YAZIYORUM ÖYLEYSE VARIM / Nuray Tunç söyleşisi


Halit PAYZA- Adamak, adaktan geliyor. Etimolojik olarak ad ve at sözcüklerinden türetilmiş. Pek çok anlamı taşıyor. Örneğin adayan adını ortaya koymuş, kimliği/kişiliğiyle/bütün varlığıyla ortaya çıkmış, varlığıyla bir sorumluluğu üstlenmiş oluyor. Öyle bir sorumluluk ki sorumluluğunu yerine getirmezse kendini ortadan kaldırmış oluyor. Söz vermek ve tutmakla ilintili, verilen söz namustur, sözden caymak adamakıllı namussuzluktur ki kolay göze alınan bir şey değildir. İntihar etmek gibi de düşünülebilir. Söz verip cayan, kendi Kimliğinden, kişiliğinden ödünç vermiş, kendisini var eden ve sıkıca sarıldığı değerlerden düşmüş, kirlenmiştir.  Adayan kendini verir ve dönerse verdiğini bir daha geri alamaz. Toplum önünde küçük düşmüş, aşağılanmış, bir ömür boyu utançla damgalanmış olur. Adayıp, sorumluluğu üstlenmemek Teolojik olarak kişinin kendi kendini aforoz etmesi gibi… Bu kavram üzerine gitmek istiyorum. Teolojik anlamı dışında da herhangi bir kimseyle iletişimin, toplumun içinden kovulma, dışına çıkarılma gibi ağır yaptırımları var. Ait olduğu toplumsal yapı içerisinde, o toplumun kuralları çiğnenmiş, yaşam biçimleri kirletilmiş oluyor.  Adamak ve adadığından caymak kimi toplumlarda suç varsayılıyor. Ceza yasasına göre yaptırımları var. Ucu özgürlükten yoksun olmaya kadar gidebilir, ödenceli yaptırımların da ötesinde.  Sürgün, soyutlama ve utandırma, kınama gibi tinsel ve toplumsal yaptırımları da içeriyor. Kolay katlanır gibi değil. Düşünmek bile istemiyorum. Bir anlamda da sorumluluğu üstlenerek kendinizi savunmasız bırakmış oluyorsunuz. Doğulu toplumlarda riskli bir eylem bu… Sizi paramparça ederler. Adayan kendinden verir ve kaçınırsa kendinden verdiğini geri alamadığı gibi, kendinden gideni sonsuza değin yitirir. Adarken çoğalırsınız da adanmışlıktan dönerseniz azalırsınız, saygınlığınızı yitirirsiniz. Adınız yalancı çoban’a çıkar. Kimse bir daha inanmaz, güvenmez size. Öyleyse kolay bir edim değil. Taşınması ağır bir yük! Farklı dillerde adah ve azah olarak da söylenir ve kendi adı üzerine ant içmektir. Siz şiirlerinizi bir yazara, bir şaire, bir bilim insanına, toplumsal değeri olanlara adıyorsunuz. Adak bir dileğin yerine gelmesi durumunda yapacağınız ya da edeceğinize söz vermek. O şaire ya da yazara, bilim insanına verdiğiniz değer üzerinden ona duyulan saygının ifadesi olarak şiir adıyorsunuz. Bir anlamda kendinizi şiirlerinizi adadıklarınıza karşı sorumlu duyumsuyorsunuz, onların yaşarken ya da hâlâ yükümlülüklerini yerine getirdiğini, buna karşılık sizin de onlara olan borcunuzu ödeme isteminizden kaynaklanıyor bu durum. Kurban kesmeyi dışarıda tutuyorum. Konumuzla ilgili yok. Başka türlü adanmışlıklar var. Ona gelmeden, farklı biçimlerde gerçekleştirilebilen bir eylem. Örneğin mum yakmak, para bağışlamak, azat etmek de bu bağlamda. Ama sizin yaptığınız şiir adamak. Bütün bu tanımların dışında ve daha soyluca… Neden her şiirinizi adamak gereksinimini duyumsadınız? Kendinizi şiir adamaya götüren toplumsal borcunuzu niye bu denli önemsiyorsunuz. Pekala, şiirlerinizi adamadan da yazabilirdiniz ve şiiriniz yine şiir olarak nefes alırdı. Oysa siz şiirinizle birlikte, şiiri adadığınızın nefesini de şiirinize katarak, çağrışımlarla hem şiirinizi, hem de şiirinizdeki çağrışımlarla şiir adadığınızı şiirleştiriyorsunuz. Bu bilinçli bir seçim…

