ZİNCİRE VURULMUŞ PROMETHEUS: AHMED ARİF


Türkiye’de Demokrat Parti’nin kurulması ile sol arasında garip ve giderek sertleşen bir ilişki vardır. Demokrat Parti’nin kurulumunu sol, önceleri yanlış algılamış, yanlış algılamanın da ötesinde başlangıçta destek vermiştir. Adları, bu gün de ‘Eski Tüfek’ olarak anılan sol görüşlü yazın ve siyaset adamları Demokrat Parti’nin kurulumu ve ilk dönemi içerisinde bu partide yer almış, bu parti ile adları anılmıştır. Bu ilişkinin karmaşık bir ilişki olduğunu not etmek durumundayız. Böyle olmasının temel gerekçesi CHP’nin tek parti/tek şef geleneği ile kendi dışındaki sol oluşumlara izin vermemesi, giderek baskılamasıdır.

 

Bu isimler arasında adı öne çıkan Rasih Nuri İleri, salt bu nedenle olsa gerek “27 Mayıs Menderes’in Dramı”1 adlı çalışmasında Demokrat Parti karşıtı olduğunu yazmak gereksinimini duyumsayacaktır. Tarih de verir, 1946 yılını gösterir.

 

Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da kurulmuştur. Demokrat Parti’nin kuruluşundan önce, partinin kurulumuna yönelik geliştirilen bir başka oluşuma daha bakmak gerekir. Demokrat Parti öncesi Demokratik Cephe vardır.

 

Demokratik Cephe 1945’te, daha sonra DP’nin kurulucuları olarak bilinen Celal Bayar, Adnan Menderes vs.nin katılımıyla oluşturulmuştur. Kuruluş gerekçeleri olarak Milli Şef İsmet İnönü’nün tek parti rejiminin siyasal politikalarına karşı olmak gösterilmektedir.

 

Sol’un Demokratik Cephe’ye katılışında da aynı gerekçe vardır. Her ikisi de aynı amaçla bir aradadırlar. Bu bir aradalık DP’nin kuruluşunda ve ilk uygulamalarında da kısmen vardır.

 

İleri, 4 Aralık 1945’te Tan Gazetesi’nin yıkımı ile Celal Bayar ve arkadaşlarının Demokrat Parti’yi kurmak üzere Demokratik Cephe’den ayrıldıklarını söyler.

 

Bunu sol’un diğer kısmının DP’den ayrılması olarak yorumlayabilir miyiz bilmiyorum. Ancak yol ayrımı olduğu söylenebilir.

 

Bu tarih önemlidir. Önemlidir, çünkü aynı yıl 16 Aralık 1946’da sol partiler, sendikalar kapatılacak ve basına sansür uygulanacak, kimi gazetelerin yayımına son verilecektir.

 

Bu ilişkinin dönemin meclisinde de söylendiğini belirtmeliyiz. Şükrü Sökmensüer, kürsüde söz alacak ve daha sonra kurulacak olan Demokrat Parti’nin önde gelen isimlerini sol ile işbirliği yaptıkları gerekçesi ile suçlayacaktır. Salt bu saptama bile CHP’nin sol’a da kapalı olduğunun göstergesi olarak alımlanabilir.

 

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Demokratik Cephe üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmak gerekir.

 

Demokratik Cephe dengelerin değişmesi, kafaların karışması anlamına geliyordu ve İdris Küçükömer’in kuramındaki tanımı buna uyarlarsak, “Sol sağdır, sağ da sol.” 22 Temmuz seçimlerine bakıldığında siyasal ideolojide sağ olarak tanımlananların sol partilerden, sol olarak bilinen isimlerin de sağ partilerden aday oldukları görülecektir. Bu saf değiştirmelerin bütünüyle siyasal ideolojik dönüş olarak adlandırılması doğru görülmemelidir. Bunun bilinçli bir taktiksel yöntem olduğu gerçeği de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Solcuların Demokrat Parti ile işbirliği bu taktiksel açılım üzerinde yorumlanabilir, konumlandırılabilir.

 

Ancak solcular büyük bir taktik hatası yapmışlar ve sol adına kimi değerlerin yitirilmesine yol açmışlardır.

 

Demokratik Cephe’de solu ve sağı bir araya getiren kimi düşüncelerin, özellikle Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra boşa çıktığı, sağın solu kullandığı anlaşılmıştır. Demokrat Parti solun en küçük gereksinimlerine yanıt vermek bir yana, her olanakta solu sindirmeye, yok etmeye ve siyaset sahnesinden silmeye çalışacaktı. Demokrat Parti’nin sahte solculuğunun sırları dökülecek ve gerçek yüzü ortaya çıkacaktır.

