Yazar... Ressam... Fotoğrafçı...

Ama daha çok hangisi? Fikret Otyam denildiğinde ilk akla gelen hangisi oluyor?

Kendisi yanıtıyor. Üçünü birden gösteriyor, herhangi bir türü öne çıkarmaksızın. Bu üç ayrı türü tek bir türe indirgiyor ve birinin olmaması durumunda bile Fikret Otyam olamayacağını/olunamayacağını söylüyor. Öyleyse kendi söylemiyle Fikret Otyam hepsidir, birini diğerinden çıkaramıyoruz ve üç tür tek bir türe dönüşerek Fikret Otyam’la özdeşleşiyor. Üçü tezdir ve Fikret Otyam sentezdir. Alexandre Dumas’ın serüven romanındaki gibi, Üç Silahşör’dürler, Athos, Porthos ve Aramis... Bir de Dartanyan var ve dört silahşördürler ama Dartanyan soylu, kendini üçlüden ayırıyor. Tam karşıtı, Otyam üçlüyle birleştiriyor. Üçü birden Fikret Otyam oluyor. “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için...” diyebiliriz. Yine de Dartanyan’laşan bir yanı yok mu? Tez ve sentez, ama bir de antitez var. Öyle görüyorum, ya da öyle düşünüyorum. Yalnız yazıya daha önem veriyor gibi... Yazı Dartanyan, daha soylu... Nereden mi anlıyoruz? Yine kendisi söylüyor, açıklıkla “yazı” demiyor ama sezdiriyor, önce yazıyı anıyor, sonra fotoğrafı söylüyor. “Yazının yetmediği yerde fotoğraf” diyor... Demek yazı öncüldür ve yetmediği yerde yardımcı kuvvetler olarak fotoğraf ve tabi bir de resim geliyor. İki türü anıyor ve bir üçüncü tür olarak resmi daha gerede bırakıyor. Sıralamada öncelikler bellidir. Ben öyle düşünmüyorum. Antizet budur ve her sentez, kendinden sonranın tezidir. Bana sorsalar sıralamayı yazar, ressam ve fotoğrafçı diye yapardım, bütünüyle öznel bir değerendirme bu. Yazın’ı daha çok sevdiğim içindir belki. Otyam ne der bilmem?

Yaşamına bakmak gerekli ve oradan çıkarsamalar yapabiliriz. Marx’a bakmak gerekiyor ve bilinç/yaşam ilişkisini buna göre değerlendiriz. Marx, Alman İdeolojisi’nde bilincin etken değil öncelikle edilgen olduğunu vurguluyor. Bilincin yaşamı değil, tam karşıtı olarak yaşamın bilinci oluşturduğunu söylüyor. İnsanın somut varlığını belirleyen şey onun bilinci değildir, öyle olmadığı gibi, bilinci belirleyen asıl sosyal sistem, yani toplumsal yapıdır. Düşüncelerin, kavramların ve bunlardan oluşan bilincin oluşumu, somut ve maddi yaşamın, insanın bunlarla olan nesnel ilişkisi ile oluşmaktadır. Bunlar birbirinden ayrıksı duran değil, birbiri içine geçmiş süreçlerle edinilmişlerdir. Marx’a göre bilinç de bilinçdışı da toplumsaldır. Marx ‘sosyal varoluş bilinci belirler’ der. Sınıf bilinci de toplumsal varoluş biçimlerinin bilinçli bir seçimidir.

