AHMET GÜNBAŞ İLE TOPLU ŞİİRLERİ ÜZERİNE


Uzun yıllardır İzmir’de yaşamama rağmen şehirdeki edebi ortamla çok geç tanıştım. Çekingenimdir bu konuda. Belki de okuru olduğum isimleri gerçek hayatta tanımaktan çekindim, ne bileyim. Ancak bazen bilerek bazense tesadüfî tanıştığım bazı isimlerle iyi ki bir araya gelmişim diyorum. Ahmet Günbaş da bu “iyi ki”lerden biri. Yanlış hatırlamıyorsam ilk olarak Karşıyaka Belediyesi’nin düzenlemiş olduğu Attilâ İlhan Şiir Ödülü’nün töreninde kendisi ile muhabbet etme şansımız oldu. Ödülü Aslıhan Tüylüoğlu almıştı; yılı şimdi tam çıkaramadım. Oradan muhabbetle elimdeki Günbaş kitaplarını (Göçkün, Çağlaçakır, Islık Borcu) tekrar tekrar okuyarak inceleme fırsatı buldum. Yakından tanımaya başladığımız isimlerin dizeleri arasında hayat ayrıntılarını yakalamaya çalışmak zevk verici bir durum.

Kı-rıp Sesimizi ve Kirpiği Islak Bir Yenilgiyle adlarıyla iki ciltte bir araya getirildi Günbaş’ın toplu şiirleri. Her iki ciltte de beşer kitabın toplandığı bu külliyatı tekrar okuduktan ve elimdeki Dönemeç sayılarına göz gezdirdikten sonra şaire birkaç soru yöneltmek istedim.

 

  1. “Dönemeç” demişken ilk olarak oradan başlayalım isterseniz. Elbette toplu şiirlere de geleceğiz. Dönemeç, Agora ve Ünlem dergileri… Nasıl başladı bunların serüvenleri? Hayatınızda neleri değiştirdi?

 

Dönemeç’ten önce, Attilâ İlhan tarafından olgunlaştırılan Demokrat İzmir gazetesinin “Edebiyat ve Sanat” sayfasından söz etmeliyim. Oradan gelmiştir Dönemeç’te buluşanların çoğu. Öncesinde İzmir Namık Kemal Lisesi’nde, çok iyi bir edebiyat terbiyesi aldığımı söylemeliyim. Aynı zamanda Özkan Mert’le Refik Durbaş’ın edebiyat öğretmeni olan İsmet Kültür’ün izini sürmüşümdür hep. Sık sık edebiyat ve kitaplık kollarına seçildiğim, okul duvar gazetelerinde atlayıp sıçradığım vakidir. O zamanlar bir de Genç Kalemler dergisi vardı okulca çıkartılan. İsmet Kültür'ün maddi ve manevi anlamda büyük desteğiyle şekillenmiştir o dergi. Özellikle lise dönemimde Varlık başta olmak üzere, harçlığımdan kısarak birçok dergiyle tanıştığımı söyleyebilirim. Bunlar önemli ayrıntılar bence. Edebiyat kokusu olmadan edebiyat olmaz. Bir yandan yerel ve ulusal gazetelerin şiir köşelerini izleyerek şiire daha çok yaklaştım. Okul müfredatında adı geçenler dışında, dönemin romantik şairleriyle bağlar kurmaya çalıştım. Ancak Demokrat İzmir’de, 12 Mart sonrasının tepkisiyle siyasal bir kimlik edindik. Üniversite sürecimde bir yandan Alsancak’ta kurulu Besin-İş Sendikası şubesinde personel olarak görev almam, beni bire bir gerçeklikle karşı karşıya getirdi. Lise yıllarının romantik çocuğu gitti, yerine ‘devrim’i dert edinmiş devrimci-romantik bir genç geldi. Buna bağlı olarak toplumcu bir yönseme içine girdim; 1970’lerin başında Nâzım Hikmet başta olmak üzere, toplumcu damarımı besleyen birçok şairi okumaya başladım. Bu arada Attilâ İlhan’ın gazeteden ayrılmasıyla benim ve diğer arkadaşların ürünler gönderdiği ilk deneyim tahtamız “Edebiyat ve Sanat” sayfası da gazete yönetimince, çarşambadan çarşambaya küçülerek ortadan kaldırıldı.