 

Bu dönemde, beklenen demokratlaşmanın ötesinde, devlet baskısına dönüşecek bir yapı ortaya çıkmış, devlet hızla polis devleti olmaya başlamıştır.

 

Demokrat Parti kurulmadan, partinin kurulacağı istihbarat raporlarına geçmiştir bile. Dönemin İçişleri Bakanı Hilmi Uran, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na, Emniyet Genel Müdürlüğü Önemli İşler Müdürlüğü bir rapor hazırlamıştı. Bu raporda Demokrat Parti’ye gönderme yapılarak, Dr. Tevfik Rüştü Aras, Dr. Adnan Adıvar, M. Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, Sabahattin Celal, Esat Adil’in, parti kurmak üzere çalışmalar yaptıkları belirtiliyordur. Toplantı yeri olarak Sertel’lerin Tan Matbaası gösterilmektedir. Bu toplantılarda kurulacak partinin tüzük ve program çalışmaları görüşülecektir.

 

Bu çalışmalara katılan Sol aydınların beklentisi, Türkiye Komünist Partisi’ne yasal dayanaklarının sağlanmasıdır. Bu umudu arttıran bir başka gelişme de Türkiye Sosyalist Partisi kurucusu olan Esat Adil’in de kurulacak bu yeni partiye katılması için teklif götürülmüş olmasıdır.

 

Tan matbaasının basılması ve 6-7 Eylül olaylarının asıl nedeni bu oluşumun önünün kesilmesidir. Gladyo işidir ve günümüzde öyle olduğu yazılmaktadır.

 

Yukarıda da değindiğimiz gibi DP resmen 7 Ocak 1946’da kurulur. DP kurulurken, aynı yıl Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kapatılır. Bir sağ parti kurulmuş, yerine iki Sol parti Sıkıyönetim Komutanlığı’nca kapatılmıştır. Yine taktiksel olarak DP, iki sosyalist partinin kapatılmasına karşı çıkar. Sol aydınlar, DP’nin sol eğilimli olduğu duygusuna biraz da bu karşı çıkış nedeniyle kapılmış olabilirler. Takiye konusunda DP’nin de adını yazmamız gerekli ve önemlidir.

 

1950 seçimlerinde DP iktidara gelir.

 

Adnan Menderes, hükümet programını okurken, solcuları şaşkına çevirecek konuşmasını yapar. Solculukla mücadele edeceklerini, ırkçılığı sosyal bir fikir olarak gördüklerini söyler. Menderes, konuşmasında Solculuğu “memleket aleyhine ve zararına çalışan” bir düşünce olarak göstermektedir.

 

Dönemin siyasal panoraması budur. Dönemin aydınları bu konumda varlıklarını sürdürmek durumundadırlar ve dönemin sancılarını çekeceklerdir. Ahmet Arif de bu sancılı yılların acısını duyumsayacaktır.

Ahmet Arif, 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’da doğar. Diyarbakır, Cumhuriyet’in kurulmasına karşın, feodal geleneklere bağlıdır. Çocukluk ve ilk gençlik dönemi bu geleneklere göre biçimlenir.

 

Asıl adı Ahmed Önal’dır.

 

Ortaöğrenimini Afyon Lisesi’nde yapmıştır.

 

Ahmet Arif, feodal yetişme biçimi içerisinde düşünsel senteze gitmiştir. Doğal bir ayıklama ile bu kurumun en mert, en cesur yanını almış, çirkin ve kirli yanlarından arınmıştır. Bilinçte oluşan ve bir yürek çarpıntısı gibi gürültüyle okunan dizeleri bu yüzdendir. Şiiri bastıran değil, coşturan bir yapıyı besler. Şiirlerindeki hâkim hava bu yüzdendir. Yaşam biçimi ve kimliğini oluşturan bu yapı şiirlerinin her dizesinde açıkça görülmektedir. “Onur da Ağlar” şiirinden örnek verelim:

 

Gözlerinin pınarında/Bir bulut/Boşandı boşanacak/Neredeyse./Aklımdan geçenleri /Okuyorsun su gibi./Dünya gördü/Bizi boğazladılar…//Tutma gözyaşlarını/Onur da ağlar…/Bırak yıkansın gökyüzü,/Lacivert, yeşil, altın/Işıkları günbatının./İşte şafaktayız gene/Çırılçıplak/Ve mavi. İşte sanki dağ yeli/Ve işte sanki meltem…//Kimse toz konduramaz/Kesip attığımız tırnağa bile./Sen en güzel kızısın/Bütün galaksilerin/Bense tözüyüm artık/Akkor tözüyüm/Prometheus’u yakan/Kara sevdanın…//Ne anlımızda bir ayıp/Ne koltuk altında/Saklı haçımız/Biz bu halkı sevdik/Ve bu ülkeyi./İşte bağışlanmaz/Korkunç suçumuz.”

