AYTEKİN KARAÇOBAN İLE ÇALKANTILI DENİZ ÜZERİNE


 

            Toplu eserlere, özellikle şiirlere olan ilgimden önceki yazılarımda bahsetmiştim. Bu tarz eserlerin çoğunu edinmeye çalışıyorum. Son edindiğim seride dikkat çeken kitaplardan biri de “Çalkantılı Deniz” oldu. Aytekin Karaçoban imzasına daha önce aşinaydım, şairin eserlerinden okuduklarım mevcuttu. Kitaplarını derli toplu olarak bir arada görmek beni sevindirmenin yanında bana şairin şiir değişimi, deneyimi hakkında da bilgi vermiş oldu. Farklı türleri şiirselleştirme girişimleri (Ör. Pablo Neruda’yla Söyleşi, Anlık Görüntüler), eski ve yeni nazım biçimleriyle özgün bir dil oluşturma süreci beni Karaçoban’a birkaç soru sorabilme girişiminde cesaretlendirdi.  

 

1) Öncelikle kitaptan hareketle sorularımı genelleyeceğim için ilk olarak toplu şiirler mevzusundan başlamak isterim. Bu konuda bazı düşünceler şairin sağlığında toplu şiirlerini yayımlamaması gerektiği yönünde. Şahsım adına sebeplendirdiğim birkaç durumdan ötürü açıkçası bu görüşe katılmıyorum. Peki, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Şiirlerinizi tek bir yapıtta toplama fikri nasıl oluştu? Yayım süreci nasıl gerçekleşti?

 

1) Bazı insanlar şairin sağlığında toplu şiirlerinin yayımlanmamasını düşünebilirler. Gerekçeleri nedir bilmiyorum.

Toplu şiirler, şair yaşarken ya da öldükten sonra, ilk şiirlerinden yakın zamanlarda yazdığı şiirlere dek onun gelişim çizgisini izlemede önemli bir belgedir. Örneğin bir okur olarak önemsediğim şairlerin toplu şiirlerini okumak, onların şiirlerini daha iyi anlamada, çözümlemede bana kılavuzluk ediyor. Bunun yanı sıra, belirli bir okur kitlesini kucaklayabilecek duruma gelmiş bir şairin bile yirmi, otuz yıl sonra ilk kitaplarına ulaşmak neredeyse zordur. Benim durumumda olduğu gibi, özellikle ilk iki kitabım yayımlanan ama yayılmadan kalan kitaplar oldu. Günümüz yayın ortamında kimse de kalkıp o kitapların ikinci baskılarını yapmayacağına göre, onları toplu şiirler içine almak ve okuyucuya şiirim üzerine genel bir bakış olanağı sunmak kendini dayattı. En azından ilk altı kitabımı toplu olarak sunmak benim için bir gerekliliğe dönüşmüştü. Klaros Yayınları’ndan Lokman Kurucu benden bir şiir dosyası istediğinde, yeni bir şiir dosyası önermek yerine, daha önce yayımlanmış olanları topluca yayımlamasını önerdim. Yayım süreci böyle başladı ve kitap olarak ortaya çıkmasıyla somutluk kazandı. 

 

2) Kitabın başında özyaşamöykünüz olmamasına rağmen küçük bir sosyal araştırmayla hakkınızda bazı bilgilere ulaşabildim. Sizi geç tanıyor olmam benim eksikliğimdir, affınıza sığınırım. Bilgilerden hareketle şiir çevirisi de yaptığınızı görüyorum. Ben önceden çeviri şiirlere önyargıyla yaklaşmışımdır, hâlâ da bu yargımı tam kırabilmiş değilim. Çevirmenin şiiri yeniden yazdığını düşünüyorum çoğu kez. Sizin bu konuda düşünceleriniz nelerdir? Çeviri yapıtın -özellikle şiirin- yeni dile kazandırıldığı aşamalarda ne gibi kolaylıklar/zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

 

2) Çeviri şiirden, şiir çevirisinden korkan, güven duymayan çok insan var ne yazık ki. Bunlar çoğunlukla yabancı bir dili çok iyi bilmeyen, yabancı bir dilde şiir okumamış, onun için bu korkularını dile getiren insanlardır. İlginçtir, bu korkan, güvensiz yaklaşan aynı insanların çoğu da yabancı şairlerin şiirlerinden alıntı yapmaktan çekinmezler. O zaman insanın şunu sorası geliyor: “Hani şiir çevrilmezdi?”

