herkes ne zaman ölür
elbette gülünün solduğu akşam
(Turgut Uyar)
Koğuş Nuri’lerle doludur.
Nuri, koğuşa getirildiğinde, kurumaya yüz tutmuş, üzerinde izler bulunan, az önce silindiği belli olan masanın başına, tahta bir sıraya oturur. Sırtını verdiği duvarın sıvaları dökülmüş, sürtünmekten parlamıştır. Eskimişliğin verdiği görünümle yağlıdır. Kuşku yok, rengi gittikçe kararmıştır. O duvara herkes kendi teninin rengini verir.
Nuri’nin adı yoktur getirilirken. Siyasi tutukludur. “Adını bağışlamadın?” diye sorulduğunda, “Nuri,” diyecektir, “Adım Nuri benim.”1 Romanın sonunda bir ada kavuşur, bir adı vardır artık.
Efsaneler, zor günlerden doğar, efsane adamlar da...
Yaşar Kemal, ulusların destanları kadar ulus olduğunu söylüyor. Bir ulusun ulus olması ve o ulustakilerin nasıl uluslaştıkları destanlarda görülüyor. Bir ulus, ulus olabilmek için kendine bir destan yaratmalı ve sonra yazmalıdır.
Türkiye’nin 68’i, 68’in devrimcileri bu destanın yaratanıdırlar, onları yok etmek isteyen 12 Mart ve 12 Mart’ın kötü adamları da bu destanın trajik yanıdır. 12 Mart’ın devrimcileri, 12 Mart’ı yırtıp aşmış, içlerinde en güzelleri takılıp kalmışlardır. Ölüm bir destandır. Ölüme yürümek de bir destandır. Korkaklar kaçar ve yürekliler koşar... Can Yücel’in Mare Nostrum’da yazdığı gibi “En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim. / O, onun en güzel yüz metresini koştu/ En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak... / En hızlısıydı hepimizin, /En önce göğüsledi ipi... / Acıyorsam sana anam avradım olsun, / Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!” Acı, aslında şiirin sondan ikinci dizesindedir ve ölüme destan yazar gibi yaşayanların yüreklerine övgüdür diğer dizeler.
Yaşar Kemal, ‘Yaralısın’ın önsözünde yazıyor. “Sanatı, kültürü, romanı kadardır ulus” yargısına varıyor. Ulus tanımı içinde yazın’ı çıkararsak, geriye bir iz kalmıyor. Ulusların tarihini yazacak olanlar, ulusun tarihini yazın’da aramak durumundalar. Sürdürüyor; “Roman bazı düşünce adamlarına göre kültürü timsalleştiriyor. Doğru yanlış, bugünlerde roman gittikçe önemini artırıyor. Güney Amerika’da döğüşe ilkin roman başladı dersek yanlış söylemiş olmayız. Bizim tarihilimde hep şiir döğüşmüştür. Roman çağımızda, daha doğrusu günümüzde işe yeni giriyor. Şöyle uluslara, çağlara dönüp baktığımızda destan, şiir, türkü, roman çoğunlukla döğüşmüştür. Çağımıza gelince gerçekten bilinçli döğüşüyor. Ya sömürenin yanında, ya da yoksulların, ezinlerin yanında.”
Erdal Öz, Nuri’lerden biri olmanın da ötesinde, ulusun destan yazıcılarındandır. 12 Mart karanlığını yırtan aydınlık destanın destancılarından biridir. Hem yaşadı, hem yazdı. Ezilenlerin, acı çekenlerin, işkence görenlerin, sistemin dışında kalanların, bozuk düzeni eleştirenlerin, daha iyi bir dünya isteyenlerin yanında, sömürenlerin, acı çektirenlerin, işkencecilerin, yalnızca kendi çıkarlarını ve bozdukları sistemi savunanların, bunu dayatan zorbaların karşısındadır.
Nuri’dir o! Adı budur! Sarışın Nuri, Gılay Nuri, Yozgatlı Nuri... Koğuştaki bütün Nuri’lerden bir Nuri. Giderek hapishaneye dönüştürülen bir ülkenin bütün Nuri’lerinden herhangi bir Nuri... Başka türlüsü olabilir mi? Biz de öyleydik, Nuri’ydik. Afişlerde adımız öyleydi, gazetelerde, arama bültenlerinde, kimliklerimizde Nuri yazıyordu. Televizyonlarda, radyolarda adımız Nuri olarak okunuyordu. Mezar taşlarımızda da...
