Birisi yarım kalmış üç roman; Aylak Adam, Anayurt Oteli, Canistan, bir öykü; Bodur Minareden Öte, daha sonra bütün öyküleri Eylemci adıyla yayımlandı, oğluna adadığı bir çocuk kitabı; Ekmek Elden Süt Memeden, bütün öyküleriyle yeniden yayımlanır, bir de K. Baynes’ten bir çeviri; Toplumda Sanat. Yusuf Atılgandan kalanlar bunlar. Daha sonra kendi adına bir de “Perşembe Gurubu” arkadaşlarınca armağan kitap yayımlanır.
Aylak bir adama da bu yakışır; Geride çok şey bırakmamak. Bütün aylak adamlar yaşanmışlıklarını, zorlanarak da olsa yaşadıklarını, yaşarken biriktirdiklerini de yanlarına alarak sessiz sedasız götürürler. Aylak olmayanlar bilmezler yaşamışlıklarını, önemsemezler, kendinden büyük ve ağır çokbilmişliklerinin zarar göreceğini düşünürler. Çoğu zaman bilinçle yaparlar bunu, görmezden gelirler. Aylak Adamlar kendi varlıklarının aynalarıdırlar, kendi büyüklüklerinin aslında ne kadar da büyük bir aylaklık üzerine kurulu olduklarını gösterir. Aynalar böyledir, sol kaşınızı sağ tarafta gösterse de gerçeği gösterirler. Nice önemli adamın aslında içlerinin ne kadar boş olduğunu göstermek bir ayna yasasıdır. Aylak Adamlarının işlevi de budur.
Enis Batur’a gönderdiği mektubunda yazar olmadığını yazacaktır. Ancak bir çekincesi vardır, “Anlaşılan” der ve “bilinen anlamda bir yazar” olmadığı... Kendisini böyle göstermesine karşın, aslında öyle değildir ve bilincindedir. Kime göre anlaşılacaktır? Anlaşılandan anlaşılması gereken nedir? Bütünüyle anlaşılmak olası mıdır? Her anlaşılanda anlaşılmayan, açıklanmaya gereksinim duyulan bir örtük anlaşılamama hâli yok mudur? Bilinen anlamda bir yazar nasıl bir yazardır? Başkalarınca verilen değer yargıları üzerinden kendini yargılasa da aslında bu değer yargılarını üretenlerin yargılanmasıdır. Kendisini eleştirirken, kendisi dışındakileri de eleştirinin nesnesi/öznesi yapar.
Atılgan, Aylak Adam’da üzerinde yaşadığımız evreni, korkuluğu olmayan, sallantılı, yıkıldı yıkılacak bir köprüye benzetir. İnsanlar bu köprüde yürüyen varlıklardır. Bütün sorun bu köprüde yürürken tutunacak bir tutamağa gereksinim duymalarıdır. Yoksa sonuç kaçınılmazdır; boşluğa yuvarlanmak. “Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.” Romanın kahramanı C, Kağızman’ın köylerinde tanıdığı bir adamdan söz eder. Bir çift öküzü vardır bu adamın. Korkuluksuz, sallantılı köprüde boşluğa düşmemek için bu bir çift besili öküzüne tutunur. Yaşama bununla meydan okur. Dünyayı besili öküzlerinin gözünden görür, kendi gözlerinin bilincinde değildir. “Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, ‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur’ demesini isterdi.” Dünyayı bir çift besili öküzden ibaret sananların dışında olanlar da vardı ve C için, bunlar Veli Ağa’dan çok daha gülünçtürler. C’nin kimliğinde Yusuf Atılgan da verili olanın dışında tutunacak gerçek değerleri arar. Zenginliğe tutunmasına gerek yoktur, zaten zengindir,-zengin değil ama paralı- kamuda ya da özel sektördeki işinin adının önüne taktığı unvana da tutunmaz. Babasından kalan varsıllıkla buna da gereksinimi yoktur. Aradığı ve tutunmayı isteyebileceği tek bir duygu kalmıştır geriye; sevmek… Sevmek için de sevilecek, sevgiye yaraşacak bir kadın… “Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”
C iki kadını sevecektir. İlki, kadın olmanın da ötesinde belli bir kimliği, kişiliği olan ressam Ayşe… İkincisi kadınlığını ve güzelliğini bir nesne gibi taşımayan, süssüz, sade, yalın üniversite öğrencisi olan Güler. İlkinden ayrılmıştır ve ikincisine gelmiştir, ancak Güler’de beklentilerinin karşılığını bulamayacaktır. Deniz kenarında kurulu yazlık pansiyonda ilk sevgilisi ile yeniden karşılaşacak, ilkinde bulamadığı sevgiyi yeniden Ayşe’de arayacaktır. Ancak ne Güler’de, ne de iki kez aşkı aradığı ressam sevgili Ayşe’de aradıklarının karşılığı yoktur.