 

Nuray TUNÇ- ilk okuduğum şiir kitabı büyük usta Can Yücel’in Yazma eseriydi. Ardından Nazım Hikmet’i,  Aziz Nesin’i, Ümit Yaşar Oğuzcan’ı, Behçet Necatigil’i keşfettim. Okudukça kendimi buldum. Ne muazzam bir dünya şiir dedikleri… Onlar o güzel dizelerle fikir ve duygularını o kadar güzel işlemişlerdi ki yükledikleri toplumsal hasletler bende abideleşti… İlk şiirim 1991 yılında ‘Gençliğin Sesi’ dergisinde yayımlanıp mansiyona değer görüldükten sonra yazma düşüm daha bir ivme kazandı. Her bir üstada dokunmalıydı hayalimin sesi, onların nedenli büyük hazlar yaşattıkları duygu dünyalarımıza karşılık vermeliydim ve bu şiirle olmalıydı. Hem onların abidevi şahsiyetlerini yeniden tazelemek ve hem de yazın dünyamdaki paha biçilmez yerlerini birer “adak” şiirle yad etmek mümkündü bence. Böyle başladı serüvenim. Araya yıllar, yaşamsal sıkıntılar girse de hiç vazgeçmedim yazmaktan. 2010 Yılından itibaren de bütünüyle edebiyatın mutluluğuna bıraktım kendimi… Üretken yıllarıma adım atmıştım bir güzel coğrafya’nın beni saran enerjisiyle. O enerji içinden hiç çıkmak istemediğim Kuşadası’ydı beni tamamlayan. Her bir üstadın izleri her bir dünyanın pencereleriydi usumda. O pencereleri izlemekten, izlerken de onların yanında gibi olmaktan daha önemli ne olabilirdi? Bunu en iyi biçimde kaleme alıp, hem onları yaşatmak, yaşamak, hem de bu toplumsal arenada layıkıyla temsil edebilmek adına tüm riskleri göze almalıydım, öyle de oldu. İkinci şiir kitabım ‘Vaktin İnsanları’ ardından ‘Işık Atlası’ doğdu. Salt şiir yazdıranı değil, yazdıranın siyasi, edebi, felsefi kişiliklerini de doğru aktarabilmek gerekmekteydi. Bu alanda Türk Edebiyatı’nda, kitap bütünlüğü içinde yazılmış her şiirin bir yazın ustasına adanmış başkaca bir şiir kitabı olup olmadığını bilemiyorum. Sizin de ilk başta ifade ettiğiniz gibi, adarken çoğalır insan, çoğalmanın mutluluğuyla.

 

