İçinde aşka benzer bir duygudan söz eder Sabahattin Kudret Aksal. Nasıl bir duygudur bu? Dediği ve değindiği gibi “Aşk” mı? Öyle olmadığını anlıyoruz, “Aşka benzer” diyor. Aşka benziyor ama aşk değil? Nedir öyleyse? Aşk olmayın, aşka benzeyen nedir?
Öyle bir duygudan söz ediyor ki Aksal, duyumsandığında kaygı bulutları dağılıp gidiyor, gökyüzünde mavi tazeleniyor. Eski ve esrik bir yolculuğu anımsatıyor ona. Uğultusunu duyumsuyor. Bu uğultu ile birlikte dünya yeniden ve bir kez daha, olağan dönüşünün dışında, Sabahattin Kudret Aksal için dönüyor. Yalnızca ona ve yalnızca onun için. Daha ilginç olanı bir ağacın kaymasıdır. Yıldız kaydırır gibi, ağaçları kaydırıyor Aksal.
Bahar mı?
Suda bir çağırı işitiyor, havada bir koku…
Belki yalnızlık?
“Çıkıverdiğini çevremin ortaya bir başka kılıkta” Bakıyor ve görüyor. Bildiği gibi olmadığını, alışkanlıklarla tüketilen dostlukların bir başka kılıkta olduğunu… Tüketilen dostluklar iki tarafı keskin kılıç gibidir, tutanı da keser. Hem arkadaşlığı, hem de arkadaşlarla arkadaş olanı… Öyleyse dostlukları bahar gibi her dem yenilemek/yinelemek gerektir, yoksa alışkanlıklar onu başka kılıklar taşımaya iter. Aksal bu duyguyu “karıncalanma” olarak duyumsar, ayaklarında başlayan bir karıncalanma olarak… Aksal, direkleri elden geçirilmiş, yelkenleri yenilenmiş, yosunu temizlenmiş teknelerle özdeşleştiriyor bu duyguyu duyumsadığında. Kimsenin kendisini tutamayacağını vurguluyor. Çaresizlikle her şeyi geride bırakacaktır; evini, işini, kentini…
Giderken bütün gemilerini yakacaktır. Gidecek ve gittiği yerden geri dönüşü olmayacaktır. Geride kendine ilişkin hiçbir şeyi bırakmama düşüncesindedir. Bir Pirus zaferi olacaktır bu, her şeyin yitirildiği. 280, 279 yılında Epirus’lu Pirus, topladığı bütün güçleriyle Roma’ya saldıracaktır. Bir tek amacı vardır, ne pahasına olursa olsun, neyi yitirirse yitirsin bu savaşa kazanmak ve Roma’yı fethetmek. Savaşı kazanacaktır Pirus, ama geride zaferini kutlayacağı hiç kimse kalmamıştır. Pirus “Tanrım,” der acıyla göklere çevirerek başını, “bir daha bana böyle bir zafer verme!”
Aksal’ın giderken, geri dönmeyeceğini bilmesi, geride kendinden bir şeyler kalmaması duygusu Pirus Zaferi’dir. Yenilenlerin yengi olmayan yengisi, ya da aynı anlama gelmek üzere yenenlerin yenilgisi, yeneninin olmama hâli! Aksal,”Tanrım,” diyecektir Pirus gibi ve aynı görkemle başını gözlere çevirecek, “bir daha bana böyle bir zafer verme!” diyecektir.
Nereye gideceğini de bilmez. Yola düşmektir aslolan. Yolda olma hâlidir. Yol onu bir yerlere götürecektir. Önemli olan gitmektir ve yolların bir yerlere açılmasıdır. Öte yandan çıkmaz sokaklarda tıkanıp kalmak gidememe hâlidir. Basıp gitmek zorundadır, budur işin gereği. Şöyle düşünecektir yolculuk boyu; “Bundan sonra bana artık yol görünsün/İster bir yeşil ağaçlık arasında/Bir toprak, ister susuzluktan çatlamış kıraç/Yüreği ışımışsa bir kez ne der görüntü adama”
Aksal, aşka benzettiği bu duygunun ardından gider mi, kaçar mı? Önemli olan budur. Yitirmeyi göze aldığına göre, gitmek değil, kaçmaktır amacı. Belki de başka kılıklarla karşısına çıkanlardan, bu yaşam da olabilir, kaçmak ister. “Aşka benzer bir duygu uyanmaya görsün içimde/Dağılır gider tüm törelerin bulutu”
Aksalın Pirus zaferine benzer, kaçmak, gitmek, unutulmak duygusu, ölümü ve yalnızlığı çağrıştırır. Yalnızlık da, unutulmak da ölümdür. Ölüm de yalnızlık ve unutulmaktır.