Şiir de türüne özgü herhangi bir metin gibi çevrilebilir, çevrilmelidir. Bunu söylerken her şiirin çevrilebileceğini ileri sürmüyorum elbette. Çevrilemeyen, çevrilmemesi gereken şiirler de vardır. Bunlar özellikle ana dilde çok fazla sözcük oyunlarına, çok özel kültürel göndermelere dayalı, ikinci dilde birebir karşılığını bulamayacak şiirlerdir. Onları çevirmeye kalkarsanız, sizin dediğiniz gibi “yeniden yazma”ya kalkışırsınız ki, bu durumda çevirmen rolünden çıkar kendinizi şair yerine koyarsınız.

Şiir çevirisini her iki dili çok iyi bilen, dil, şiir bilgisi ve bilinciyle donanımlı, aynı zamanda şair olan birinin çevirmesi gerektiği yargısı neredeyse herkes tarafından paylaşılan bir yargıdır. Asıl dildeki şiirsel yoğunluğu verebilmenin temel koşullarından biridir bu. Birazcık yabancı dil bilgisiyle çeviri yapan çok insan şiir çevirmeni olarak çıkmıştır karşımıza. Aynı şiirlerin dilde daha yetkin insanlarca çevirileri “iyi çeviri / kötü çeviri” ikileminin, çeviri şiire güvensiz yaklaşımın doğmasına neden olmuştur.

Şiir çevirirken beni devindiren en önemli etmenlerden biri şudur: Tamam, bu şiiri asıl dilde okudum, bende yarattığı güzelduyusal bir haz var. Şimdi bunu kendi dilimde nasıl söylemeliyim, aynı hazzı okurda nasıl yaratmalıyım, benim asıl dilde anladığım, sezdiğim şiiri şairin biçeminden uzak düşmeden anadilimde nasıl anlaşılır, sezilebilir kılmalıyım. Dediğim gibi dil ve şiir bilgisine sahipseniz güçlükler kendiliğinden ortadan kalkar. Benim durumumda olduğu gibi, bir insan bir ülkede 32 yıldır yaşıyorsa, içinde devindiği toplumun en alt kesiminden en üst kesimine dek insanlarla iletişim içinde olabiliyorsa, o ülkenin yazınını da yakından izliyorsa, çevirmeye kalkıştığı şiirlerde kullanılan sözcüklerin anlam katmanları konusunda da kendini yetkinleştirmişse çeviremeyeceği hiçbir metin yok gibidir. 

 

3) Biraz da “Çalkantılı Deniz” üzerinden konuşmak istiyorum. Şiirlerde güncel dilin iyi bir şekilde kullanıldığını gözlemledim. Mesela “Köyden kente indirmişler türküyü/bir zilli arabesk olmuş sazı çatlak”, “Diskolardaki şıkıdım şarkı ve müzik ve eroin ve birahaneler ve kadife tenlerinde paslı iğneler saplı fahişeler…” gibi dizeleri ya da “Bilgisayarlı Şiir Eskizi” şiirindeki “Eskiz adlı dökümana/yapılan değişikliği kaydediyor musunuz?/Evet/Hayır/Vazgeç” gibi birçok dizeyi bu duruma örnek gösterebiliriz. Kimine göre bu güncellik şiirin kalıcılığını öldürürken kimi de her şiirin zamanını yansıtması gerektiğini söylüyor. Hangisine inanmalıyız? Kalıcı kılmak için geleneğe mi yaslanmalı, tüm zaman sözcükler mi kullanmalıyız? Ya da eser, yazılmış olduğu çağı mı yansıtmalıdır?