İşte, Dönemeç’in doğuşu bundan sonradır. (Bizden önce Turgutlu’da yaşanan dört sayılık Çıkış dergisini unutmamak gerek) Söz konusu sayfadan taşan potansiyel arasında Ali Rıza Ertan (1944-1979) başta olmak üzere, Hüseyin Yurttaş, M. Kadri Sümer ve bendeniz, 1976 Mart’ında Dönemeç’i kurduk. Derginin sahip ve sorumluluğunu üstlendim. Üç yapraklık dergi ikinci sayıdan itibaren dört yaprağa, bir yıl sonrasında ise iki formaya ulaşarak kendini kanıtladı. Özellikle Ege Bölgesi’nde ilgiyle karşılandık. Ne yazıktır ki 12 Şubat 1979’da dergimizin adını da koyan yol arkadaşımız Ali Rıza Ertan’ı bir gıda zehirlenmesi sonunda yitirdik. Sarsıntımız büyük oldu tabii. Tüm gücümüzle bata çıka 92. sayıya kadar yolumuza devam ettik.

Sen de bilirsin ki dergilerin işleviyle koşut bir ömrü vardır Hakan. Ancak Dönemeç’te gördüğüm coşkuyu hiçbir dergide görmedim. Bunu özellikle itiraf edeyim. Hep söylerim; dergi gençlik işidir. Gençlik işi olduğu kadar gönüllülük esasına dayanır. Kanınızla canınızla katılırsınız.

Uzun bir aradan sonra kurucuları arasında yer aldığım Agora dergisinde çok verimli oldum. Sağ olsunlar, iyi bir arkadaşlık ruhu geliştirdik ekipçe. Ancak büyük bir hedefle yola çıktığımız Ünlem için aynı şeyleri söylemem. Belli bir süre sonra dergiden ayrılmak zorunda kaldım. Nedense tutmadı bir şeyler. Çok mu profesyonel geldi bana, bilemiyorum. Amatörlüğü daha çok severim. Onda özgürlük ve yenilik havası egemendir her zaman. Bildiğinizi okur, dilediğinizi yaparsanız. Ne gariptir ki bir tek şiir yayımlamadım Ünlem’de! Isınamadım, olmadı. İçtenlik mi, coşku mu; bir şeyler eksikti sanki. Belki gereksiz kalabalıktan ürküp geri çekildim. Sonrasında kimi dergilere gerekli katkıda bulundum. Bir daha yönetici pozisyonunda hiçbir oluşumda yer almadım.

Konu, dergilerin bana ne verdiğine gelince, çok yalın bir şekilde şunları söyleyebilirim: Vitrin dergiciliği dışında her dergi bir okul ya da kürsüdür. Herkes birbirinden bir şeyler öğrenir. Belli kadroyla ortaya çıkar, bir şeylere itiraz etmek için bir araya gelirsiniz. Hazır bir zemin tat vermez. Sizin ne söylediğinize bakılır çünkü. Dönemeç’te eleştirel anlamda -şiir ağırlıklı- bir şeyleri başardığımızı sanıyorum.

 

  1. İlk kitaplarınızın çıkış tarihleri arasında uzun bir ara göze çarpıyor. 1974’te çıkan Evren Mapusanesi’ni saymazsak Gecenin Neresinden 1986 yılında yayımlanmış, Göçkün ise aradan on bir yıl sonra gelmiş. Şairler için alışık olmadığımız bir aralık bu. Neden bu kadar gecikti Göçkün? Görülen o ki zaten bir ses yakalanmış Gecenin Neresinden adlı yapıtta. Şiire karşı bir küskünlük mü vardı? Yoksa yeni kitabın oluşumunu başka geciktirici sebepler mi mevcuttu?