Aksal aynı şiirini öykülerinde de yapar. Neredeyse şiirini Gazoz Ağacı’nda öyküleştirir. Öyküde şiirini dizelerle değil, tümcelerle anlatır ve bir kez daha kurgular. Birinci tekilden anlatır öyküyü ve kahramanının iç sesiyle şöyle konuşur: “Herkesin bir akşamüstü, bir delicesine yalnız kalmak, yalnızlığından bir şeyler bulabilmek istediği saat vardır. Benim bu akşamki vapur arkadaşımın böyle bir saati yoksa bana ne? Yarım saatlik boşuna bir konuşmanın verdiği hınçla ayrılacağım yeninden, çarşıya doğru yürüyeceğim. Dünyayı yavan, yaşamayı tatsız bulmaya başlayanlara benden küçücük bir öğüt: Boş lakırdılar çuvalı bir tanıdığın yanından, hafif de olsa şöyle kabaca ayrılıp, bir sigara yaktıktan sonra, gelişigüzel birkaç adım yürümenin tadını denesinler. Şimdi nereye gitmeli diye düşündüm. Şimdi ne yapmalı? Bir akşam saatinde kafasında belli bir düşünce içinde bir duyguyla yürüyeceği yol, gideceği bir ev, içeceği bir içki, oturacağı bir kahve, göreceği bir insan olmayan kişinin halini ne diye anlatmalı? Oraya mı gideyim, yoksa başka yere mi? Bu saatte böyle düşünenin içinde bir daha onarılmamak üzere çöken, çürüyen, bir şeyler vardır, zehir gibi bir birikinti, tortu gibi bir şeyler.1
Şiirdeki kapalılık, öyküde bütünüyle açılmıştır. Delicesine bir yalnız kalma tutkusundan söz eder Aksal orada. Vapurda karşıya geçerken, yanındaki bir tanıdıkla yaptığı yarım saatlik yarenlik onun için artık söyleşinin de ötesine geçmiştir, bir yük biçemini almıştır. Bunu yarım saatlik boşuna bir konuşma olarak algılar. Hınçlanır. Bu tatsız duyguyu kendisini anlatanı boş lakırdılar çuvalı olarak nitelendirir. Ancak şiirde söylediği gibi nereye gideceğini de bilemez. Geleceğine ve yaşamına bakar, sorgular. Gideceği bir ev, içeceği bir içki, oturacağı bir kahve, göreceği bir insan yoktur, kazınmıştır, boşaltılmıştır. İçi kupkurudur. Kocaman bir boşluk vardır ve bu boşluk dolacağına giderek büyür. Kendisi de bunun bilincindedir. Bu duygu onarılmamak üzere çöreklenmiştir, giderek çürütmekte ve çürümektedir, zehir gibi bir birikintidir bu, ağır ve katlanılması olanaksız bir tortu. Bütün bir yaşamın ve yaşanmışlıkların verdiği artık yaşamaktan keyfi alamama tortusu, duygusu... Oraya mı gitmektedir?
Bu temayı başka şiirlerinde de görmek olası.
“Liman Direkler Yelken”de, bütün bir şehri bir sabah, kimselere duyurmadan, ağzında şarkılarla gitmekten söz eder. Kalbinde yaptığı işten duyduğu pişmanlığı götürmektedir. Uzak limanları ve uzak limanların serseri çocuklarının kendisini beklediği söyler. Onlarla birlikte bir sabah erkenden yelken direklerine konan martıları seyredeceklerdir.
