sahip çıkıcı tutumuyla Bilgi Yayınevi’nde diğer kitaplarını yayımlamıştır. Bilgi Yayınevinde yayımlanan ilk kitabı “Donumdaki Para”dır.

 

İlklerden söz ederken, bir de ilk tiyatro oyunundan söz etmemiz gerekecektir. Bu da Nejat Uygur’un sahneye koyduğu “İnsaniyettin” adlı oyunudur. İzgü, tiyatro oyunları ve çocuk kitapları da yazacaktır.

 

Bana, öykü ve romanlarını, siyah vosvos’unda, evlerinin mutfağında yazdığı söylemişti. Yazarken çokça kahve içtiğini ve kahveyi fincandan değil, bardaktan içtiğini de anlatmıştı. İzmir’de Üçyol’daki apartmanının altındaki küçük işliğinde kafes içindeki kekliğini de anımsıyorum… Yazı yazdığı mekânlardan birisi de orasıdır. Yazları Kuşadası’nda karşılaşırız, İzgü Kuşadası’nın akşamlarını sever. Torunun adı da oradan gelmektedir.

 

Öner Yağcı’ya yazarken tek tutkusunun çay içmek olduğunu anlatır. Yazı makinesini sehpanın üzerine koyar, hamam iskemlesini de altına çeker, sigara, çakmak yazdığını söyler… Benim usumda kahve kalmış. Ama zaten bunları birbirinden ayıramazsınız, çay ve kahve aynı değneğin iki ucudur, ikisi de olmazsa olmaz.

 

İzgü’nün babası gecekonduda yaşamış bir emekçidir. Bu yüzdendir ki, oğullarına gemicikler alamaz, çokuluslu şirketlerle ortak iş kuramaz, pastörize yumurta, GDO’lu mısır, güvenlik ya da petrol işi yaptıramaz. Ama İzgü de diğer işleri yapar; fırında çıraktır, tarlada ırgattır, çay ocağında ocakçıdır, akrep avlar, eşekarısı toplar, topladıklarını götürür eczaneye satar.

 

Üstüne üstlük, bir de yeniyetme olarak âşık olur. İzgü “Zıkkımın Kökü”nde yarım kalmış, sonu ayrılıkla bitmiş bu öyküyü de anlatır. Raziye’yi sever, Rayize de onu. Bu aşk karşılıklıdır ve Muzo bu aşkın ömür boyu süreceği sanrısındadır. Muzo Raziye’yi, gezici sinemacı olarak dolaşırken köy gençlerinin ahlakı bozduğu gerekçesi ile karakola düştükten sonra, eve kapandığında tanıyacaktır. Yönü hep değişen pencerelerin önüne minder atıp, kitapları okumaya başladığında görür Rayize’yi… Raziye, sapsarı saçlarıyla karşıdaki gecekonduda oturmaktadır. Gecekondularının penceresinde oturur ve kanaviçe işler. Ara sıra da bakışırlar… Tanışmaları için bir kuru soğan yetecektir. Bir gün annesinin evde olmadığı bir sırada, kuru soğan istemek için gelir Raziye. “Ne yapacaksın soğanı, dedim. / Yemeğe doğruyacam, dedi. / Yemeği sen mi yapıyorsun? / He. /Anan yok mu senin? / Yok… Bir babam var.” 6

 

Muzo, kıskanır da Rayize’yi. Babasıyla tarlaya gittiğinde, Muzo da arkasından tarladadır. “Kız, dedim, sen n’apıyormuşsun burada? / Korkarak baktı yüzüme: / N’apıyormuşum ki? / Oğlanlar etrafında fır dönüyorlarmış… / Hangi orosbu kasığında yatmkış dedi bunu? / Şurdaki kocakarı. Ben geldiğim zaman bir o vardı burda. / Bildim… Onun kulp takmadığı kimse yok ki burada? Allah bilmiş de bi gözünün ferini söndürmüş zaten. Oturup hazırdan yiyor burada, ondan sonra da onun bunun zemini govunu yapıyor. / Sen türkü çığırıyormuşsun geceleri… / Değil vallaha! Bi kere bile çığırmadım. Hem lan çığırsam bile senin aşkından… De Muzo, ilk gavuşmuşuz, insan hiç böyle tatsız tuzsuz sözler eder mi lan?”7

 

Kırık bir öykü olarak yarıda kalacaktır bu aşk. Raziye İstanbul’a gidecektir. Kimin sözüydü, bir filmden duymuştum. “Bırak gitsin,” diyordu filmin oyuncularından biri, “ dönerse senindir, dönmezse hiçbir zaman senin olmamıştır” demişti. Raziye gidecek ve dönmeyecektir. Erkek egemen toplumda bir kadın bütün baskıları karşın nasıl dönebilir ki? Bu olası mı?