Yeniden ve buradan Otyam’a dönersek, devam edebiliriz. Resimden ve fotoğraftan önce yazınla tanıştığını söylemeliyiz. Yazın’ın bir diğer türünü anabiliriz; sözlü yazın. Söyleşiye-röportaj- götüren yolun ilk adımıdır. Altı yaşından itibaren babasının eczanesindedir. Orada babasına yardım etmektedir. Çıraklık sayabiliriz. Eczaneye gelen köylüyer kendi yaşamlarını anlatırlar ve Otay dinler anlatılanları. Sözlü anlatı geleneğinin temsilcisidirler, meddah, Hacivat-Karagöz... Bir defter edinir ve eczaneye ilaç almak ya da babası ile söyleşmeye gelenlerin anlattıklarını not almaya/yazmaya başlar. Çocuk tutkusu mu? Değil. Defterde kaybolmaz yazılanlar. 1945-1946’lı yıllarda İstanbul’da yayımlanmakta olan Gece Postası gazetesinde yayımlanır bunlar. Adam olacak çocuk derler ya Anadolu’da, bir güzel söz vardır. Fikret Otyam yazar olmayı çocuk yaşlarda karar vermiştir. Bilinçli bir seçimdir.

Eczaneye gelenler yalnızca köylüyer ve babasının tanışları değildir elbette. Aksaray’daki eczaneye gelen ve Otyam’ı en az köylülerin anlattığı kadar etkileyen ve kendine çeken bir boyacı/tabelacıdır da. Eczane boyanacaktır, boyacı samur fırçayı, rengarenk tüp boyaları yükleyip gelmiştir. Yaptığı ilk resmin boyaları bu boyacıdan/tabelacıdan alınan boyalardır. Üstelik bu boyalarla yaptığı resimleri Aksaray Halk Evi’nin salonunda açacaktır.

Sıralamaya dikkatinizi çekmek isterim. Eczaneye gelen köylülerin anlattıklarını defterine not ederken yazardır Fikret Otyam. Talebacı/boyacının resimleri ile resim yaparken Ressam... Eksik olan nedir? Fotoğraf... Onu da ağabeyi Nedim’den öğrenmiştir. İlk fotoğraf makinası da babasınındır.

Otyam’ı tanımlarken yaptığım sıralamayı bir kez daha anımsatmama izin veriniz: Yazar, ressam, fotoğrafçı... Yazıya giriş tümcemdir. Sıralamanın doğruluğunu düşünüyorum.

Fotoğrafçılığına dönelim. Bu bizi Foto Üç Yıldız’a götürür. Üç yıldız fotoğrafçı işyerinin adıdır. Her yıldız bu işyerinin ortaklarından biridir. Bu yıldızlardan biri arkadaşıdır, ikincisi resim öğretmeni ve en parlak olan üçüncüsü de Otyam’dır.

Üç silahşörlere bir dördüncüsü eklenemez mi? Müzik! Otyam müzik yapmıyor. Yapabilirdi. Fotoğrafçılığı nasıl ağabeyindense, müziği de ondan alabilirdi. Almıyor. Ağabeyi Nedim Vasıf Otyam besteci ve orkestra şefi... Otyamdan önce ünlüdür ve bilinmektedir. Ağabeyine öykünmüyor, onun gibi müzik yapmak istemiyor.

Otyam gibi söyleyelim mi, işte böyle vesselam...

Fotoğrafçılık ya da yazarlık için eğitim almıyor, ama resimle ilgili alıyor. 1945’de Devlet Güzel Sanatlar Akademisine giriyor. Bedri Rahmi Eyuboğlu atöylesinden geçiyor.

Resim yaparken de yazarlığı depreşiyor. Gazetecilik yapıyor, yazınla ciddi anlamda uğraşıyor ve bugün de üzerinde taşıdığı gibi söyleşilerle-röportaj- adını duyuruyor. Otyam gazetecilik yapacaktır ama fotoğraf makinası yok. Bir fotoğraf makinası almalı ama bu kez de parası yok. Babasının fotoğraf makinasına göz koyuyor. Babasından istiyor fotoğraf makinasını, “Baba ver bir çekeyim” diyor ve babası da “Bak kırarsan ben de senin kafanı kırarım” diye yanıtlıyor. İlk çektiği fotoğraf mı? İsmet İnönü ile Babasının masada yemek yerlerken çektiği fotoğraf olmalıdır. Kafasının kırımadığı ise ortadadır.