Kendine başka bir ad vermiyor, diğerlerinden, kendi gibi olanlardan biri gibi duyumsuyor, farklılaştırmıyor kendini ve başka bir ad aramıyor. Nuri... Bu yetiyor.
Erdal Öz, Yaralısın’da hapisaneyi anlatıyor, ama en çok da işkenceyi. Yaşar Kemal işkenceciyi bürokrat olarak adlandırıyor. Bu yüzden onlar için mekanikleşen insan tanımını getiriyor. İnsan mekanikleştikçe insanlığından uzaklaşıyor. Mekanikleşmek insanlıktan çıkmaktır. Makinalaşmak, insanı insan yapan ne varsa, hepsini yapaylaştırıyor. Çarklar ve elektrik devreleri yer alıyor. Artık insan sayamıyoruz. Giderek zekâ da yapaylaşıyor ve evet geriye kalan robotlaşmaktır. İnsanın mekanikleşmesi, mekanikleşenin bürokratlaşması kendine yabancılaştırıyor ve yabancılaşan yozlaşıyor. Yozlaşmak bozulmaktır. Bozmak için önce yetki veriyorlar, sonra yetkiyi nasıl kullanmaları gerektiğini belirliyorlar, yetkili yetkisini ancak kendinden daha yetkili olanın istediği gibi kullanarak bozuluyor. Birden yükseliyorlar ve düşüşleri de öyledir. En yeteneksizleri buluyorlar ve kırpıp kırpıp yıldız yapıyorlar, parlatıyorlar. Cinsine çekiyor ve yaldızları kısa sürede dökülüyor. Yaşar Kemal “Bürokrat, kullanılan adamdır, bir çeşit alettir” diyor, “Bürokrat da bunu böyle kabul ediyor. Kendini bir dişli, alet saydığından da kendini böyle birisi olaraktan kabullendiğinden de, yaptığı işlerden dolayı kendini bağışlıyor.”
Bürokrat işkenceci oluyor, işkence ediyor ve giderek işini yapıyor, manyetoyu çevirirken, filistin askısına gererken, çırılçıplak soyup, döverken insan olmaktan çıkıyor. Manyetonun kolu oluyor, dilde, meme uçlarında, anüste, parmak uçlarında gezdirilen elektrot oluyor, kolu çeviriyor ve kablolar elektriği kan ve sinire boşaltıyor, işkence görenin bütün vucudu kasılıyor ve yaralı bir hayvan gibi acıyla bağırıyor.
Makinaların duymasını bekleyebilir miyiz? İşkenceyi duymuyor, işini sürdürüyor. Kendini bağışlıyor işkenceci. Suçluluk duygusu duymuyor, acımayı bilmiyor, kendini filistin askısında çırılçıplak soyularak dövülmüş, cinsel organına eilektrik verilmiş, dudakları, göz kapakları patlamış, kasları yırtılmış olanın yerine koyamıyor.
İşkence etmeyi, iş olarak görüyor. Giderek bundan zevk almaya başlıyor. Tanrıyı oynuyor ve kullarının canını almaya aracı meleklere gerek kalmaksızın kendisi gerçekleştiriyor. Ötesi yok...
Yaralısın’da işkence gören herhangi bir adi suçlu değil, siyasi. Nuri, bozuk düzene karşı çıkmış, işkenceciyi makineleştirenin varlığını rahatsız ediyor, bir tehdit olarak algılıyor. İşkence ederken kendisi gibi olmayana işkence ettiğini düşünüyor ve bu onu rahatlatıyor. Bağışlıyor kendini. Arınıyor acıyla ve kanla. Sonra hiçbirşey olmamış gibi falakadan şişmiş, parçalanmış ayak tabanlarının şişini indirmek için koluna giriyor ve tuzlu su üstende yürütüyor.