“Gece”de, uykularla sürüklenen kentin, yas elbisesi giyerek pencerelerden evlere dolacağından söz ederken, apaçık vurguladığı yalnızlıktan da öte ölümdür. Kaldı ki, ölüm hali de bir yalnızlık, bir terk etme ve terk edilme biçimidir Aksal için. Bir ve aynı içeriktedir. Gece’de de apaçık bunu vurgular ve pekiştirir, ölümden söz eder. “Ve söylesin karanlık odalarda/Zenci kadınlar ölüm şarkısını” Karanlığa iki kez vurgu yapar; odalar karanlıktır ve karanlık odalarda zenci kadınlar vardır. Söyledikleri şarkı ölümün şarkısıdır.
“Gidiyorum”un da böyle bir içeriği var. Giderken içine denizin dolduğunu söylüyor ve elbiselerinin kimsesiz bir biçimde arkasında kaldığını belirtiyor. Giderken gözlerine dolan son görüntüler, kocaman ağaçlarıyla kutsal bildiği kent, beyaz bulutlar, mahzun insanlar ve gecedir. En çok gece ve gece artık bir değiştirmecedir. Gece, ölümdür. “Ve sen sakin gece en son sen/Bütün bunlar bana seni hatırlatır neden”.
Neden?
Havada keskin ve kanamaya, kanatmaya hazır bir ustura gibi asılıdır bu tek sözcük…
Yanıt yerine geçer mi, bilmiyorum. “Elden Ne Gelir” bunun yanıtı gibidir. “Ocağımda ateş yanmaz/Doldurmuyor bardağı su/Odamda son kalan bu yaz/Solmuş çiçeklerin kokusu//Dönmüyor giden pervane/Yaranıyor sönen lambalar/Ah artık elden ne gelir/Çiçek açtı çatladı nar”
“Bilirim”de de gitmek, ölüm, yalnızlık temalarını anıştıracak öğeler vardır. “Bilirim,” der Aksal, “boşa geçmiş vaktim.” Zaman bitmiştir ve geçen zaman boşa geçen zamandır. Sofralardan uzaktır ve bahçedeki çiçeği koparamayacaktır. Başkasının koparmasını ister. Evinin sönük duran ışığını başkası yakacaktır. Ona ödül olarak güney kuşları vaat eder.
Gece ve ölüm dönüştürmesi için “Bir Akşam İsterim” okunmalıdır. Nasıl bir gece ve nasıl bir ölüm sorunsalını somut bir biçimde dizeleştirir. Çizgisiz bir akşamdır bu. Kelimesiz şarkıları gölgeler söylemektedir. Renklerin adı unutulmuştur ve karanlık çözülmemiş bir düğüm olarak oradadır. Oradaki pencereler başka ve yeni şehirlere açılmaktadır. Hiç kuşku duymuyorum ki, bu kent ölüler kentidir ve mezarlıkların bütün pencereleri oraya bakmakta, oraya açılmaktadır.
Ölüm ve onu simgeleyen yalnızlık, gece, dönmemek üzere yitip gitmek üzeride yeterince durduğumu düşünüyorum. Son bir örnekle bitirmek isterim. Sabahattin Kudret Aksal’ın vasiyeti niteliğindedir bu!
“Bir Gün Akşam Vakti”nde şunları söyler; “Bir gün bir akşam vakti ölüversem/Kimseler duymasın kimseler duymasın/Bir gün bir akşam vakti ölüversem//Ve sen o saatlerde uykudasın/Telaşa düşmeyin telaşa düşmeyin/Böyle vakitsiz çıkıp gidersem”
Nâzım, Tahirle Zühre Meselesi şiirinde “hatta sevda yüzünden ölmek ayıp değil.”, Karlı Kayın Ormanı’nda “ ne ölümden korkmak ayıp/ne de düşünmek ölümü” derken ölümü içselleştirmiştir. Yaşamak varsa, içinde ölüm de vardır. Yaşamak ve ölmek bir elmanın iki yarısı, biri yoksa diğeri de yoktur. Aldığımız her nefes bizi yaşatırken, öldürür, ölüme de taşır… Ölüm teması pek çok şair için çekici gelmiştir. Ölümden söz etmek, hem kabullenmek, hem meydan okumaktır, hem korkmak, hem de korkmadığını kanıtlamaktır. Ölümden, Orhan Veli de söz edecektir, Nâzım da, Cahit Sıtkı Tarancı da… Pek çok yazın eleştirmeni, bu benzerlikler nedeniyle, şairleri etkileşmekle, benzeşmekle nitelendireceklerdir ki buna katılmıyorum. Ortak temalar ve benzeşmeler, ölümün ya da yaşamın biricikliğinden, ortaklaşmacı ve nesnel oluşumundan kaynaklanmaktadır. Çokbilmiş eleştirmenler için kolaylıkla yok sayılan ve göz ardı edilen bir özelliktir bu.