Gazeteler için yaptığı daha sonra kitaplaştıracağı söyleşiler için Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya defalarca gidiyor. Geziginliğini de, yazarlığa, ressamlığa ve fotoğraçılığa eklemeli miyiz? Modern Evliya Çelebiliği buradan geliyor sayabiliriz... Topraksızlar, Gide Gide, Ha Bu Diyar, Haran, Irıp, Ey Samandağ Samandağ bu söyleşilerin kitaplaşmış biçimidir. Söyleşi olur da fotoğraf olmaz mı, onları da Gide Gide genel başlığı altında, Nâzım’dan ödünç aldığı o güzelim destanıın adı olan Memleketimden İnsan Manzaları ve Anadolu 63 adıyla sergiliyor. Fotoğrafı da resim yapar gibi çeker. Resimde de fotoğrafta da Bedri Rahmi öğretisini izler. Berdi Rahmi “Üç tonda leke” olarak adlandırır bu tekniği. Otyam bu tekniğe hep sadık kalmıştır.

Ne yaparsa yapsın, her yolun Roma’ya çıktığı gibi, onun da yolu hep yazın’a çıkmıştır. Akademiyi bitirdikten sonra Dünya Gazetesi Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olur, bu ara kitap kapakları ve kitapların içine girecek resimleri de çizmeyi ihmal etmez. “Hepsiyim” diyor ya, öyle! Hiçbirini diğerine yeğlemez. Belki de İkinci Paylaşım Savaşımı’nın alışkanlıklarından biridir bu. Lise eğitimini savaş yüzünden Ankara ve Kayseri’deki liselerde ve kesintili olarak yapmıştır. Yaşamında başka kesintiler olmasını bu nedenle istemez. Onun için düzen esastır. Gazeteciliği Ulus ve Cumhuriyet Gazetesinde sürdürecektir. Hem siyasi hem de sanatla ilgili yazılar yayımlar.

Akademide eğitim almıştır ama alaylı gibi resim yapar ve Bedri Rahmi’nin renkli-lekeci resim anlayışını sürdürür. Resimleri için kimi eleştirmenler “akademicilikten yoksun” tanımını yaparlar. Otyam akademicilikten yoksun resim yapıyorsa, aynı şey Bedri Rahmi için de geçerli değil midir? Otyam, Bedri Rahmi resim anlayışının sürdürücüsü olduğuna göre...

Mitolojiye ve dinsel söylencelere göre insan önce kadın ve erkek olarak bir bütündür, sonra yaratıcı onu işlediği suçu nedeni ile ikiye böler ve yeryüzüne sürgüne gönderir. Bu bir bütünün iki ayrı parçası yeryüzü sürgününde diğer yanını arar, bulursa mutlu, bulamazsa Sokrates gibi filozof olur. Fikret Otyam, diğer yarısını bulan şanslılardandır, Filiz Otyam’ı bulmuştur. Bir elmanın iki yarısı, yeniden bir bütün elma olabilmeyi becermiştir. Otyam, hem mutlu hem de filozoftur. Giderek çağdaş Nasrettin Hocalığa da ulaşmıştır.

1979’da Antalya’nın Gazipaşa İlçesine yerleşirler. Bir gün evlerine üniversiteli bir gurup öğrenci gelir. Gençler merhaba derler ve tanışmak için geldiklerini söylerler. Otyamlar onları sevinçlme evlerine kabul ederler. İçlerinden biri, Otyam’ın söyleşi kitaplarından birini getirip imzalatacağını, ama yanına almayı unuttuğunu söyleyince Fikret Otyam, kitaplığından gencin sözünü ettiği kitabını bulur, imzalar, verir. Biz de böylelikle parayı verenin düdüğü çalmadığını, bazen düdükçünün düdüğü parasız da verdiğini öğreniriz. Otyam bize parayı veremeyenin de düdük çalabileceğini göstermektedir. İlki kapitalizmse, ikincisi sosyalizmdir.