 

Sevgili Hakan, benim yaşamım bir parça karabatak halidir. Kimselere benzemez.  Bir yiter bir görünürüm. Gerek geçim kaygısı, gerekse yıllara dayanan sendikal görevler sanata yeterince sarılmamı engelledi. Bu arada özel yaşantımın iniş çıkışlarını da hesaba katmalıyım. Acemi işi ilk kitabımla Gecenin Neresindesin arasındaki süre pek önemli değil yine. Beni çok büyük bir çukura iten Göçkün’e kadar olan sürede (1986-1997) nasıl bir ruh hali içinde olduğumdur. Elbette bazı kırgınlıklarım da oldu. Ne var ki yazmayı erteleyecek, hatta bırakacak kadar bir uzaklığı, buzul bir soğukluğu yaşamadım böylesine. Öyle ki kütüphanemi dağıtma noktasına geldim. Kent merkezinin alabildiğine uzağına sürüklendim. Buna kimse inanmaz. İşyerime yakın Sasalı köyünde tam sekiz yıl bir Cizvit papazı gibi yaşadım. Sonunda Hüseyin Yurttaş başta olmak üzere birkaç kadim dostumun ısrarıyla yeniden yazmaya başladım ve Göçkün’le, biraz da çekinerek çok sevdiğim şiire geri döndüm. Düzyazı neyse de şiire dönmek biraz zordur. Dili yakalamak zorundasınızdır. Bir parça bunu başardım sanıyorum.

 

  1. Toplu şiirler konusuna gelecek olursam, bu konuda bazı düşünceler şairin sağlığında toplu şiirlerini yayımlamaması gerektiği yönünde. Şahsım adına sebeplendirdiğim birkaç durumdan ötürü açıkçası bu görüşe katılmıyorum. Peki, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Şiirlerinizi tek bir yapıtta toplama fikri nasıl oluştu? Yayım süreci nasıl gerçekleşti?

Keşke toplu şiirler hakkındaki görüşlerini açıklamış olsaydın kısaca. En azından bir tartışma kapısı açılırdı aramızda. Bana göre toparlayıcı bir bütünlük sunmak bizzat şairin, yaşayan öznenin işidir. Neden dersen; bir şair, nereden gelip nereye gittiğini herkesten çok iyi bilir. Bu açıdan şiirsel toplamı ona ait toplamı olarak bırakmak daha doğru olur kanısındayım. Geriye dönüp bazı şairlere bakmak yeterlidir bu konuda. İlhan Berk’i, Turgut Uyar’ı, Metin Eloğlu’su, birçok şiirini dışarıda tutarak bir bütünlük yaratmışlar kendilerince. Şimdi kalkıp onların safra kabul ettiği şiirlerden kitaplar oluşturmak onlara büyük haksızlık olur. Haksızlıktan öte saygısızlık olur. Ki yapılıyor böyle şeyler. Bak, edebiyatımızda 1948-1956 yılları arasında, Avni Dökmeci tarafından yayımlanan -şiirden geçilmeyen- Kaynak adlı bir dergi vardır. Orada ülkemin şairlerinin neredeyse tümünü görebilirsiniz. Çok usta bildiğimiz şairler bile ilk şiir alıştırmalarını yayımlamışlar orada. Ama zamanla öykünmeyle karışık o çizginin/anlayışın dışına taşmışlar, seslerini buldukları noktadan gerisini kabul etmemişler. Neyse, asıl konuya geçelim. Bana sorarsanız, şimdilik toplu şiir kitabı çıkarmayı filan düşünmüyordum. Lokman Kurucu’nun önerisi üzerine sıvadım kollarımı. Hatta başlarda sessiz kaldım. Dağınıklığım gözümde büyüdü. Lokman ikinci kez arayınca, ortalığı yavaş yavaş toplamaya başladım. İyi bir toplam olduğu kanısındayım. Senin de bildiğin gibi beşer kitaplık iki cilt halinde yayımlandı toplu şiirlerim. Elimde yayıma hazır bir dosya daha var. Üstüne ne koyarsam artık… Bu arada şiir dışı uğraşlardan epeydir şiirden uzak düştüğüm de belirteyim.

Toplu şiirler çok özel bir ayna tutuyor şairine. Oktavio Paz’ın dediği gibi, Şairlerin özgeçmişi şiirleridir. Toplu şiirler onu doğruluyor bir bakıma. Geçtiğim yolları apaçık görüyorum o aynada. Arayışlarımı, aşklarımı, terk edişlerimi, halden hale geçişlerimi, bireysele ve toplumsala dönük her şeyimi bulabilirsiniz iki kitap toplamında.

