TERSİNE AKAN NEHİR, YERKÜREDEN GÖKYÜZÜNE ÇAKAN ŞİMŞEK: CAN YÜCEL


Can Yücel, tersine akan bir nehirdir, Asi Nehri için öyle denir, inadına tersine akar, adını da öyle aldığı dillendirilir.

Yerküreden, gökyüzüne, evrene tersine çakan bir şimşek.

Koşunun ilk yüz metresini “Bizim Deniz’e” (More Nostrum) bırakıp, kalanını koşan maratoncudur.

Kökleri, gittikçe genişleyen evrende, yaprakları yerkürede, Melih Cevdet’in “Rahatı Kaçan Ağaç”ıdır. Meyveleri mi? Şiirdir.

Onun şiirini, manav tezgâhlarında, süslü-püslü ambalajlara bürünmüş, kuruntulu, çalım satarken göremezsiniz. Daha çok yol kenarlarındadır, elinizi uzatsanız avucunuza gelecektir. Sebildir. Herkes aç kalmasın, karını doyursun diyedir. Gövdesinden Tanrıların ölümsüzlük nektarı akar; şaraptır. Susuzluğunuz giderilsin diyedir. Vahalarda değil, çölde her kum tepeciğinin ardındadır. Mecnun’un susuzluğunu gideren Leyla’dır. Bedevi kervanlarının, susuzluktan dudakları patlamış, göçerleri onunla susuzluklarını giderirler ve tazelenirler. Kervan yola devam ediyorsa, bundandır. Kuşlar kurnalarına tüner ve gagalarıyla, henüz uçmasını bilmeyen, gözleri açılmadık yavrularına can suyu taşırlar.

Can Yücel’dir, hepsine yeter!

‘Menapoz’da uyarır, şöyle seslenir; “ Yardım kesildi ya Amerikan Dostluğunun / Gençler, kendinize mukayyet olun! / Kime saldıracağı belli olmaz haaa / Adetten kesilmiş kibar o…punun.”

Kum saati tersine çevrilmiştir ve zaman bütünsel olarak ileriye değil, geriye akmaktadır. Kendisi mi? Ne içindedir, ne büsbütün dışında, tam ortalarda, güvenilir bir yerde. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın değil, Can Yücel’in zamanıdır. Can Yücel zamanı kurgularken, yeni bir yaşam ve yeni bir başlangıç sunmaktadır: Hayatı tersten yaşamak!

“Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel. Hatta mükemmel olurdu.” Diye başlar ve sorar “Nasıl mı?”

Başlangıç sondur, son da başlangıçtır.

“Cami’de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette. Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar, torunlar hepsi hazır. Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.”

Bu doğumdur. Hastanenin kadın doğum polikliniğinde değil, cami’de musalla taşının üzerinde, eski tahta bir tabut içinde. Karşınızda bütün sevdikleriniz saf tutmuş ve bütün haklar helal edilmiş bir biçimde, günahsız ve temiz bir başlangıç… Hastaneden eve değil, camiden eve dönüyorsunuz… Üstelik Sosyal Güvenlik ve iş sorununuz da yok.

“Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev… Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor. Kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz. Ve Genel Müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz. Herkes karşınızda el pençe divan… Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler başlıyor, gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz. Diğer hormanal aktiviteler artıyor, fevkalade… Aman ne güzel günler başlıyor…”

Yaşama tersten başlayınca eğitim sorunu da çözümlenmiş oluyor. Devam edelim…

“Derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada babanız ortaya çıkmış, ‘fazla çalıştın’ diyor ‘artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun.’ Keyfe bakar mısınız? Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.”

Trafik sorunu mu? O da neymiş?

“Derken anne ve babanız sizi getirip götürmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık… Günün birinde sizi okuldan alıyorlar, ‘Evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna’ diyorlar…”

Beslenmek hiç sorun değil. Dünyanın en kolay şeyi.

“Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz. Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.”

Bitiş mi? Hepy End’dir, mutlu son. Acılar ve gözyaşları yoktur.

“Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya gerek yok, bir kordondan besleniyorsunuz, sıcak yumuşacık! Gürültüsüz ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz. Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz. Veee günün birinde müthiş keyifli bir gece ile hayatınız bitiyor.”

Yaşamı tersten yaşama eğretilemesi Mark Twain’e aittir. Twain “Seksen yaşında doğup, yavaş yavaş on sekizimize doğru ilerlesek hayat sonsuz mutluluk olurdu” demektedir.