Söyleşilerini yaparken susuyor Otyam ve köylülerden içmek için su istiyor. Köylüler su getiriyorlar Otyam’a. İlk yudumu alması ile tükürmesi bir oluyor. Su sudan başka herşeydir. Köylülerin yüzlerine bakıyor Otyam, bir gücenmişlik bir kırılmışlık var. Soruyor. Köylüler o suyu köye yedi saatlik bir uzaklıktan getirdiklerini, kendilerinin de o suyu içtiklerini anlatıyorlar. Otyam, yanıbaşlarında başıboş akmakta olan Fırat’ı gösteriyor. “Gün gelecek, bu suyu içeceksiniz” diyor köylülelere.

Babası eski CHP’lilerden, kendisine vasiyet olarak üç istek bırakıyor. Bunlardan ikisi politik diğeri ekonomik. Ekonomik olanı bankadan borç almamasına ilişkindir, politik olanların ilki İsmet İnönü’yü eleştirmemesi, diğeri politikacı olmamasıdır.

Fikret Otyam’ın babasının asker kökenli bir eczacı olduğunu biliyoruz, Asteğmen olarak görev yapmıştır. Görev gereği o dönem Osmanlı toprağı olan Yemen’dedir. İsmet İnönü de Yemen’dedir ve üstelik rahatsızdır. İsmet Paşa’ya bakmak, ilaçlarını içirmek, iğnelerini yapmak Vasıf Bey’e kalır. İsmet Paşa’yı çadırda tedavi eder Otyam’ı babası. Bunu çocuklarına anlatmıştır. Erkeklerin askerlik anıları bitmez. Otyam basının anlattıklarına inanmaz. Koskoca İsmet Paşa’yı bırakın tedavi etmeyi, uzaktan görmeniz de o kadar kolay değildir, yanaştırmazlar yanına. İsmet İnönü ki, Atatürk’ten sonra ikinci adamdır. Babasını nereden tanıyacak?

1942’de İsmet İnönü Ankara’ya giderken yolu Aksaray’a düşer. Aksaray’da iki hazırlık vardır; biri Kaymakamlıkta İsmet İnönü’yü karşılamak için yapılan resmi hazırlık, diğeri de Koca Vasıf’ın evindeki dost meclisi için yapılan hazırlık. Evde hummalı bir çalışma var, mutfakta evin hanımı bir yandan, evdeki yardımcı kadın bir yandan su börekleri yapıyorlar, yemek pişiriyorlar. Otyam yaman meraklıdır? Kimdir bu hatırlı konuk, bunca ivecenlik niyedir?

Buluşma gerçekleşir, İsmet İnönü Koca Vasıf’ın masasını onurlandırır. Su börekleri, pişirilen yemekler iştahya yenilir, koyu bir söyleşiye tutuşulur. İşte tam buradır ki Otyam “Baba ver bir çekeyim” der. Babasının gözü gibi koruduğu fotoğraf makinasını ister. Babasının yanıtı ilginçtir, “Bak kırarsan ben de senin kafanı kırarım.”

Otyam babasına verdiği, vasiyeti niteliğindeki sözlerini tutabildi mi?

Televizyondaki bir söyleşide tutamadığını açıklıyor. İsmet Paşa’yı da yeri geldiğinde eleştirdiğini söylüyor. Babasının “Bankadan borç almayacaksın, politikaya atılmayacaksın, İsmet Paşa’ya çatmayacaksın” sözü Otyam’ın çağdaş Nasrettin Hoca’lığına yenik düşmüştür.