Halit PAYZA- Maurice Blanchot’a gelince, ‘Kafka’dan Kafka’ya’ adlı kitabında neden yazdığını ve yazmayı sürdürdüğünü ve yazmanın vardığı en uç noktayı “İnsan neden yazdığını kendi kendine sormadan da yazabilir elbette. Kaleminin harfler çiziktirdiğini gören bir yazar kalemini bir süre için bırakıp ona şunları söyleme hakkına da sahiptir: Dur! Kendi hakkında ne biliyorsun? Hangi amaçla ilerliyorsun? Mürekkebinin iz bırakmadığını neden görmüyorsun? Serbestçe önden gidiyorsun, ama boşlukta gittiğini, hiçbir engelle karşılaşmıyorsan eğer bunun başlangıç noktandan hiç ayrılmamış olmandan kaynaklandığını neden görmüyorsun? Yine de yazıyorsun: Ara vermeksizin yazıyorsun, sana yazdırdığım şeyi bana gösterip, bildiğim şeyi de bana açıklayarak yazıyorsun; başkaları, okurken, senden aldıkları şeyle seni zenginleştiriyor, onlara öğrettiğin şeyi de sana veriyorlar. Artık yapmadığın şeyi yaptın; yazmadığın şey yazıldı: Silinmezliğe mahkûm oldun” diyerek açıklıyor. Yazan niçin yazar? Onu buna zorlayan var mı? Yazan yazmak için kendi kendini mi zorunlu tutar; yoksa yazmak zorunda olduklarını yazmak için yazmayı bir araç olarak mı kullanır? ‘Silinmezliği mahkûm olmak’ kavramına gelince bu biraz da abartı gibi… Yazılan silinemez mi? Ya da basılı kitaplar da gün gelir unutulmuşluğa terk edilemez mi? Belki de metnin aslı bütünüyle ortadan kalkabilir, basılı olanların en son kopyası da ortadan kalkabilir. Yani yazılı olanın sonsuza dek yaşaması olanaksız... Yazılan her şey silinebilir, korumaya alınmış bir kil tablet, kırılamamış bir dikilitaşsa ömrü daha uzun olabilir. Mahkûm olmak biraz da hoş duygular uyandırmıyor, yazmanın karşılığı ceza olabilir ve metin yazarı mahkûm edilebilir. Buna itirazım yok, ancak metin yazarının mahkûm olması sanki yapılan işi yapılmaması gereken izlenimi uyandırıyor. Öyle olmayabilir de tabi. Ancak yazmak gönüllü olarak yapılan bir eylem. Sonunu düşünmüyorsunuz, sadece yazıyorsunuz ve yazmanız için bir meramınız, anlatacak bir hikâyeniz, topluma karşı ödenmesi gereken bir borcunuz var. Hepsi o. Maurice Blanchot’a bu sorunun yanıtını kendisi ve yazanlar için şöyle veriyor, çok seçmeli bir liste oluşturuyor: “Hiçbir şey söylememek için yaz”, “Bir şey söylemek için yaz”, ‘Eser verme, önemli olan kendi deneyimin, senin için bilinmez olanı öğrenmektir’, ‘Bir eser! Gerçek, başkaları tarafından kabul edilen ve başkaları için önem taşıyan bir eser’, ‘Okuru sil’, ‘Okurun karşısında silin’, ‘Doğru olmak için yaz’, ‘Hakikat için yaz’, ‘Öyleyse yalan ol, zira hakikat amacıyla yazmak henüz doğru olmayan ve belki de hiç olmayacak şeyi yazmaktır’, ‘Fark etmez, bir şey yapmış olmak için yaz’, ‘Yaz, sen ki bir şey yapmaktan korkarsın’, ‘ Bırak da içinde özgürlük dile gelsin’,  ‘Ah! Özgürlüğün senin içinde bir sözcüğe dönüşmesine izin verme”. Buna benzer başka aforizmalar da söylenebilir. Ne dersiniz?

 