 

3) Şair şimdide yaşayan bir insan olarak zamanının tanığıdır. Çağının çağdaşı olarak o tanıklığı şiirin diliyle dışa vurmak, içinde yaşanan dünyanın gerçekliğine karşı başka bir gerçekliği, olması gerekeni (elbette şiir dilinden uzaklaşmadan) dile getirmeli, bu anlamda okurda duygusal dalgalanmalar yaratmalı, onu rahatsız etmelidir. Bu rahatsızlık ille de itici değildir, çekici olabilir. Şair bunu yaparken günlük, güncel dilden devşirdiği sözcüklere, söyleyişlere de yaslanabilir. Dünyayla, içinde yaşadığımız toplumla birebir ilişki içinde olmamızın getirdikleri, dayattıklarıdır bunlar. Bu ilişkiyi güzelduyusal (estetik) bir yapı içinde aktarırken o sözcükleri kullanmak bazen kaçınılmaz olur. Bunun şiiri öldüreceğini düşünmüyorum. Güncelden korkmuyorum. Şiir yazarken günceli, gündelik olanı evrensel olan içinde nasıl eritebilirim kaygısı, sürekli yanı başımdadır. Zor bir iştir bu. Yoksa “saf şiir” safsatası adı altında, yalnızca çarpıcı sözlerden, imgelerden, söz sanatlarından oluşan, gerçeklikle bağdaşıklığı olmayan, yazılması da çok kolay bir metin çıkar ortaya. Bu şiir de, bence, ayaküstü atıştırılan çerezden değişik bir şey değildir. Tüketildiği anda bir doyum sağlar. Sonra? Sonra, açlığınızla kalakalırsınız. Onun için bu türden şiirleri yazan şairlerin kitaplarını okuyup bitirdiğinizde sizde bir şey kalmamıştır. Okur olarak sizde fazla bir değişiklik olmamıştır. Şair konusunda sizde kalan tek izlenim havada asılı, baloncuğu içinde kendi kendine konuşan, hangi toplumda, nasıl yaşadığı, yaşadıklarına ilişkin nasıl bir tepki gösterdiğini bilmediğiniz bir insan izlenimidir. Bugün birçok okurun yazılan onca şiiri okuduktan sonra bir tür düş kırıklığı duygusu içinde olmalarının nedeni buradan kaynaklanmaktadır. 

Gelenek konusuna gelince, şair elbette kendinden önce yazılanları bilmelidir. Şiirin ustalarını, büyüklerini okumalıdır, onları “usta / büyük” yapan yanlarını çözümlemelidir. Gelenekten aldığı mirası kendi çağından damıttıklarıyla zenginleştirerek geleceğe yönelebilir, onlardan öteye ancak böyle gidebilir. Yoksa tarihin kendinden başladığı yanılsaması içinde şiir yazıcısı olmaktan öteye gidemeyecektir.

 

4) Bir de toplumsal konulara değinme var tabii. Kitaptaki “Ülkemde Eylül anayasasına/ ‘Hayır’ olur mavi kâğıtlarda./Oralarda bulur yaşamını.”,“Onca ölümle öğreniyoruz zaten/şimdi zaman ya Halepçe ya da kelepçe”dizeleri ve “Deniz Kıyısındaki Mülteci” başlıklı şiir örnek olarak gösterilebilir. Böyle bir dünyada/ülkede edebiyatla bir şeyleri değiştirme şansımız var mı? Sosyal sorunların şiirde kullanımına nasıl bakıyorsunuz? Bunlar hangi kararda işlenmeli, kullanılmalı?

 