  1. Şiirlerin yanında deneme, öykü ve romanlarınız da göze çarpıyor. Hakeza antoloji çalışmaları da… Şahsen hemen her türdeki eserlerinizi de başarılı bulduğumu belirtmeliyim. Bir yazın sevdalısının tek bir türde ilerlemesi gerektiğini savunanlara karşı şiir, öykü, roman ve deneme türlerinde kitap yayımladığım için ben de kendimce düşüncelerimi belirttim. Anlatılacak bazı şeylerin tek bir tür ile açıklanamadığını, eksik kaldığını düşünenlerdenim. Mesela Halkapınar’daki eski gölü dizeleriniz arasında da gördüm ancak Yitik Göl kitabını okumasaydım sadece şiirlerde anlatılan gölün durumunu anlayamayacaktım. Bu konuda sizin almış olduğunuz tepkileri de merak ediyorum. Bir şairin başka türlerde de ürün vermesinin olumlu/olumsuz yönleri sizce nelerdir?

 

Hemen söyleyeyim; çok yönlü olmak, yorucu olduğu oranında zevkli bir uğraş bence. Bu anlamda son soruyu başa almak istiyorum. Evet, çok büyük zaman kaybına uğradım bu konuda. Ancak keşkelerim olmadı hiç! Sadece şiirime odaklanmak gibi bir yönelim içine de girmedim hiçbir zaman. Çeşitli türde yapıtlar sunmanın yanı sıra kimi çalışmalarım, tarihsel zorunluluğun dayattığı bir sorumluluk gibi gelir bana. Empati insanıyım çünkü. Örneğin, Halkapınar Gölü’nü ortaya çıkaran Yitik Göl adlı gençlik romanım, böylesi bir eğilimin ürünüdür. Kaldı ki onun devamı sayılan Yayla Sineması da öyledir. Biri 60’lı, diğeri 70’li yılların İzmir’ini işaret eder. Kentimi derinliğine seviyorum ve bireysel tarihlerde gizlenen yakıcı ayrıntılar, üzeri örtük izler bulunduğuna inanıyorum. Tanıklık şart. Yani Halkapınar Gölü’nün haritalardan silinmesi başlı başına bir çevre cinayetidir. Birileri çıkıp bildiklerini yazmalı ya da en azından not düşmeli ki gelecek kuşaklar neler olup bittiğinden haberdar olsun.

Kısaca yaşam ne yazdırmak istediyse onları yazıyorum. Öykü ve roman çalışmalarım da aynı kapıya çıkar. Çocuk edebiyatıyla ilgili olduğumu da biliyorsun.

Deneyip yanılmak da beni hiç yormuyor. Kitaplar hakkında uzunlu kısalı yazılar yazmayı çok seviyorum. Bunu özveriye dönük büyük bir hevesle yapıyorum. Bir kitap hakkında yazmak, hem sürükleyici bir eylem hem de kendini beslemenin önemli bir yöntemi. Elbette zamanımı da yiyor kitaplarla boğuşmak. Özellikle şiire dönmekte güçlük yaşıyorum bazen. Aşağı yukarı yirmi dört yıldır yüzlerce kitabı masaya yatırdığımı söyleyeyim. Azımsanacak bir emek değil bu. Üstelik telif melif aldığım da yok! Yazmadan yapamıyorum, paylaşma alışkanlığım ağır basıyor. Olay bundan ibaret.

Az önce “tarihsel zorunluluk”tan söz ettim. Doğrudur. İyi ki Ölüme Direnen Şiirler adıyla Ender Sarıyatı’yı ortaya çıkardım. İyi ki Ali Rıza Ertan’ın düzyazılarını Sevgi Notları’nda bir araya getirdim. İyi ki -her ikisinden hareketle- Erken Ölümlü Şairler Antolojisi’ne sıvanıp, dergiler mezarlığında kalmış nice şairden okuru haberdar ettim. Biliyor musun, bu tür çalışmalar algıyı da tarihi de değiştirir zamanla. Nitekim bugün internette arama motoruna “Ender Sarıyatı” diye yazdığınızda ortaya çıkan sonuçlara şaşırırsınız. Oysa yirmi yıl öncesinde kimsenin Ender’den haberi yoktu. Çok yoruldum, çok çabaladım, olmadık engellerle karşılaştım ama yaptığım iş şiire değdi!