Aksal için yapılan değerlendirmelerde bir başka ortak yaygın kanı-bu salt Sabahattin Kudret Aksal için değil, neredeyse yazınla uğraşanların bütününü içerir- şiirlerinde günlük yaşamın kaygılarının, tutkularının, korkularının yazılan şiire yansıdığıdır. Bundan daha farklı bir yöntem düşünülebilir mi? Şair/yazar, maddi gerçekçilikten sapıp, başka türlü yazabilir mi? Divan Şiirinden söz etmiyoruz, şair ulufe almak, sultan’a yaranmak için yardakçılık etmeyecektir. Dik ve onurlu bir duruş sergileyecektir.
Akademik yayınlarda da benzer değerlendirmeler görmekteyiz. Sabahattin Kudret Aksal’dan söz edilirken, ortak yafta ona da yakıştırılır ve şiirlerinde şu ya da bu şairlerin yazdıklarının etkisi görüldüğü belirtilir. Bir yumurtadan kırk çeşit yemek yapılabileceği gerçeği yok sayılır.
Buna en güzel yanıtı Aksal’ın verdiğini düşünüyorum. “Şiir ne yargılar, ne açıklar. Sadece bir izdüşümü saptar, okura o izdüşümü vermek ister.” Konu bu denli yalındır. Bunun ardında başka şeyler aramak, yorumlamak değil, zorlamak olacaktır.
Onun hakkında verilmiş, en doğru, geçerli saptamayı Mehmet Fuat dillendirmiştir. Mehmet Fuat’a göre, Aksal, “Garip akımının getirdiği, alçak sesli, arı söyleyişlere yakınlık” duymuştu, “Biçime, dile büyük özen” göstermiştir. “Günlük yaşamdan aldığı izlenimleri serbest dizelerle yansıtırken bile yapıya önem” vermiştir. “1940’larda günün eğilimlerine uygun küçük adam şiirleri yazarken, sonraki yıllarda düşünceyi yoğunlaştıran söyleyişlere doğru” gelişmiştir. “İkinci Yeni akımından değişik dönemler yaşadıysa da şiirinin dış yapısında değişikliklere yer” vermemiştir.
Fuat’ın saptamasında gündeliğin kullanımını ve bu kullanımın zorunluluğunu görmek olasıdır. Bu kullanım moda değildir. Bunu aynanın işlevine indirgeyebilir, ayna kuramı diyebileceğimiz bir yöntemle açıklayabiliriz. Aynaya düşen görünüm, hem görülen, hem gösterendir. Yansı görüntülenen olmasına karşın, artık aynanın sırla parlak yüzü önündeki gösterilenidir ve anı değildir. Ayna önündekini yansıtırken, onu değiştirmiştir de. Görünülenle görüntülenen bir ve aynı olmasına karşın, terstir, bu nedenle de bir ve aynı değildir. Aynanın karşısına konulan ayna yine aynı görüntüleri birbiri içinde yansıtarak çoğaltacak ve her görüntü bir önceki görüntünün yansısı olarak, farklılaşacaktır. Tek bir nesne, aynadaki yansımalarla çoğalarak, çoğaldığı sürece farklılaşacaktır. Bu nedenle aynanın aynı görüntüleri yansıttığı söylenilemez. Hangi aynaya ve hangi aynadaki görüntülere baktığınız, bakış biçiminize göre yorumu gerektirecektir. Giderek, her metin taklit olsa da, artık aynı değildir, başka ve farklı bir metindir.
Kaba bir değerlendirme ile “Günlük yaşamın, küçük ayrıntıların, avareliklerin şairi oldu” yakıştırması, bütünüyle gerçeğin saptırılmasıdır. Yaşamlarımız zaten gündelik ve küçük ayrıntılar ile oluşmuyor mu? Çok büyük, çok görkemli, olağanüstü bir yaşam mı var önümüzde de bunu reddedip, gündelik olanı, basit ve küçük ayrıntılarla dolu olanı seçiyoruz? Saraylarda ve Binbir Gece Masalları’nda mı yaşıyoruz ki, olağanüstülüklerden söz edelim? Aksal’ın yaşamı da günlük, küçük ayrıntılardan oluşmuyor mu? Başka nasıl yaşanılır ve bu yaşamdan başka ne çıkarılabilir?