Peki İsmet İnönü görüldüğü kadar çatık kaşlı, asık suratlı ve gülmeceden anlamayan bir adam mıdır? Olmadığını biliyoruz. Otyam’a da bu gülmececi oyunlarını oynayacaktır. Hafta sonu Turizm Bakanı Ali İhsan Göğüş ile Atatürk Orman Çiftliği’ni gezmektedirler. Otyam arkalarındadır ve fotoraflarını çekmektedir. İsmet İnönü bir ağacın altından geçerken, dalı gerer ve aynı yerden Otyam geçerken bırakır. Gerilen ağaç serbest kalınca Otyam’ı yere düşürür. İsmet Paşa ve yanındakiler bu küçük oyuna kahkahalarla katılırlar. Bir başka gezide bu sahneyi tekrarlamak ister İnönü. Bu kez hazırlıklıdır Otyam, İsmet Paşa Ali İhsan Göğüş’e, “İhsan yemedi, yemedi” diyecektir.

Geçmeden bir de İnönü’nün sigara tiryakililiği ile ilgili ortak bir anıları daha vardır ki, onu da yazalım. “Otyam, gel” diye yanına çağırır İnönü. “Yak bir sigara” der. Otyam şaşır, İsmet Paşa bu, yanında sigara içilir mi hiç? “Aman paşam, ben babamın yanında bile sigara içmedim” diye geveler ama İnönü buna izin vermez, “Sağır mısın, yak” diye emreder. Sigarayı yakar Otyam, paşa bu kez, dumanı yüzüne üflemesini ister. Yapılacak başka bir şey yoktur, dumanı yüzünün ortasına doğru üfler. İnönü, dumanı derin bir oh çekerek içine çeker, sigara yasaklanmıştır, tutkusunu yüzüne üflenen dumanla giderir.

Orhan Kemal’in yaşamı tam bir cehennemdir. Yalnızca yazarak yaşamını sürdürmeye çalışır. Bu kadar çok yapıt vermesinin gerekçelerinden en önemlisi budur. Yaşamını sürdürmek için kimi zaman daha kitaplarını yazmadan avans alır, bu yetmez sürekli borçlanır. Oğlunun sünnetini de belediyenin toplu sünnetlerinden birinde yaptırır parasızlık yüzünden. Toplu sünnetlerin yapıldığı salona girebilmek için belediye, sünnet çocuğunun anne ve babası için iki davetiye verir, dışarıdan törene katılmak ücretlidir. Tam da sünnet günü Fikret Otyam Orhan Kemal’in yanına gelir. Otyam askerdir ve izinli olarak gelmiştir. Orhan Kemal zorunu olarak biletlerden birini Otyam’a verir ama bu kez kendisi ya da eşi için para verip üçüncü bir davetiye almak zorunluluğu ortaya çıkar. Bu sorunu aşamamak Orhan Kemal’i sıkıntıya sokar ve çaresizlikten düşer bayılır. Fikret Otyam Orhan Kemal’in mektuplaşmalarından derleyerek oluşturduğu kitabında Orhan Kemal’in bu bu çaresizliğini de yazar.

Onun Akdeniz Üniversitesi Çevri Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin her yıl ödül verir. Bu ödüllerden 13. de ikret Otyam’a lâyık görülür. Otyam ödülü geri çevirir. Çevre Hizmet Ödülü’nü geri çevirmesini de çağdaş Nasrettin Hoca’lığından sayılmalıdır.

Otyam ödülü hangi gerekçelerle geri çevirir?

Gazetelere bu haber “Otyam, çevre ödülünü reddetti” olarak düşer. Çevre Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Bülent Topkaya'ya bir yazı gönderen Otyam, bu ödülü almaktan onur duyduğunu belirtir, ardından şunları yazar; "Sayın Kurul Üyelerinin 'çevre bilinci ve doğa sevgisinin gelişmesine' dair görüşlerime uymayan bir hususu, yürekten apaçık belirtmek isterim. Ben yaştaki (1926) sedir, çam ve nice ağaçların acımasızca kıyıma uğratıldığını acıyla izlerken ve bu acımazsızlığı/kıyımı kıyasıya eleştirirken, aynı amaçlı bir ödülün Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu'na da verilmesi, doğa sevgime ve bu konulardaki yazılarıma ters düşeceği; aldığım takdirde yaşanan orman katliamına ortak sayılacağımdan ödülünüzü alamayacağımı bildiriyorum. Beni anlayacağınızı umar, en içten saygılarımı sunarım.” (Sabah Gazetesi, 11.05.2010)