Özellikle antoloji çalışmaları gerçek anlamda çok yoruyor insanı. Sağlıklı bir antoloji için doğrudan şairine/kitabına başvurmak zorundasınız. Aktarmacı zihniyetle iş yürümez. Yanlışı yanlışa eklersiniz. İzin konusu ayrı bir dert! Varislerle didişmek ömür törpüsü!.. Ancak bir boşluğu doldurmak için yola çıkmışsanız her şeye katlanırsınız. Sözgelimi, M. Kadri Sümer’le birlikte gerçekleştirdiğimiz Şirin Adı İzmir ile Ege’de Mavi Sesler adlı antolojiler için çok ciddi emek harcadık. Bunların ayrıntısını anlatmak günlerimi alır. Bir ara antolojiler hakkında konuşabiliriz belki. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Ne yaptıysam ya da ne yaptıysak ağırbaşlı bir tutumla bir boşluğu doldurmak için yaptık. İlan-reklam formasyonu olan varsıl bir yayınevinde konuşlanıp baskı üstüne baskı yapmadık, “illa ki bizi okuyun” anlamında bas bas bağırmadık, orada burada atlayıp zıplamadık. Popülerlik bana göre değil. Danışıklı ya da ödüncüne işler yapmayı da hiç kaldıramam. Karakterimin dışındadır bu gibi şeyler. Elimden geldiğince yalın yaşarım. Yazıp okura bırakırım gerisini. Yazıp zamana havale ederim.

Pek yakınmıyorum çok yönlülüğümden. Sepetimde olanları sergiliyorum sonuçta. Ancak kırıldığım/incindiğim noktalar yok değil. Örneğin İzmir, Ender Sarıyatı’yı bir kez olsun konuşmadı, anmadı, adını bir yerlere vermedi henüz. Bu değerbilmezliği asla bağışlamam.

Yeri gelmişken, birçok şairin kitabında etkin rol aldığımı ve çoğunu özgeçmişime yazmadığımı belirteyim.

 

  1. Aynı türde ürün verenler arasında ister istemez rekabet ortamı oluşabiliyor. Gözlemlediğim kadarıyla şairler arasında bu husus daha ciddiye alınıyor. Kısacası bir kısım şair, özellikle çağdaşı olan çoğu şairi sevmiyor, küçümsüyor. Sizde ise tam tersi bir durum mevcut. Mesela Çağlaçakır’da Şairler/Şiirler diye bir bölüm var. Birçok dizenizde çağdaşınız şairleri övdüğünüzü de görüyorum. Belki mersiye olarak nitelendirilebilecekler de cabası. Açıkçası ben bu durumdan memnunum. Gökhan Akçiçek sayesinde tanıdığım ve çok saygı duyduğum Azer Yaran’a yazmış olduğunuz Azer Balı adlı şiiri okuyunca memnun kaldım mesela. Kısacası, içinde olmadığınız ama var olan şairler arasındaki bu çekişme ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özellikle şiir, kibir böbür götürmez sevgili Hakan. Ustalık, üstatlık gibi payeler de kabul etmez. Her yanıyla sulu yaklaşımlardır bunlar. Getirisi de yoktur pek. Sesini bulmuş şairlerle ilişki kurmak bana yeter. Onlar ayrı ayrı bir okul gibidir.

Yapay kümeleşmeleri ise hiç sevmem. Ustasına benzeyen çıraklardan oldum olası ürkerim. Şiir için soylu bir yalnızlığa gereksinim vardır. Başka türlü iç sesini dinleyemezsin, aynana bakamazsın, dahası olamazsın.

Etiği ve değerbilirliği her şeyin üstünde tutarım. Bunlar beni ideolojime de götürür, estetiğime de… Çünkü her ikisi de kuşkuyla yüklüdür. O kuşku insanı rahat bırakmaz. Gündüzünü gecesine katar. Dürter durur.