Yaşamı tersten yaşayanlar kulübüne hoş geldiniz!

Ama durun bu kulübün önemli bir üyesi daha bulunmaktadır: F. Scott Fitzgerald.

Fitzgerald, 1920 yılında roman ya da kısa öykü sayılmayacak bir novella, bir uzun öykü yazmaya başlar, seksenli yaşlarda doğan ve giderek geriye doğru gençleşen bir adamın öyküsünü. Öykünün kahramanı Benjamin Button’dur.

Hutchinson-Gilford Progeria Sendromu, tıpta bilinen bir hastalıktır. Bu sendroma yakalanan insanlar, genç yaşta da olsalar, oldukları yaştan daha yaşlı görünürler. Henüz üç-beş yaşındaki bir bebek, yirmili-otuzlu yaşlarda fiziksel görünümdedir. Otuzlu yaşlarda artık atmışında-yetmişinde göstermektedir.

Hemen belirtmek gerekmektedir ki, Can Yücel’in şiirimsisi ile F. Scott Fitzgerald’ın öyküsünün kahramanı Benjamin Button’un, Hutchinson-Gilford Progeria Sendromu ile herhangi bir ilgisi yoktur. Şiirimsinin ve öykünün kahramanları hasta değillerdir. Şairi ve yazarı tarafından sağlıklı kurgulanmışlardır, şairi ve yazarı zamanı kendine göre kurgulamış, kendine göre çalıştırmıştır. Tıpkı istasyondaki zamanı gösteren ve geriye işleyen saat gibi. Saati yapanın oğlu l. Dünya Savaşı sırasında ölmüştür ve saatçi, oğlu gibi, sevilen ancak yitip gidenleri geri getirebilir düşüncesi ile tersine işleyen bir saat yapar ve tren istasyonuna asar. Zaman tersine akacak, tren sevilenleri götürdüğü gibi, tekrar geri geri gelerek perona girecek ve trenden istasyonun beton zeminine sevilenler, gittikleri yaşta ve yaşar biçimde yeniden ineceklerdir.

Saatçinin oğlu geri gelmeyecektir ama, l. Dünya Savaşı’nın bitiği gün, bir bebek dünyaya gelir. Bebek bilinen bebekler gibi değildir, yaşlıdır, bütün vücudu, yüzü kırışıklıklar içindedir. Üstelik doğum sırasında baba eşini, bebek annesini yitirmiştir. İki kez suçludur bebek, yaşlı oluşuyla ve annesinin ölümüne neden olmakla. Babası Thomas Button, çocuğu kabullenmez, yaşlılar evinin kapısına terk eder. -Bizde ya cami avlusuna bırakırlar, ya da çöpe atarlar.- Bebeği Queenie adında, hiç çocuğu olmayan ve doğurganlığı elinden alınmış Afro-Amerikalı bir bakıcı bulur ve ona Benjamin adını verir.

Akan zaman ve duran zamana ek, bir de tersine akan zaman.

Benjamin zaman ileri doğru aktıkça, biyolojik zamanı tersine aktığından giderek gençleşecek, yaşlılar evinde tanıştığı ve sevdiği Daisy ile evlenecek ve ondan da bir kız çocuk sahibi olacaktır: Caroline. Çocuk büyüdükçe, Benjamin çocuklaşmaya başlar, çocuğu çocukken çocuk giderek bebek olacağından, Caroline babalık yapamayacağını düşünecek, Caroline bir yaşına geldiğinde, nesi var, nesi yoksa eşi ve çocuğuna bırakarak ayrılacaktır.

Öyle midir? Başarmış mıdır?

Can Yücel’in şiirimsi/yazımsı tersine hayatı, kuşku yok ki, Fitzgerald’ın öyküsü ile benzeşse de, ondan ayrı ve farklı bir şiirimsidir, düzyazı şiirdir. Fitzgerald’ın, Mark Twain’in sözünden esinlenerek öyküsünü yazdığı düşünülürse –ki bu çok da uzak bir olasılık değildir- Can Yücel’in Mark Twain ve Fitzgerald’ı bilmesine karşın, ondan esinlenmiş olduğunu söylemek olası değildir. Fitzgerald, Benjamin Button’a bir yaşam kurgular. Ancak Can Yücel’inki yalnızca tek bir bireye adanmış ve tek bir birey üzerine kurgulanmamıştır. Bütün insanlık adına zamanı yeniden kurgulamıştır Can Yücel. Fitzgerald bireysel bir öyküyü, Can Yücel toplumsal bir dileği dillendirmektedirler. Amerikan bireyciliği Fitzgerald için geçerliyse, toplumsal paylaşımcılık Can Yücel’dedir.