Yaşar Kemal işaret ediyor ve Erdal Öz Yaralısın’da yazıyor bir kadın var, yerdeki kan izlerini hemen arkasından gelerek paspaslıyor. Dışı kıpırtısız ve dışının aksine içi fırtınalı bir kadın. İşkence gören yüzünde hiçbir duyguyu göremiyor ama kadın işkenceciye lanet yağdırıyor kıpırtısız dudaklarıyla, içinden konuşuyor. Patlamış tabanları yerde kan izleri bırakıyor ve kadın kan izlerini paspaslıyor. İçi başka ve dışı başka, kabullenemiyor ama işini yapmayı sürdürüyor. Yapmayabilir, ama yapıyor. Ekmek parası deyip geçebilir miyiz? Bundan son derece kuşku duyuyorum. İşkenceci değil, işkence edeni onaylamıyor ama sonra kendisine biçilen işi görüyor; dökülen kanı paspaslıyor, kiri örtbaş ediyor. Yaşar Kemal biraz anlayışla yaklaşıyor, kadını işkenceciden ayırıyor, ben yapamıyorum. Görev bölümü gereğidir, ilkinin görevi kan dökmek, diğerinin kanı paspaslamak, kiri paklamak. Bir zincir halkaları, bir tesbihin taneleri gibi. İkisi birbirini tamamlıyor.
Erdal Öz, işkencecilerine ironi yapıyor. “Sağda, ayakta, yanmayan sobanın başında, dar gelirli oldukları belli, her türlü buyruğu gözü kapalı yerine getirecek görünüşte, kişiliksiz, ikisi de oldukça iri, bir kırçıl, biri damalı ucuz kumaştan ceket giymiş iki kişi. İkisi de genç irisi.”(s.100-101)İşkenceye dayanmanın tek yöntemi budur; korkunun üzerine yürümek, acının üzerine gitmek.
İşkenceli sorguyu yapan makinalar bunlar. Her hallerinden yoksul oldukları, dar gelirli oldukları belli. Giysileri de öyle... Ucuz kumaştan dikilmiş takım elbise giyiyorlar. Usta bir terzi elinden çıkma değil, kaliteli bir kumaştan kesilip, üstlerinde provaları yapılmış hiç değil, belki de ucuz bir konfeksiyon işi, taksitle satın alınmış olabilir.
Sorgulama sürüyor. Birkaç paragraf sonra dar gelirli, ucuz kumaş giyenlerden biri “Her türlü yasanın, her türlü denetimin dışında bir yerde” (s.101) olduğunu anımsatıyor Nuri’ye. Henüz Nuri değil, adı yok, bilmiyor. Neresi o yer? Allahın da karışmadığı bir mekân. Yalnızca sorgulayıcılar karışıyor. Buranın Allah’ı onlar, her şeyi yapmaya muktedirler. Can veremezler ama alırlar. Yazgı ellerindedir. “Biz herkese dilediğimizi yaparız.”(s.101) Hepsi bu. Sonra devam ediyor açıklamalarına; “...Yani, anlayacağın, kafamızı bozarsan, yapamayacağımız şey yoktur sana. İstersek ortadan kaldırırık seni. Hem de bu odadada, burada, şimdi. Leşini de bir çukura atarız, kimsenin ruhu bile duymaz. Çıkarırız en üst kata, açarız camı, bırakıveririz, hooop güm. Gidersin. Yedinci kattan aşağı uçmak, ha, ne dersin? Çıkarma bunu aklından. ‘Kendini camdan attı’ deriz ailene de.”(s.101)
Bir roman, öykü, kurgu deyip geçemeyiz. Gazetelerde buna ilişkin yazılan küpürleri kesip, üst üste koysanız bir dağ silsilesi ile karşılaşırsınız. Belgelenmiştir, gazetelerdedir, tutanaklardadır, işkencae görenlerin anlatımlarındadır. Kimse işkenceyi yok sayamaz, bilmediğini ileri süremez.
Örneklemek için bir başka yazarın yazdıklarına bakmakta yarar var. Bizden olmayan ve uygar olan başka ülkelerin tanıklarına... Biri Fransız ve diğeri Yunan...
Henri Alleg ve Pericles Korovessis’in birlikte yazdıkları bir roman okudum; “Sorgu”2 Henri Alleg, Fransa’ya karşı Cezayir’in bağımsızlığını savunmuş, Pericles Korovessis, tiyatro sanatçısı ve suçu Yunan faşizmine karşı olan Yurtseverler Cephesi üyesi olmak. Böyle bir işkenceli sorgudan geçen gerçek iki kişi. Yaralısın’daki Nuri ne kadar kurgu ama işkenceden geçen gerçek Nuri’lerin olduğunu biliyoruz.