Aylak Adam’ın tamamlanmış bir adı yoktur. Tamamlanmamış, yarım kalmış, tamamlamak, bütünlemek için uğraşılmaya değer görülmeyecek bir Aylak Adam’a da ancak tek bir harfi yakıştırır. O yalnızca C’dir. Yine de cömert bulabilirim Yusuf Atılgan’ı. Aylak Adam’ın yalnızca tek bir harfini yazmaya gerek duyduğu kahramanının dışında, yazınımızda romanı üzerine kurulu kahramanların kimi zaman adı bile anılmaz. Atılgan C ile yetinir. Hiç yoktan iyidir.
C aradığı hiçbir şeyi bulamaz, Aylak Adam bulmanın değil, bulamamanın romanıdır. C, Gerçek sevgiyi ve seven bir kadını asla bulamayacaktır. “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi. ( Bu sıkıntı garsonun yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.) Çevreme ilgiyle baktım. Erkekler yeni tıraş olmuşlar, kadınlar yeni boyanmışlardı. Yüzleri tasasızdı. Caminin dirseğindeki bacakları kesik dilenci, soğuktan morarmış, çorapsız gazeteci çocuk bile öyleydiler. Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim gibi bakıyordum geçenlere. Bu gece bencildim. Kendi kendime kızdım. Oysa onu bu caddeye pek seyrek gönderirdim: Binde bir, güzel bir filmi görsün diye. Önlerde bir yere oturur, yanağı avucuna dayalı filmi seyreder, tam beni düşünmesini istediğim zaman beni düşünürdü. Film bitince eve yürüyerek dönerdi.”
C, gerçek sevgiyi ve sevilmeye değer kadını gerilerde bırakılmış yaşantıda bulmuştur; Zehra Teyzesi. Oedipus karmaşası eşliğinde bulduğunu sandığı kadını yitirecektir. Sevdiği, sevilmeye değer gördüğü kadını babasına kaptıracaktır. C babasını simgelerle bütün yaşamı boyunca taşır; bıyıklı, zengin ve kadın bacaklarına düşkün. Aylak oluşu da babasının kendisine çalışmasını gerektirmeden varsıllık içinde yaşayabileceği bir kalıt bırakmış olmasındandır. Ayşe’nin bacaklarına dokurken bile bu duyguyu içinden atamaz. Ayşe’nin çıplak bacaklarına dokunan el hem kendisinindir, hem babasının. Bir başka simge –daha var Aylak Adam’da: Kulaklar. C için takıntı hâline gelmiştir. Sürekli, olur olmaz her yerde kuşağını kaşır, karıştırır. Tramvaydaki yolculuların kulaklarının arkasındaki kirlere takılı kalır. Babası çocukluğunda kulaklarını çekerken, yırtmış/kanatmıştır. Unutamaz, atamaz üzerinden. C’nin aradığı sevgiyi ve sevgiliyi bulamamasının ardında da bu Oedipus karmaşasının yoğun payı vardır. C aslında herhangi bir kadını değil başka bir kadında Teyzesi Zehra’yı aramaktadır. “Kalabalıkla ilgim kesiliverdi. Yine lök gibi oturdu içime o demin ki sıkıntı. Bu kere garsonun yüzünden değildi. Biliyordum. İlerde locaları derin sinemanın önünde müşteri beklediğini bildiğim şaşı kadının bende uyandıracağı tiksintiyle karışık acımayı düşünür düşünmez döndüğüm yan sokakta - o geceki sokaktı bu - bir yaralı kendine güven duygusuyla ağırlaşmış olarak geldi. Bir ay önce biri siyah bıyıklı iki terziden - niye terzi? Bilmiyorum - dayak yediğim gece de aynı sebepten aynı sokağa dönmüştüm. Belki bir ek-sebep de vardı. Ona bir yardımda bulunmam gerektiği, bu yardımın onun iş gururunu incitmemesi bahanesinin ardında gizli, o derin localardan birine onula girmek isteğinden korkuyordum. Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.”