Can Yücel, 1926’da Fitzgerald’ın ‘Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’ni yazdıktan altı yıl sonra İstanbul’da doğru. Doğduğunda Benjamin Button gibi tersine ve tuhaf bir yaşama başlayacaktır ama tuhaflık görünümünde değildir. Seksen yaşında bir bilgi adam bilgisiyle doğmuştur ve seke seke gelmiştir, giderken de dediği gibi gidecektir.

Babası saatçi ya da düğme kralı değildir. Bir başka devdir, masallarda anlatılan bir başka büyük devdir, Hasan Ali Yücel’dir. Hasan Ali Yücel mi? Bir başka büyük öyküdür. Hayatta en çok babasını sevmiştir Can Yücel. Bu kadar mı? Değil kuşkusuz, eşi Güler’i sevmiştir, kızları Güzel’i ve Su’yu, babasının adını verdiği oğlu Hasan’ı da çok sevmiştir. Bitti mi? Bitmez. Hiç ayık olmamacasına içmeyi ve yüzü hiç kızarmamacasına küfretmeyi de sevmiştir. Can Yücel’de sevgi bitmez.

Alfabe okuyacağına, başkent Ankara’da ve İngiltere’de Cambridge’de Latince ve Yunanca okur. Elçiliklerde çevirmen olarak görürüz onu. Kendi anlatım biçimi ile küfürlü bir çevri ile başka ülkelerin büyükelçilerine çeviri yaparken gözlerinizin önüne getirin onu. Derken bir e bakmışsınız Londra’da BBC’in Türkçe yayınlar yapan bölümünde spikerdir, bir de bakmışsınız ki, Kore’de askerlik yapmaktadır. Ben doğduğumda, o Bodrum’da turist rehberidir. Yaşım ortaya çıkacak ama tarihini de yazalım: 1958’dir. İki yıl önce de Güler’le gülmeye ve güldürmeye başlamıştır.

Artık bütün kimliklerinden öte, Can Yücel’dir o, şiirler yazmakta, çeviriler yapmaktadır ve İstanbul’da yaşamaktadır.

Şiir yayımlaya üniversite yıllarında başlamıştır. Ancak Can Yücel’i, bugünkü Can Yücel yapan, dil ve biçim arayışının açıklıkla görüldüğü Sevgi Duvarı kitabını oluşturan şiirleridir. 1950’li yıllarda başlayan ve 1970’li yıllarda yazdığı şiirlerde İkinci Yeni’ci bir tavır görülse de, Can Yücel şiiri İkinci Yeni’ci bir şiir değildir. Can Yücel’ci bir şiir anlayışı geliştirmiştir ve bu anlamda bütünüyle özgündür. Aynı şey çeviri şiirleri için de söylenebilir. Tersinden yaşayış, alaysama, küfür şiirine girmekte, Can Yücel’in şiir poetikasını oluşturmaktadır. Can Yücel şiirini okuduğunuzda, onun şiirini bir başka şairin şiirine benzetemezsiniz, onun Can Yücel şiiri olduğunu anlarsınız. Şiirleri İkinci Yeni’cilere yaklaşmakla kalmaz, Birinci Yeni’cilere (Garipçiler) de yanaşır. Flört eder ama asla sevgili olmaz. Arada bir uzaklık bırakır.

1970 bir kırılma noktasıdır. Öyle kabul edilebilir. Bu dönemden sonra önceki şiir anlayışını sürdürmekle birlikte, şiirlerinin politik içerikler taşımaya başladığını görürüz. Lirizm mi? Salt duygusallık değildir Can Yücel’de, soslanmıştır. O sos, siyasallaştırılmış, günlük yaşamı içselleştirmiş, alaysılıkla, giderek argoyla terbiye edilmiştir. Can Yücel de budur zaten. Şiirden onu, ondan şiiri kazıyamazsınız, bir ve tektirler!