 

Halkı ve ülkeyi sevmek suçtur. Suç varsa ceza da olacaktır.

 

Ahmet Arif’in coşumcu şiiri içerisinde, gizli bir felsefe damarı da vardır. Bunda Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Bölümünde okumasının payı olduğunu düşünmek olasıdır. Sol bir gelenekten geliyordu ve orada olması kaçınılmazdı. Onu 1950’li yıllarda Türkiye Komünist Partili olarak görüyoruz. Partinin Ankara İl Komitesi üyesidir. Yine bu nedenle “Komünist Tevkifatı” olarak bilinen cadı avı içerisinde, ünlü Faşist İtalyan Ceza Kanunundan alınan 141 ve 142. Maddelerden yargılandı. Yargılaması mahkûmiyetle sonuçlandı 2 yıl hapis cezası aldı ve 38 ay cezaevinde kaldı.

 

Ahmet Arif bu maddelerden bir kez değil, iki kez tutuklanmıştır. İlki 1950, ikincisi ise 1952-1953 yıllarındadır.

 

Üniversiteye mahpusluk yaşamı yüzünden ara vermek durumundaydı. Kaldığı yerden sürdürmesi ise olanaksızdı. Cezasını tamamlayıp, çıktığında kamuda çalışması yasaklıydı. Bu yüzdendir ki, Ankara’da yayımlanan Medeniyet, Öncü, Halkçı adlı gazetelerde sekreterlik, düzeltmenlik yaptı. Yapabileceği işler ve çalışacağı işyerleri kısıtlıydı. Hapse girmeden önce başlayan şairliğini Yeryüzü, Beraber, İnkılâpçı Gençlik, Meydan, Militan, Seçilmiş Hikâyeler, Yeni Ufuklar, Kaynak, Soyut, Yeni a adlı dergilerde şiirlerini yayımlayarak sürdürdü. Yapabilecekleri yazmaktı ve o da yapabileceğini yaptı; yazdı.

 

Şiirleri incelendiğinde, şiirlerinin gerek yazılış biçimleri, gerekse konuları ile toplumcu gerçekçi yazın içerisinde yer aldığı görülecektir. Şiirlerine yetiştiği ve içine sindirdiği coğrafyanın onda bıraktığı duyarlılığın izleri görülür. Şiirlerinde, Halk şiirinin epik, koçaklama türünün yanı sıra, lirik bir yapısı da vardır. Lirizm, diğer türlerle ustaca harmanlanmıştır ve asla yapay kalmaz. Bu türlerin ustalıkla harmanlandığı bütünsel bir şiir anlayışına dayanır. Nazım’ın melodik şiir yapısı, Ahmet Arif’in şiirlerinde de görülür. Bana, vazgeçemediğin iki şair say deseler, ilki Nazım’dır, ikincisi Ahmet Arif derim. Türk şiiri ne Nazım’sız olabilir, ne de Ahmet Arif’siz. Bu iki şairi çıkarın geride kocaman bir boşluk ve hiçlik kalır.

 

Hasretinden Prangalar Eskittim” şiirlerinin toplandığı kitabıdır, bir işaret fişeğidir.

 

Seni, anlatabilmek seni./İyi çocuklara, kahramanlara./Seni anlatabilmek seni/Namussuza, halden bilmeze,/Kahpe yalana//Ardarda kaç zemheri,/Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu./Dışarıda gürül gürül akan bir dünya…/Bir ben uyumadım,/Kaç leylim bahar,/Hasretinden prangalar eskittim./Saçlarına kan gülleri takayım,/Bir o yana/Bir bu yana…//Seni bağırabilsem seni,/Dipsiz kuyulara,/Akan yıldıza,/Bir kibrit çöpüne varana,/Okyanusun en ıssız dalgasına/Düşmüş bir kibrit çöpüne.//Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,/Yitirmiş öpücükleri,/Payı yok, apansız inen akşamlardan,/Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,/Seni anlatabilsem seni…/Yokluğun, cehennemin öbür adıdır/Üşüyorum, kapama gözlerini…”

 

Cemal Süreya, “Bütün gençler, bütün yeni yetmeler Orhan Veli’ye, Oktay Rıfat’a, Melih Cevdet Anday’a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikte, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi.” dedikten sonra sözü Ahmet Arif’e getiriyor, “Ahmet Arif’i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile Garip’le gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur”diyordu.