Nuray TUNÇ- Flaubert’in “salamura’ya” yatıp, yazınsal dünyasının kuşanmışlığına nasıl büründüğünü Avram Ventura’nın satırlarında okurken, kendi yazma eylemimin yolculuğundaki içselliğimi paylaşmadan edemeyeceğim... Kalemini gönlüne bandıran her yazarın yaptığı gibi, etkilenmenin zamansızlığı ve çeşitliliğinde ruhsal girdaplara giriyor olmamın şaşırtıcı bir yanı yok kuşkusuz. Asıl şaşırtıcılık çeşit zenginliğinde. Sayfalarını keyifle çevirdiğimiz bir kitap, televizyonda alt yazı geçen bir haber, iri puntolu baş sayfada sürmanşet bir olay, bazen uzaktan belli belirsiz duyulan bir müzik ya da aklınızı allak bullak etmiş bir filmin karelerinin hepsi yazmamızdaki o meşhur ilham denklemini oluşturan nedenler olabiliyor... Bazen de canlanıp, ete, sese kemiğe bürünüyor bu olgu… Çok sevdiğim bir arkadaşımla yaptığım telefon konuşmasından sonra, bende kalan ve sürekli devinen enerji ile şiir yazdığım azımsanmayacak derecede söz gelimi… Şiir üzerine binlerce yazılmış tartışılmış fikir yürütümlerinin her biri kıymetlidir benim için. Zira ağırlıklı olarak şiir yazan bir bireyim, o duygu kıvrımlarının helezonlarındayken, sesler hecelerden yol alır dizelerime... İşte tam da yukarıda bahsettiğim kim bilir hangi ilham (kışkırtma) dürtüsü o hallere sebebiyet verir… Konu akışkanlığı ile kâğıda geçmeye başladığında, zamanın nasıl soyutlandığının ve ortamın içinden nasıl sıyrıldığımın, bitirene değin fark etmeyişim, odaklanmamın derinliğinden olsa gerek... Bu kışkırtmanın beklenmedik sürprizine yenik düşmemek adına, mutlak surette çantamda yazma gereçlerim hep vardır. Şüphesiz ki bir karalama metniniz oluyor öncelikle. Cümlelerinizi defalarca okuyup, netleştirip birtakım düzeltmelere tabi tuttuktan sonra ortaya çıkarttığınız çalışmalarınızı bilgisayarınızda temize çekmenin keyfiyle rahatlıyorsunuz… Yazma eyleminin kendi başına olan özgürlüğü, hiç bir biçim ve öğretiye sığınmış olmamasıyla, salt benliğin üretimi olarak devasalaşan bir yapıyı anımsatır hep bana...

Yazarın o güne değin edindiği tüm kültürel dokuların, binlerce depoyu doldurabilen zenginliğinde okura geçirilecek yalın yansımasının peşinde olmak, belki de bu eylemi bu kadar hareketli kılıyor... Çağlar boyu yazarların yazdıklarının aktarımındaki kabiliyetleri; okurun iki dudağı ile gönül sıcaklıklarının evrelerinde yanıt bulmamış mıdır? Uzakların yakınlaştığı, yakınlarınsa daha anlamlaştığı bir metamorfik döngüde, gönül kalemimizin hep ses getirmesi dileği ile Maurice Blanchot’un seçimlik listesinden kendi payıma düşenler şunlar oluyor;  “Doğru Olmak İçin Yaz”, “Hakikat İçin Yaz”,  “Yazıyorum Öyleyse Varım...”

“Sıradan bir insanın gördüğü düş neyse, bir sanatçının yaptığı da, onun gerçeğidir..”

 