Çeviri şiirlerine getirmek istiyorum sözü. Sabahattin Eyüboğlu onun çeviri şiir ve giderek şiiri hakkında şunları yazacaktır: “1957 yılında Türk şiirinin en önemli olaylarından biri, belki de en önemlisi Can Yücel'in "Her Boydan" adı altında toplayıp yayımladığı şiir çevirileridir. Bu yayım Türkçede şiir çevirisinin ulaşabildiği son basamağı gösterdiği kadar Yeni Türk şiirinin hangi sularda olduğunu da belirtecek değerdedir bence. Türk şiirinin bir yandan dünyaya açılırken bir yandan da ne kadar öz benliğine, gün görmedik iç değerlerine gittiğini en iyi bu kitapta görebilirsiniz. Şiir bir bakıma en yaygın düşüncelerin en mahrem, en kendince söylenişi değil midir? Can Yücel'in çeviride yaptığı da bu işte: Dünya insanına seslenen şiirleri bizim Ali Veli'lerin diliyle söylüyor. Bir ucu Eluard'ın yüreğinde olan şiir kuşağının öbür ucunu Mehmetçik'in diline dayıyor. Mehmetçik ne anlar Eluard'dan diyecek şimdi bana bir mutlu aydın; sanki Mehmetçik anlamaz diye şairin Hacivat'ın diliyle konuşması gerekirmiş gibi. Herhangi bir Fransız Eluard'ı, herhangi bir İngiliz Shakspeare’i anlamaz ona bakarsanız, ama bu şairler yine de herhangilerin diliyle söylemişler bütün düşündüklerini, hem en çapraşıklarını. Şair çoğunluğun anlamadığını söyleyen kişi de olsa, çoğunluğun diliyle, yani asıl dille konuşmadan kendini de anlatamaz, insanca konuşamaz, parlak söz kalıpları döktürür olsa olsa, koşacak yerde şitaban, ağlayacak yerde giriban, gülecek yerde handan olur. Nice sapıtmalardan sonra nihayet Cumhuriyetle erdiğimiz bu gerçeği öylesine oturtmuş ki kitabına, bir daha zor sapıtır artık Türk şairi. Şiirde sokak sarayın hakkından geldi gayrı. Başladığımız yere, Yunus Emre'ye döndük şiir dilinde.” Sabahattin Eyüboğlu selamlayarak bitirir yazısını, “Merhaba memleket ve merhaba dünya!”

Can Yücel, aynı zamanda şiirin ve Türk Yazını’nın Nasrettin Hoca’sıdır. Söyledikleri hatta söylemedikleri bile ona gönderme yapılarak fıkralaştırılmışlardır. İşte birkaç örnek:

Emeğin Partisi kurulurken, Can Yücel’e, parti tüzüğü hakkındaki görüşleri sorulduğunda, şöyle diyecektir, “Biz yeni bir partiyiz, bize tüzük değil, büzük lazım!”

Sağcılık ve solculukla ilgili soruya yanıtıdır: “Bu ülkede sabah kalktığında malafat eğer sağ tarafta ile sağcı, sol tarafta ise solcusunuzdur.” “Peki, “ derler, “Sizinki ne tarafta?” Sürdürür konuşmasını, “İleride,” der, “Daima ileride!”

Hangi takımı tuttuğunu sorduklarında, kimsenin takımını tutmadığını söyler. Bu kez eşine sorarlar hangi takımı tuttuğunu. Güler Yücel, “Valla,” der “Ben Can’ın takımlarından başkasının takımlarını tutmam!”

Son bir tane daha anlatalım.

Can Yücel Doktora gittiğinde, doktor, gırtlak kanseri olduğunu söyler. Can Yücel, “Koskoca Can Yücel nezleden ölecek değil ya…” der.

Süleyman Demirel için söyledikleri var ki, onu yazmıyorum, siz araştırın. Yargılanmasına neden olur ve küçük bir para cezasıyla kurtulur.

Bir insan yaşamının boyutlarına sığmayacak yaşamından arda kalanları Datça’ya taşır, oraya yerleşir.

12 Ağustos 199’da, gece Azrail kendisine konuk gelir. “Öte tarafta…” der, “canımız çok sıkılıyor. Nasrettin Hoca, Aziz Nesin kendilerine yardıma gelmeni istiyorlar.”

Davete uyar.

Datça’da, çok sevdiği günebakan çiçekleriyle yatmaktadır!

Sırt üstü yattığından, malafatı yukarıya bakmaktadır!

Yazarın Tüm Yazıları