 

Süreya aynı değerlendirmesinde Ahmet Arif’in şiirini Nazım Hikmet’in çizgisinde geliştiğini de yazmaktadır. Yine de Ahmet Arif’in şiiri her ne kadar Nazım Hikmet çizgisinde akıyor gibi olsa da, Nazım Hikmet gibi olmadığını da dikkati çekecektir. Her iki şair arasında farklılıklar vardır. Nedir bu farklılıklar?

 

Cemal Süreya, Nazım Hikmet’i ‘kentlerin şairi’ olarak tanımlıyor. Nazım hem kentlerin şairidir hem de büyük düz ovaların şairidir. Uygar bulur Nazım’ı. Oysa Ahmet Arif öyle değildir. Bir kere Dağların şairidir, ‘dağları’ söylemektedir ve dağlardan söylemektedir. Öyleyse Ahmet Arif, Cemal Süreya’ya göre ‘asi dağların’ şairidir.

 

Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları ‘asi’ dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. ‘Daha deniz görmemiş’ çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönülecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs) keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içindedir.”2

 

Cemal Süreya’nın yazısı önemli bir Ahmet Arif incelemesi niteliğindedir. Süreya, bu önemli incelemede Ahmet Arif’in, ‘Anadolu Türkülerine’ ulaştığının altını çiziyor. Şiirleriyle ‘Pir Sultan Abdal’a, Urfalı Nazif’e, Köroğlu’na’ bağlıyor onu. Süreya’ya göre, Ahmet Arif şiirine en uygun yapıyı ve bu yapıya en uygun dize yapısını geliştirmiştir. “İmge, çıplaklığın çarpıcılığını taşır; düşünce, vurucu özelliğini ilk anda kullanır.” Yine Süreya’nın saptaması ile “Mayakovski ritmi ses’te aramaktadır. Ahmet Arif ise söz’de arar.”

 

Ahmet Arif 2 Haziran 1991’de öldü.

 

Geriye üç yapıt bıraktı. Hasretinden Prangalar Eskittim (1968), Cemal Süreya’ya Mektuplar (1992), son şiirlerinin toplandığı Yurdum Benim Şahdamarım(2003)

 

Rıfat Ilgaz’a yazdığı 13.11.1988 tarihli mektubunda, O’na “Halkımın, yurdumun büyük acısı, büyük hüznü, sonsuz sevinci ve yıkılması imkânsız onurusun. Büyük şair, büyük inanç adamı, büyük namus anıtı ve büyük ozansın. Sana ‘Ağabey’ diyebildiğim için mutluluk duyuyorum. Şunun şurasında bir ömrü, halkımızın ve insanlığın mutluluğu için bile bile, kahrolarak verdik gitti…Alnımız ak, yüreğimiz pırıl parıl…” diyordu. Rıfat Ilgaz’ın mektubunda tarih yok, o da Ahmet Arif için şunları yazıyor; “Son kere Yeşilköy’den seslenmişin bana! Seni hep yeşillikler içinde düşünüyorum, anımsayınca… ‘Bir ömrü, halkımızın ve insanlığın mutluluğu için bile bile kahrolarak’ verdin! Alnın ak, yüreğin pırıl pırıl… Benim eşsiz, değerli kardeşim, içli, özgün şairim! Hoşça kal, solmaz tükenmez yeşillikler içinde! Unutmadık, unutmayacağız seni, halkımızın yaşadığı sürece. Yapıtların, anıların belleklerimizden silinmeyecek! Sevgili kardeşim, bekle yeşillikler içinde beni!”

 

Bunlar içi sevda dolu iki yüreğin karşılıklı veda mektuplarıdır. Bir ömrü, halkı ve insanlığın mutluluğu için verdiklerini yazıyorlardı ve Ilgaz da öyle olduğunu onaylıyor. Bunu yapmak arındırır insanı. Alnın ak, yüreğinin pırıl pırıl parlaması bundandır. “Yurdum Benim Şahdamarım” bunu anlatmak içindir. “Engereğin dişlerine işledim,/Ağu dişlerine/Oluklu çentik…/Ve vurgun,/Gözleri bir çift cehennem/Burnuna kan tütmüş/Pars bıyığına…/Dağın pulat yüreğine işledim,/Şimşeğin masmavi usturasına/Sevdanı usul-usul/Sevdanı mırsa-mısra/Lo ben seni hapislerde sevmişim,/Ben seni sürgünlerde./Yurdum benim şahdamarım…(…)”

 

Mezarında şahdamarı, yurduna olan sevgisi ile atmaktadır!

-------------------------

 

  1. Rasih Nuri İleri, 27 Mayıs Menderes'in Dramı, 3. Basım, Yalçın Yayınları, 1986, İstanbul

  2. Cemal Süreya, Papirüs-Ocak 1969

Yazarın Tüm Yazıları