Halit PAYZA- ‘Işık Atlası’nda yer alan ,‘Gökkuşağı Nostaljisi’ şiiri bende özgeçmiş izlenimi uyandırdı: “Oda spreyleri yoktu çocukluğumun, / Kuzineli sobanın üzerinde / Portakal ve mandalina kabukları yeter de artardı… / Taze hamur tutmaya görsün / Bekleyemezdik ekmek hâlini / Acısı tatlısı birdi, kapı gıcırtılı odalarda… / Bir de yağmur düştü mü pencereye, / Dolardık başka bir âlemin başka bir yerine… / Soğuktan yana şikâyetlenmezdik şimdiki gibi, / Efsane kuzine tam teşekküllü bir kahramandı, / Dumanları birleşirdi evlerin gözümüzde / Aşklarına, buğulu camlarda destan yazardık… / Gündüz’den leblebi gelmişse eve, / Bozacının gecesinde, davudi ses’e / Efsunlanırdı herkes… / Ellerinde çekirdeği Yazlık Sinema’nın önündeki / Kuyrukta kalırdı hayallerimiz, / Hele Zeki Müren’in ‘Bahçevan’ı gelmişse… / Ses Mecmuası’nda tanıdım ilk Ajda Pekkan’ı, / ‘Hoş Gör Sen Affet Gitsin Aldırma’ derken / O radyoların, ayakları yarın’a basan çocuklarıydık işte… / Divit Kalem’in mürekkeple buluşması’ndan, / Alice’nin Harikalar Dünyası’nı aralardık… / Elektrik direklerine, sonunu bile bile yuva yapan / Kumruların kaderine ortak olduğumu bilirim, / Ahh kâğıt beş bira bayram harçlığım, / On lira ol diye neler neler vermezdim… / Taze köy yumurtası fiyatına, /Faber Kurşun Kalemlerim vardı” Bu sizin özgeçmişiniz gibi geldi bana, şair şiirine sızmış sanki… Yanılıyor muyum? Benzeri nostaljik anılar birçoğumuzun gençliğinden kalmadır. Bilge Öztoplu’ya adadığınız ‘Dil-î Âlev Çar-Gâh’ şiirinizde de “Geceye bereket geldi, / Nice vîrane bağ aşk’a geldi / Bir ân yandı bir ân küllendi, / Dost Bilge’ye ses verdi / Ya Hayy… / Dost, biz çıkmayız âlem’den dış’a, / Nice seyirler kalmış kış’a / Bugün dün’den kısa / Yarın’a varalım Dost ile / Derdimiz bir âyar ile… / Kırk’ımız bir, birimiz kırk, / Sevdaya vurulmanın sırası sır / K3alpten geçtik dem ile durulduk / Yol’una düştük de Dost olduk, / Cihande neş’enin adına vurulduk Hû…” ‘Şiir Atlası’ benzer imgelerle yüklü şiirler içeriyor. ‘Dil-î Âlev Çar-Gâh’ gibi geçmiş özlemi içeren şiirleriniz dünle bugün arasındaki sanal bir bağ oluşturmak istediğiniz izlemini de taşıyorum. Aynı yargımı yineleyeyim, bunda da yanılıyor muyum?

 

Nuray TUNÇ- Yaşanmışlıktan nasıl uzak olabilir şiir? Şiiri var kılan, ete kemiğe bürünmüş kısmının bence kemik halidir anılar. Üzerine neyi nasıl giydirmek istediğiniz tamamıyla, usunuza, düşünüze bağlıdır. Buradan hareketle yaşam serüveninden sizi oralara taşıyan, izlerini unutamadığınız sayısız anı’nın içinizden zamanlı zamansız geçişlerini izleyişinizin kaleminizden kâğıda dökülmüş halleridir… Pek tabidir ki bu hallerden birinin dile gelişidir Gökkuşağı Nostaljisi. Hâl böyle ise ortak bir anıda yazan ve okuyan birleşmiş demektir. Uçmayı bilmeyenler ne bilsin bir şiirin kaç yüzyıllık mesafeden geldiğini... Roller dağılır, katıksız bir demde kalır duman, şiir mi dumandır, yoksa dumanın içi midir şiir? Haydi, herkes us’unu bıraksın sol yanlarına ve bir rota çizsin kaptanlığın şiir deryasına… Ve oradan hareket edelim ‘Dil-î Âlev Çar-Gâh’a… Bu şiirim çok sevdiğim kıymetli bir dostumun yürek serzenişinin bendeki yansımalarıydı. Hem mistik, hem nostaljik ve hem de kendi diliyle açtığı bir dünyada yürüyen bir ses oluşuyla bambaşka bir izi vardır bende. Geçmiş ile geleceğe yelken açıp yol adı gitti duygu rotasında… Nerede olursa olsun bir kuşak var benimle aynı dolmakalemin mürekkebinde anılarını tazeleyen... Nice Işık Atlas’lı yarınlara…

 

Yazarın Tüm Yazıları