1920’de henüz Cumhuriyet denilen en güzel çocuk doğmadan doğmuştu. Mavi Gözlü Cumhuriyet’in kurucusu ölmeden bir yıl önce 1937’de Özel Işık Lisesi’ni bitirmişti. 2. Paylaşım savaşının başlamasından bir yıl önce 1943’de İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirmişti. Felsefe öğretmenliği savaşın bittiği yıl bitecektir. Savaş sonrası Çalışma Bakanlığı’nda kısa bir süre İş Müfettişidir. Ardından İstanbul Konservatuarı Müdürlüğü, Belediye’de Yazı İşleri Müdürlüğü, yine, aynı belediyede İktisat Müfettişliği, Şehir Tiyatrosu Müdürlüğü, konservatuardan emekli oldu. Bu yaşam biçimi mucizelere ve olağanüstülüklere kapalıdır. Onun en olağanüstü yanı şiirler, öyküler, denemeler ve oyunlar yazması, çeviriler yapmasıdır!
Bir Sabah nasıl uyanmak istediği, onun Binbir Gece Masalı’dır. Bir sabah, elleri cebinde çıkacaktır. Ceketsizdir, ceketi iskemlede asılı kalmıştır. Bilerek unutmuştur, ya da artık ısınmak için ceketine gerek yoktur. Dostları kahvede onu beklemektedir, ama oraya gitmeyecektir. İşe de gitmeyecektir. Bu onun olağanüstülüğüdür, olağanüstü bir gün, olağanüstü bir masal yaşamak istemiştir. Zorluklardan ve zorunluluklardan kaçmaktadır. Kendisi ile birlikte olacaktır, kendisi için yaşayacaktır. Hiç değilse, tek bir gün bunu yapmanın mutluluğunu duyumsamak istemektedir. Çiçek kokan sokaklarda, yalnızca bu güzelliği, mu mutluluğu duyumsamak için dolaşacaktır. Kentlerin sokakları bunun içindir. Sokaklarda bildik, tanıdık bir koku ararız çoğu kez. Turunç ağaçlarının beyaz çiçeklerindeki turunç, güzel bir kadının rüzgârda uçuşan saçlarından yayılan limon kolonyası kokusunu… O koku alır götürür bizi… Yeniden gökyüzünü tatmak isteriz, ağaçlara selam vermek, beton blokların acılı halini sormak… Aksal, “Senden başkaları için değil” der, “Bu güzel gün/Mavi Gök.”
Bir sevda halidir. Sevdiği bir kadın vardır, çocukluk resmini cebinde taşır. Gündüz gece eli elindedir, parklarda gezmektedir, bazen sinemada, ya da bir evde baş başa. “Böyle olur aşk dediğin/Şaşkına çevirir insanı bir bakıma/İş güç arkadaş/Ne varsa unutturur adama”
Bu tutku ve duygu gündelik gibi görünür, ama değildir! Gerçek yaşamın hem içindedir, hem dışında. Herkes kendisi için yaşar, ama eliniz sevdiğinizin elindeyse, herkes iki kişi için yaşar. Bu artık yalnız sizin yaşamınız değildir, iki kişilik bir dünyadır ve aşk iki kişiliktir, ya da tek kişilik… Şöylesi daha uygun olur, aşk iki kişide tek başına yaşanır, ya da tek başına aşk iki kişilik yaşanır.
Aksal 19 Nisan 1993’te yaşamını yitirir.
Mezarında zenci kadınlar ölüm şarkısını söylemektedir. Bunu yalnızca işitir. Aksal, çizgisiz bir akşamda, kelimesiz şarkıların gölgelerinde, adı unutulan renklerle, oradan başka ve yeni bir şehre açılan pencereden dışarı bakmaktadır. Uzak limanlarda, uzak limanların serserileri çocukları ile yelken direklerine konan martıları seyretmektedir.
-------------------------------
Sabahattin Kudret Aksal, Gazoz Ağacı ve Diğer Öyküler, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2004