Klasik anlamda esine inanmam; ancak iyi şairlerden esinlendiğim doğrudur. Şiirsel etki diyelim buna. Sadece Çağlaçakır’da değil, hemen hemen tüm yapıtlarımda sözünü ettiğim şairler vardır. Kimileriyle çok ciddi ilişkiler/dostluklar yaşadım, kimilerininse yüzünü bile görmedim. Azer Yaran gibi örneğin… Aslında bir şairin şiirine bakmak yeterli. Orada her şeyi görebiliyorum. Ne var ki huyu suyu şiiriyle çakışmayan şairlerden uzak duruyorum artık. Gölge etmesinler yeter ki!..

Yakın zamanda, yaşanmışlıktan hareketle Foça’dan Aşkla adıyla bir gençlik romanı yayımladım. Şiir cumhuriyeti gibi bir kitap oldu. Orada her şaire eşit mesafede kaldım. Şiiri incitmekten korktum.

Seni çok iyi anlıyorum. Gereksiz didişmeleri, toptancı yargıları sevmem. Eleştirmen yokluğunda birbirini hırpalamayı ya da üste çıkarmayı amaçlayan şairlerin yazılarında kayda değer bir ışık görmüyorum. Öncelikle küfür ve hakaretten boğulan tartışma dilinden kurtulmak gerek.

 

 

  1. Son olarak, üniversite öğrencileri arasında bir edebiyat soruşturması gerçekleştirmekteyim. Üç bölümden (Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği, Türkçe Öğretmenliği) toplam 506 öğrenciye sorular yönelttim ve çok ilginç cevaplar çıktı ortaya. Bu sorulardan bazılarını günümüzde şiir yayımlayanlara da yöneltmeye başladım. Hâliyle size de sormak istiyorum. Şiirinizi oluştururken etkilendiğiniz, beslendiğiniz şairler var mıydı? Varsa bunlar kimlerdi? Ortaöğretim veya lisans kademesinde verilen edebiyat dersleri, şiir birikiminizi ne kadar etkiledi? Yaşayan şairlerden hangilerini takip ediyorsunuz? Takip ettikleriniz arasında beğendikleriniz hangileri? En son ne zaman ve hangi şiir kitabını satın aldınız?

 

Seni bu güzel çabandan dolayı kutluyorum. Önemli işler yapıyorsun. Öğrencilerinle birlikte stantları gezmek, yazarlarla görüşmek de işin içinde… Birçok öğretmenin böyle bir derdi yok nedense. Kitapla, dergiyle, hele şiirle ilişkileri oldukça sığ. Yetinme duygusuyla idare ediyorlar diyelim.

Etkileşim sürecime gelince; Nâzım Hikmet’le başlayan toplumcu damarın şairleriyle tanıştım önce. Garip, okul kitaplarında vardı zaten. Divan şiiri de öyle… Kırsaldan gelmem halk şiirinden de beslendiğimi de açıklar. Özellikle Yunus Emre, Karacaoğlan ve Pir Sultan Abdal başlıca kilometre taşlarıdır bu konuda. İkinci Yeni’yi biraz geç fark ettim ama yeterince yararlandım. Edip Cansever, İlhan Berk, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ülkü Tamer, Metin Eloğlu, Can Yücel olmazsa olmazlarım arasındadır. Ayrıca hiçbir gruba dâhil olmayan şairlere özel bir ilgi duyarım. Antik Çağ’a kadar uzanan yeryüzü şairlerini ihmal etmemek gerek. Şiir dediğimiz şey bizden öncekilerin toplamıdır çünkü. Yaşayan şairlerle ilgili bir şey söylemek istemiyorum. Etkileşim yelpazem oldukça geniş. Gençleri de çok seviyorum. Gençler de beni seviyor sanırım. Çünkü onları önemsiyorum.

Son günlerde neler okuduğuma gelince; size birkaç kitap ve şair adı sayabilirim şu anda: Hayhuy-Elif Sofya, Lillipütyen-Sultan Gülsün, Yitik Kitap-İlhan Kemal, Suya Bırak Sızını-Özge Sönmez, Hu-Emel İrtem, Türbülans-Naile Dire, Ayaz Cümle-Fergun Özelli gibi…

 

Bu derli toplu söyleşi için teşekkür ederim sana.

Dil tadıyla yeniden buluşmak üzere…