 

Sonra öğrenir Muzo, Raziye’nin evlendiğini… “Demek İstanbul, demek Taşlıtarla… Raziye orada, orada olmasa bile İstanbul’un herhangi bir yerinde…”8 O da Raziye’nin ardından İstanbul’a gidecektir. Yağmur yağıyordur bereketli Adana ovasına…

 

Muzaffer İzgü’nün gülmece anlayışını gülmece romanları ve öykülerini yazdığı dönemlere göre değerlendirmek gerekmektedir. İzgü’nün başlangıçta, küçük insanları anlattığını görüyoruz. Bu insanlar, tipolojik olarak siyasal sistemin ekonomik enlem ve boylamları arasında sıkışmış, kapitalist düzenin parasalcı yanıyla ezdiği ve insanca yaşamdan yoksun ettiği öykü ve roman kahramanlarıdır. İzgü, bu söylemini son roman ve öykülerinde de sürdürecek, vefalı bir yazar gibi onları ve onların serüvenlerini yazmaya devam edecektir. Hangi kitabını açarsak açalım küçük adamları, bürokrasi çarkı içinde çaresizlikle sıkışmış insanları tanıştırır bize.

 

Bunda en önemli özellik, İzgü’nün de çıkış olarak küçük ve sistemin yok etmeye çalıştığı sınıftan geliyor olmasındadır. Yoksul bir memur’un oğullarından biridir. Babasının eğitim kurumlarında yardımcı hizmetli olarak çalıştığını biliyoruz. Anne bundan da yoksundur. Ev kadınıdır ve yoksullukla örülü duvarların ardında yaşayan yoksulluk tutsağıdır. Kendisi de ayna çarka teslim olmuştur. Eğitmen olarak görev yapar ve emekli olur. Asıl ve düzenli geliri kamusal anlamda kendisine bağlanmış olan emekli aylığıdır ve hükümetlerin uyguladığı mali politika, emekliyi yaşatmak değil, ölümünü ertelemek ve uzatmak üzerine kuruludur. Maaş ve ücret politikası da buna göre belirlenmiştir. Çağımızın emekçileri ve emeklileri köledirler ve modern çağın köleleri olmanın ötesinde, ilkel çağların ve feodalitenin, çarpık kapitalist düzenin prangalı köleleridirler. Hükümetler onlara ölmeyecek kadar bir maaş/ücret verirler ve verdikleri her kuruşun vergisini daha ellerine geçmeden keserler. Bu anlamda hükümet politikaları yoksuldan alıp, varsıla vermek olarak da özetlenebilir.

 

Hükümetlerin bu politikaları gülünçtür ve gülmece kendiliğinden doğar. Asıl komik olan bu uygulamaları sürdürmek isteyen hükümet politikalarıdır. Bu politikalara mahkûm emekçiler, sürünebilmek için bin bir takla atarlar ve cambazlık yaparlar. Gülmece hem bu durumun saptanılmış işidir hem de bu yok etme amaçlı politikalara atılan sert bir tokattır, bir düello teklifidir. Karnını doyuramayan emekçi, karnını tıka başa doyuranın yanında karikatür gibidir, tok açın halinden anlamaz ve anlamadığı gibi ona şaşar. Şaşkınlık gülme olarak sese dönüşür ve tene değer. Aç onurunu koruyabilmek için beyzadeyi eleştirmek için bu kez onu gülmece öğesi biçimine dönüştürür. Yoksulluğunun suçlusu ve gerekçesi olarak gösterir. “Açsam, “ der, “senin benim yiyeceğimi de yemiş olmandandır!”