Yusuf Atılgan iki evlilik yaptı. İlkini Sabahat Hanım ile ve ikincisini Serpil Gence ile. İkincisinden bir çocuğu olur. Sabahat Hanım, köylüsüdür. Serpil Gence ise uzun yıllar mektuplaştığı tiyatro sanatçısı. C’nin de iki sevdiği kadın var. Ayşe ve Güler. Güler köy kökenli olabilir mi bilmiyorum, -büyük olasılıkla öyledir- Serpil Gence sanatçıdır. Aylak Adam’ın iki kadını ile Yusuf Atılgan’ın evlilik yaptığı iki kadın arasında bir eşleşme kurabilir miyim; köylü ve tiyatro sanatçısı, öğrenci ve ressam.
“Sonra o Rum kızını öptüm. Harbiye'ye yakın caddenin ortası tenhaydı. İki kişiydiler; kol kola gülüşerek gidiyorlardı. Yanımdan geçerlerken benden yana olanı tuttum, öptüm. Yüzü soğuktu./(…)/Hol sıcaktı. Paltomu çıkarırken kaç kere beni yeniden sokağa uğratan o bildik düşünce geldi kafama takıldı. Öptüğüm kız bir şey dememişti. Yoksa o muydu? Niye gitmedim ardından?/(…)/ Sedire oturup radyoyu açtım. Piyano dinlemek istiyordum ama yoktu. Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu./ Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum. Yalnızdım. Kapadım kalktım. Duvarda "İkindi kahvaltısı" asılıydı: Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz. Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?”
Yusuf Ziya Atılgan’ın-ikinci ismi nedense kullanılmaz- annesi ev kadını; Avniye Hanım. Babası tahsildar; Hamdi Atılgan… Romandaki en ayrıksı boyut C’nin varsıl, Yusuf Atılgan’ın yoksul oluşudur. Öyle ki, okumak için geldiği İstanbul’da ailesi ona harçlık bile gönderemeyecektir. Yaşamı boyunca yoksulluğu sırtında taşıyacaktır. 1944’te İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitiriyor ve büyük kentte tutunamayarak, 1946’da Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne dönüyor oraya yerleşiyor. Otuz yıl orada çiftçilikle uğraşacaktır. Tutunamayışını Komünist Partisi’ne katılarak yasak faaliyetlerle bulunduğu iddiası üzerine Sıkıyönetim Mahkemesi kararı ile tutuklanması olarak gösterebiliriz. Faşist İtalyan Ceza Yasasından aynen alınan ünlü 141. maddeden yargılanır ve on ay hapis yatar. İlk altı ayı işkenceli sorguları ile çok iyi bilinen Sansaryan Hanı’nda, kalanını Tophane Cezaevinde geçirir. 25 Ocak 1946’da özgürlüğüne kavuşacaktır.
Yusuf Atılgan romanını 1957-1958 Roman Armağanı Yarışması’na gönderiyor yayımlanmadan önce. Dosya katılım tarihinin bitime bir-kaç saat kala ulaşır Cumhuriyet Gazetesine. İkincilik ödülü kazanır. Aylak Adam, 1959’da yayımlanır. Romanda iki kavramla karşılaşıyoruz; “Ku-ya-ra” ve “a-da-ko” Nedir bunlar? Kısaca “Ku-ya-ra” Kumda Yatma Rahatlığı, “A-da-ko” da Ağaç Dalı Kompleksi. Kendi tümceleri ile açalım; “Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra: 'Kumda yatma rahatlığı.' A-da-ko: 'Ağaç dalı kompleksi'. Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini farkettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben 'ağaç dalı kompleksi' diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.”
Atılgan, 9 Ekim 1989’da, Canistan’ı yazarken Moda’daki evinde geçirdiği bir kalp krizi ile yaşamını yitirir. Üsküdar’daki Sabetayistleri ile ünlü “Bülbülderesi Mezarlığı”na gömülür.
Yayımlanmayan iki romanının olduğu söylenir. Atılgan, yayımlamadığı bu iki romanı beğenmeyerek yakmıştır. Yazmaktan çok, okumayı sevmekle açıklar yazdıklarını ve yazmadıklarını. Konuşmayı sevmeyip, dinlemeyi sevdiği gibi… Romanlarının yazışları arasındaki süreç de öyle olduğunu gösteriyor.
Şimdi Bülbülderesi’nde yine aylaklık yapıyordur.
Aylak Adam’ın sonunda şunları yazacaktır; “Sustu, konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”
Öyle yapıyorum. Susuyorum.