Sorgu’ya dönüyorum. “Elektrotların ucundaki kıskaçları gözlerimin önünde sallarken Ja......’nın ağzı kulaklarındaydı. Uçları uzun ve küçük dişli olan bu kıskaçlara elektrikçiler ‘timsah başı’ derler. Birini sağ kulağımın memesine ötekini sağ elimin küçük parmağına taktı. Birden bütün vucudumla irkildim ve acı bir çığlık koyverdim. Charbonnier elektrik akımını vermişti sonunda. Kulağımın dibinde şimşekler çakmaya, yüreğim göğsümü delip çıkacakmış gibi atmaya başladı. Çabalıyordum, haykırıyordum. Charbonnier ise manyetoyu durmadan çevriyor, şoklar birbirini kovalıyordu.” (s.27) Bu başlangıçtır. Biraz sonra elektrotlar başka yere bağlanacak ve işkence kaldığı yerden devam edecektir. “Birden korkunç bir canavarın etimi kemiğimden ayırdığını sandım. Ja..... kıskacı erkeklik organıma takmıştı.”(s.27) Aynı sayfada devam ediyor, timsah başını bu kez göğsüne bağlarlar.Akımın şiddetinin artması için soğuk suyla her yanını ıslatırlar. “İlk oturum” olarak nitelendiriyor bunu, sonra diz çöktürüp dövmeye başlıyorlar. Küçük manyeto yerini, daha güçlü elektrik üretebilen başka bir makinaya bırakır... Ağzına bir takoz takıyorlar ve başını suya sokuyorlar. Ayaklarına ıslak bir bez sarıyorlar ve iple birbirine bağlıyorlar. Ucunu tutuşturdukları gazeteleri bacak arasına uzatıyorlar. “Alevi erkeklik organlarımla bacaklarımda duydum. Tutuşan kıllar çıtırdıyordu.”(s.32)
İşkence, romanın sonuna kadar devam ediyor. Artık yaz(a)mıyorum. Ama benzeri bir işkence bölümünü Yaralısın’dan da almak zorundayım. Bütün işkenceler, işkenceciler bir ve birbirinin aynısı. Yöntemler de öyle. İsimler değişik olabiliyor. Ama işkence yöntemleri, işkencenin amaçları ve işkenceciler hep ve her yerde aynı. Henri Alleg ve Pericles Korovessis’te elektrotların ucu timsah başlı kıskaçlı, Erdal Öz’de kablolar açıkta... Elektrik mi? Aynı teknolojidir. Alette gelişmiş farkı var ama elektrik kullanımında çağdaşlığı yakaladığımız görülüyor.
“Çıkar üstündekileri” (s.113)
İşkenceci, Nuri’ye söylüyor. Kendi soymuyor ve soyunmasını istiyor. Ardından edindikleri bütün nezaketleriyle söylüyorlar; “Soyunsana ulan!” (s.113)
Üstüne atılıp, üzerindekileri çıkarıyorlar. Nuri en çok da donunun çıkarılmasına direniyor. Yan odada dövülürken altına kaçırıyor acıdan, tutamıyor. Kirli ve utanıyor, görünsün istemiyor. Tekme, yumruk bilinen ritüellerden. Biri üzerine çöküyor. Nuri tecavüz korkusu yaşıyor. Öz Yaralısın’da yazıyor; “Yerde, hiç bir şeye benzetemediğin haçı andırır, tahtadan yapılma bir âletin üzerine çekiyorlar. Arka üstüsün. İki parmak kalınlığında kayışlar var haça benzeyen tahtanın ucunda. Önce iki yana açtıkları kollarını, bileklerinden kayışlarla sıkı sıkıya bağlıyorlar tahtaya. Kol dirseklerinden geçen kayışlar etine oturuyor. Nasıl da meraklılar, nasıl da severek yapıyorlar görevlerini. Ayak bileklerine de kayışların geçirilip sıkıldığını görüyorsun.” (s.113) Başlangıçtır. Erdal Öz, bütün ayrıntılarıyla anlatılıyor filistin askısını. Gözlemlemek gerekiyor bu denli ayrıntılı bilgiye sahip olmak için, ya da işkence görmek... Öz için ikincisini söyleyebiliyorum. Kendini anlatıyor. 12 Mart’ta üç kez tutuklanıyor. Deniz’lerle tutukluğu süresinde hapishanede karşılaşıyor. Özellikle bir öykü ve bir roman bu döneme ilişkindir.Diğerleri de var. “Kanayan”ın yazım tarihi 1973, “Yaralısın”ın 1974. “Deniz Gezmiş Anlatıyor”un yayım tarihi 1976. “Gülünün Solduğu Akşam” çok sonradır 1986’da...