4) Şairler ülkeyi / dünyayı değiştiremezler, ayrıca böyle bir görevleri de yoktur. Dünya şiirinde hem şiir yazan hem de eline silah alıp dağlara çıkan ya da direniş eylemlerine katılan şair örnekleri yok mu? Var, ne ki bu bir genellemeye götürmez bizi. Pablo Neruda’nın o büyük yapıtı Evrensel Şarkı’da herkese, her şeye barış istediği bir şiirinin sonunu,“Hiçbir şey çözmeye gelmedim. / Şarkı söylemeye geldim buraya, / benimle söyleyesin diye.” diyerek bağladığını ve şairin yerini belirleyiverdiğini burada anımsatayım. Evet, onun görevi insanca yaşanacak bir ülke / dünya özlemindeki insanlara sözünün gücünü taşımak, sesini onların sesine katmaktır. Demek ki ülkenin / dünyanın sorunları onun şiirinin de sorunudur. O,bunların dışında yaşayan biri olmadığına göre, örneğin Halepçe’de binlerce Kürdün katledilmesi, adaletsizlikler, savaşlar, açlığın ve savaşların yol açtıkları göçler vb. şiirinde doğal olarak yerinin bulur. Bütün bunlara gözünü, kulağını, duyarlılığını kapatan şair fildişi kulesinde kendi yarattığı soyut bir dünyaya güzellemeler düzmekten başka ne yapacaktır? Son sorunuza yanıt olarak şunu ekleyebilirim: Bunları yaparken şiirsel sözün çerçevesi içinde kalmalıdır. Şairlik sıfatı ona bunu dayatır. Sözünü ettiğim çerçeve onu herhangi bir siyasetçiden, bildiri ya da slogan yazarından, sokak eylemcisinden vb. ayıran şeydir.

5) Son olarak, üniversite öğrencileri arasında bir edebiyat soruşturması gerçekleştirmekteyim. Üç bölümden (Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği, Türkçe Öğretmenliği) toplam 506 öğrenciye sorular yönelttim ve çok ilginç cevaplar çıktı ortaya. Bu sorulardan bazılarını günümüzde şiir yayımlayanlara da yöneltmeye başladım. Hâliyle size de sormak istiyorum. Şiirinizi oluştururken etkilendiğiniz, beslendiğiniz şairler var mıydı? Varsa bunlar kimlerdi? Ortaöğretim veya lisans kademesinde verilen edebiyat dersleri, şiir birikiminizi ne kadar etkiledi? Yaşayan şairlerden hangilerini takip ediyorsunuz? Takip ettikleriniz arasında beğendikleriniz hangileri? En son ne zaman ve hangi şiir kitabını satın aldınız?

 

5) Şiirimi oluştururken etkilendiğim çok şair olmuştur elbette. İlk olarak Nâzım Hikmet’le başlayan etkilenme alanım Ahmed Arif, Hasan Hüseyin, Melih Cevdet Anday gibi birçok yerli şairden, Neruda, Eluard, Paz, Ritsos gibi yabancı öğrendiklerimle genişledi. Daha adını saymadığım onca başka şairin yazdıklarını hep şiir eğitimim için bir okul olarak gördüğümden, sorunuzda belirttiğiniz üzere ortaöğretim ve lisans düzeyinde verilen yazın derslerinden hiçbir şeyin şiirime katkıda bulunmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca okul düzeyinde verilen eğitim sizde şiir birikimi sağlamaz, yalnızca yönlendirici bir değere sahiptir, gerisini siz kurarsınız.

Yaşayan şairlerden hangilerini izlediğime ilişkin sorunuza gelince, kimseyi kırmamak için bu tür sorulara kaçamak yanıtlar verilir. Ben öyle yapmayacağım. Günümüz şairlerinden Veysel Çolak, Ahmet Günbaş, Nevruz Uğur, Duran Aydın, Halim Yazıcı, Muammer Karadaş, Berivan Kaya, İlyas Tunç, daha genç şairlerden Ali Ozanemre ve Çağın Özbilgi elbette eleştirel bir bakışla yakından izlediğim şairler. Onları yakından izlememin nedeni şiirsel söylemi bilinçli bir biçimde kurup geliştirdikleri, yaşamsal deneyimlerini şiirsel deneyimle bütünleştirebildikleri içindir. Şu anda adını anımsayamadığım, duyargalarımı kendilerine yönelik tuttuğum başka birçok şair de var elbette.

En son, Ankara’ya gelişimde (Aralık 2020), Klaros Yayınları’na yaptığım bir baskın sırasında Ahmet Günbaş’ın, Nevruz Uğur’un Halim Yazıcı’nın Ömer Faruk Hatipoğlu’nun, Hasan Varol’un toplu şiirlerini satın aldım.

Benzer Yazılar