 

Bütün gülmece ustaları bu çelişkiyi görmek ve göstermek zorundadır. Göstermiyorsa zaten yaptığı gülmece değil, eğlendirmece, hoşça vakit geçirtmecedir ki, bu da ancak kitlelerin afyonlanması ile olasıdır. O zaman yazar, kalemini insan onuru adına değil, onu insan olmaktan uzaklaştıran adına kiralamış olur. Televizyonlar, billboardlar, çoksatar listeleri bunun içindir! Sistem kendi yazarını metalaştırır, vicdanını ve kalemini satın alır, ürettiklerini de değersiz de olsa, ticaret yasası hükümlerini kullanarak tekelleştirir, yaldızlı ambalajlarla süsler ve kâr edecek biçimde satar. Satılan hem metalaştırılmış yazar hem de onun ürettiği metalaştırılmış yapıttır.

 

İzgü’ye dönersek…

 

Muzaffer İzgü, direnen ve sisteme yenik düşen insanı yazar ve yazmayı sürdürür. Bu tipolojiyi yaratırken, yaşatırken ve yazarken, kendisi de bu sistem içinde ezilmekte, sıkıştırılmaktadır. Bu yeni bir nefes alabilme, basınca ortadan kaldırabilme, anevrizmayı indirebilme yöntemidir. Ceza yasaları Demokles’in Kılıcı gibi başında sallanırken, 657 Sayıyı Devlet Memurları Yasası da gardiyan olarak yanı başındadır. Yazar tuzaklara düşmemek ve yakayı ele vermemek için gerilla taktiği uygulayacak, vuracak ve kaçacak, eleştirecektir ve yaptığından ötürü de ceza görmeyecek, emeğinden olmayacaktır, olmamalıdır.

 

Demokles’in Kılıcı, mitik bir söylemdir. Sirakuza Kralı Dionysos, iktidarın ve kral olmanın çok rahat olduğunu savunan Demokles’e, öyle olmadığını göstermek için tasarladığı bir olgudur. Onu yemeğe davet eder ve başının üzerinde sürekli sallanan ağır ve keskin bir kılıcın altındaki bir koltuğa oturtur. Demokles’in oturduğu koltuk krallığı simgeler. Dionysos bunu yapmakla aslında yönetmenin ne kadar zor ve tehlikeli olduğunu göstermek istemektedir. Bu tanım günümüzde de aynı anlamı vurgulamak için kullanılmaktadır.

 

Bu dönemde yazdıklarında biraz da kendini anlatır. Kendinden yola çıkar ve benzerlerinin yaşamlarını yazınsallaştırır. Artık kendisi de tip’tir ve bu tipolojik kavramın içerisinde kendi gibiler vardır, tip bu tipoloji içinde kendi olmaktan çıkar, öteki ve diğeriyle bir bütün olur. Bir “ben” vardır, “benden içeri”…

 

İzgü’nün gülmece anlayışının ikinci dönemi, özgürleşme dönemidir ve bu dönemdeki ürettiği öykülerin tipolojilerine siyasal sistemin ve onun unsurlarının alaysanması, daha çarpıcı ve daha net eleştirilmesini görüyoruz. İzgü, bu dönemde zincirlerinden kurtulmuştur. Hukuk Devleti kavramı, çoğunlukla ortalarda görünmese de, zaman zaman kendini kimi kararlarla duyumsatır. Gülmece ve ağır yergi suç olarak tanımlanmaz. İktidarların gülmeceye karşı tavırları biraz da bu yüzdendir. Eleştirilmeye katlanmazlar ve olgunlukla karşılamazlar.

 

Hemen vurgulamak gerekmektedir ki, Muzaffer İzgü, eğlendirmek, hoşça vakit geçirtmek, aval aval güldürmek için yazmaz.

 

Düşündürmek için yazar!

 

Bir yazarın bundan daha kutsal bir görevi olabilir mi?

 

-----------------------------------

  1. Muzaffer İzgü, Zıkkımın Kökü, Bilgi Yayınevi, 2. Basım, Haziran 1990, Ankara

  2. Age.s.5

  3. Age,s.5,6

  4. Muzaffer İzgü, Gecekondu, Remzi Kitabevi, 2. Basım, İstanbul 1976, s.13

  5. Age s.46,47

  6. İzgü, Zıkkımın Kökü, s.145

  7. Age, s. 178

  8. Age, s.290

Yazarın Tüm Yazıları