YİTİK ÜLKENİN YİTİĞİ: SOYSAL EKİNCİ


Kırkına kadar ne aşk’ın, ne de ölümün insanın umurunda olmadığını söylüyor Soysal Ekinci. Kırkına kadar? Kırkından sonrası için aşk ve ölüm istese de umurunda olmazdı. Öldüğünde kırkındaydı… Ölürken aşkı ve ölümü umursadı mı bilinmez… Bildiği şudur; kırkına kadar her şey hayvani bir intikam duygusuyla harcanmıştır.

 

Kırkından sonrasına ilişkin, kırkından önceden edindiği görüşleri vardır elbette. Bütün ibadetlerin US’lu bir dost için olduğunu söyler “İlk Kıssa” adlı şiirinde. Us’lu demiyor Soysal, US’lu diyor. Bir bildiği vardır kuşkusuz… Son iki dizeyi olduğu gibi alalım; “Her anı başka bir pişmanlıkla yaşanır / Ki soysuzlar aklanırken kamuda soylular karalanır.”

 

Karalanmak ve aklanmak… Soysuzların aklanması ve soyluların karalanması iki ayrı durum değil, tek bir durumdur ve iyinin kötücülleştirilmesi, kötünün iyicillendirilmesidir söz konusu olan. İyi ve kötü, bir ve tekdir Soysal’a göre…

 

Yaşamına ilişkin çok bilgi yok elimizde. Hemen hemen her yerde rastlanılabilecek sıradan bilgilere ulaşabiliyorsunuz. 1954 Kars doğumlu. Okuduğu ilk, orta ve yüksek eğitim kurumlarının adı vs. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Bölümü’nü bitirmiş. 1978/1981 yılları gözaltı, 1983/1989 tutukluluğu. Yazdığı ikinci şiir kitabı “Çağrı” için verilmiş toplatılma kararı ve buna ilişkin hakkında açılan iki dava… 1991’de kendi istediğiyle aldığı yazmama/susma kararı…

 

Neden?

Bir şair neden susar ve neden şiir yazmaktan vazgeçer?

 

Ama asıl susuş’u 4 Eylül 1994’tür. İstese de suskunluğunu bozamayacaktır. İstanbul’da susmak ve suskunluğunu sürdürmek için yaşamını kendi elleri ile son verir. Bir kalorifer borusuna asar kendini.

 

Hapisliğinde direnen Sosyal, özgürlüğünde kendini kuşatılmış bulur. Yoksulluk onu susturmak için pusuda beklemektedir. Birlikte olduğu arkadaşları, bir başka şairin söylemiyle “Vebadan kaçar gibi…” kaçarlar ondan. Kimse iş vermez. Özgürlüğünü kazanmıştır ama, eşini yitirmiştir. Şairi tanıyan Şair “Karısının sefaletten kaçışı…” olarak gösteriyor bu yitiği…

 

Şiirleri için bireyi önemseyerek toplumsal sorunlara yönelik, çarpıcı imgelerle yüklü, duygusal ağırlıklı şiirler yazdığı, dili iyi kullandığı söylenir.

 

Yaşam tam da budur işte…

Gelir ve vurur…

Asıl cellât yaşamın ta kendisidir. Çok beklemez teslim almak için sizi…

Gelir ve alır…

 

Tek bir yaşama inadınıza karşın, ölüm o kadar çok biçimde ve bir o kadar çok seçenekli olarak çıkar önünüze.

 

Ve yaşam, yaşatırken sizi kendi biçtiği süreç içerisinde, kedinin fareyle, bir örümceğin kıllı pençeleriyle ağına düşürdüğü kurbanı yemeden oynadığı gibi oynar sizle…

 

Sonu bilinen bir oyundur bu!

Kazananı görülmemiştir!

 

Soysal Ekinci’ye gelince… Kendisi yazıyor; “En çok umuttu bize yakışan/ Ama hüzne ve umutsuzluğu / Yaşamamak elde mi?”

 

Aynı dizelerde hem umut, hem umutsuzluk…

O, umutsuzluğu yeğledi. Umut’u yakıştıramadı kendine. Yanlış bir seçimdi!

Ya da toplum onun adına umutsuzluğu yeğledi ve en çok umutsuzluğu yakıştırdı O’na.

Bir kalorifer borusuna asarak yaşamına son vermesi, şiirini ve kendini susturması trajiktir…

Geride şiirleri kaldı elbette. Üç şiir ve ölümünden sonra bütün şiirlerinin bir arada yayımlandığı “Toplu Şiirler”

Bir de masasının üstünde yenmeden kalan, bir dilim peynir, üç-beş zeytin tanesi…

Bir de geriye bıraktığı bir not; “Bir insanın mutluluğu için bin insanı üzdüm…”

O ‘bin insanı’ üzmeyi göze aldığı, ‘bir insan’ kimdir?

Sefalete dayanamayarak kaçan eşi mi?

Bilmiyoruz!

O bin insanı üzmenin yükünü taşımamayı mı yeğledi?

Bunu da bilmiyoruz!

Bilmeyelim. Dün bilmiyorduk, bu gün de bilmeyelim. Bilsek neye yarar ki?

Ama sustuğunu ve kendini susturduğunu bilelim.

Notunun sonunda bağışlanmak istediğini yazmış, bağışlanmak… Bağışlanmak, bin insan için mi, bir insan için mi?

Doğrusu bin bir olabilir!

Kırk yıllık bir ömür…

Bir roman değil belki, ama kısa öykü de sayılmaz… Bir novella, bir uzun öykü, bir uzun hava, bir ağıt, bir bozlak…

1991’de artık yazmamayı ve susma hakkını kullanma kararını neden aldı? İçinin konuşmasını bastıramamış olmalı… 1994’de bunu da başardı.

Ah! Ne yazık ki yitiktir. Yitik sayıyoruz. Yitik Ülke’sinin yitiklerindendir ve Yitik Ülke’sini de yitirmiştir.

Ve kuşku yok ki üzülüyoruz. Her ölüm, erken ölümdür, ölüm kendi isteğiyle gelse de!

İnsanlar mı, koşullar mı?

Koşullar kuşku yok ki, insanlar neden olsa da!

İnsanları belirleyen de koşullardır kuşku yok ki! Bir insan, koşullarının ona verdiği kadarın toplamıdır. Ne bir fazla, ne bir eksik…

Bitirmeden, bir iki dizesini daha yazalım mı? “Yinelenen Çağrı”dan;

“İlkel bir duygunun arkasına saklanıp da bir başına

Ufkuna yeni şafaklar attığını sanma

Düşün ve bir daha vur kendini gerçekliğin mihenk taşına

Bil ki önce bilgeyedir inanç sonra halka

Ve yine bil ki

Hâlâ kaybetmiş değilim sana olan güvenimi

Gel deli etme beni

Bu son çağrımdır sana

Kuşan eski sıcaklığını”

Bir ağıt, yalnızca bir ağıttır ne de olsa…

Yazarın Tüm Yazıları

Benzer Yazılar