Otyam’ın geri çevirdiği ilk ödül de değlidir bu. Daha önce de Ajda Pekkan’a da verildiği için “Devlet Sanatçısı” ünvanını da geri çevirmiştir. Otam’ın en büyük ödülü, onu Fikret Otyam yapan halkın sevgisidir. Başka ödül de istemez. Otyam bunu dişi ile, tırnağı ile hiç durmaksızın çalışarak, emeği ile yapacaktır.

Anadalu Ajansından nasıl çalıştığını sorduklarında şunları söyleyecektir; “İnsan en iyi bildiği şeyi yapmalı. Piyanist mi on saat çalışacak; ud mu, kanun mu çalıyor, on saat çalışacak günde. Çok çalışması lazım. Resim yapıyorum, yazı yazıyorum, durmak yok...”

Durursa ne olur?

Onu da söylüyor Otyam; “Durduğum zaman öleceğim gibi bir his geliyor içime.”

Sürekli çalışmak, doktorları yazma demesine karşın, tek parmakla da olsa yazmak, resim yapmak, fotoğraf çekmek onu yaşama bağlıyor, diyaliz değil olsa olsa onu yaşamda tutan budur.

Yolda yürürken vitrinde “Hızlandırılmış rasim kursları” yazan bir yazı görünce, “Hızlandırılmış tren kazansı 54 kişiyi öldürdü, hızlandırılmış kurslar da resim sanatını öldürüyor” diye düşünür.

Her şeyin en iyisini yapma düşüncesinden hiç vazgeçmediği ortadadır.

Otyam’ın kitapları okunduğunda ilk izlenim, onun konuşur gibi yazdığıdır. Otyam’ı okurken zorlanmazsınız, ne demek istiyorsa onu söyler, ilk okuyuşta anlarsınız. Kapalı bir anlatımı yoktur. Diyeceğini söylemek istediği gibi açıklıkla yazar. Televizyondaki söyleşilerini dinleyenler bilirler, kendinizi söyleşinin içinde gibi duyumsarsınız, Otyam karşınızdadır ve sizinle kırk yıllık dost gibi söyleşmektedir. Otyam yalnızca bö biçimde söyleşmekle yetinmez, yazarken de anlattığı gibi yazar. Bu bir vasiyettir ona.

Babasının mı?

Değil!

Bu vasiyeti de şöyle açıklar Otyam.

Kafa çekmek için Beyoğlundadır. Yorgo’nun meyhanesinde arkadaşları ile birlikteler. Otyam, son yazdığı öykülerden birini masada akraşlarına okumakta. Bir ara gözü arkadaki masalardan birine takılır. Masada sarı saçlı, üzerinde kirli bir pardösüsü olan bir adam kulaklarını dört açmış, farkettirmeden okuduğu öyküyü ilgiyle dinlemektedir. Otyam, bu adamdan kuşkulanır, sivil polis diye düşünür. Erkekliğe toz kondurmaz ve öyküsünü sonuna kadar okur. Öykü bitince sarı saçlı, kirli pardösülü adam kalkıp yanlarına gelir, “Anlattığın gibi yazsana” der.

Sivil polis diye düşündüğü, bu sarı saçlı, kirli pardüsülü adam Sait Faik’tir.

Otyam, söyleşisinde “hep anlatım diliyle yazmaya çalıştım,” der, “Onun vasiyetidir.”

Babasının vasiyetini tutamamıştır ama Sait Faik’in vasiyetine sımsıkı sarılmıştır.

Hey, koca usta, benden de selam olsun sana!

Vesselam..

Yazarın Tüm Yazıları