1935 Sivas / Yıldızeli doğumlu. 1969’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi bitiriyor. Avukatlık yapmıyor. Türk Dil Kurumu Yayın Kolunda, Türk Sinamatek Derneği’nde görevalıyor. Sergi Kitapevini ve kendi adını taşıyan yayınevi’ni yönetiyor. Sergi Yayınevi’nde kitapları sarmak için kullandığı ambalaj kağıtları sıradışı. Marksist yazarların kitaplarından alıntılar vardı. Komünizm propagandası yaptığı savıyla yeniden tutuklanacaktır. Faşizm Marksist kitapların okunmasını yasaklamakla kalmamış, her sözünü de suç saymıştır.
“Kara lastik coplar yan yana dizilmiş. Berisinde boy boy değişik kalınlıkta sopalar. Daha beride inceli kalınlı zincirler, kordonlar, ipler, meşin/deri karışımı, birşeylere benzetemediğin daha pek çok şey.” (s.114) “Yandaki masanın üzerine getirip koyuyorlar kara deriyle kaplı kutuyu. Manyeto olmalı. Sahra telefonlarında kullanılan o ilkel manyetolara benziyor. Yanda küçük bir kolu var. Kutudan çıkan kablolardan birinin ucunu, dar gelirlilerden biri, eğilip bir yerlere takıyor; prize bağlanıyor olmalı. (...) İkinci bir kablonun ucu, öbürünün elinde. Kablo, ucuna doğru daha önce ince iki kabloya ayrılıyor, biri kırmızı, biri sarı gibi. Kabloların uçları sıyrılmış, çıplak bakır telleri görünüyor. Sarı kablonun ucunu, sağ ayağının küçük parmağına sarıyorlar. Parmağında bir boşluk, bir kopmuşluk duygusu. Akım yok daha. Sağ eline yapışıyor biri, kırmızı kablonun çıplak bakır ucunu serçe parmağına doluyor. (...) Birden, bedenine saplanan ateş gibi bir dalgayla odanın ötesinden, masanın oralardan ‘trrrrt’ sesini duyuyorsun etinde.” (s.114/115) Sonra manyeto değiştiriliyor. Daha yüksek akımlısı, acı vermede daha incesi, daha yeteneklisi... Kamışına bağlıyorlar kabloyu. Sonra oradan çıkarıyorlar, çıplak bedeninde gezdiriyorlar, meme uçlarına değdiriyorlar, kulağına sokuyorlar, diline dokunduruyorlar.
İşkence aletlerinin nereden alındığını, kullanılması için onu satanların nasıl eğitim verdiklerini biliyoruz. Bu bütün işkencecileri bir ve aynı soydan yapıyor.
Erdal Öz, kendisiyle yapılan bir söyleşide Muazzez Menemencioğlu’na şöylüyor. “Umudun yok oluşu ölümün ta kendisidir. Bu toplumun geçirdiği en karanlık günlerde bile umudumu hiç yitirmedim. Bu ister istemez benim dünyaya bakışıma gelecek günlere bağlanışıma değişik bir renk getiriyor; umudun rengidir bu."3
Friedrich Wilhelm Nietzsche umut’u, kötülüklerin en kötüsü olarak nitelendirir, “çünkü” der, “işkenceyi uzatır.”
İnsan onurunu savunuyoruz!
Hepimiz Nuri’yiz!
-----------------------------------------
Erdal Öz, Yaralısın,Cem Yayınevi, 3. Basım, 1974, İstanbul
H.Alleg/P. Korovessıs, Sorgu, Oda Yayınları, çeviren H. Çelik, 4. Basım, ekim 1979-İstanbul
Cumhuriyet kitap, 28.5.1998, sayı 432, söyleşiyi yapan: Muazzez Menemencioğlu