Soruşturma ; Neslihan Yalman


 

1-Donald Kuspit’in Sanatın Sonu kitabı aklımıza düşürdü: şiirin sonu mu geldi?

İlginç bir denklik olmuş; ilk soruya Kuspit’le başlamışsınız. Benim ‘‘Çatlayan Zehir’’ adlı deneme dosyama koyduğum ve daha önce ‘Aykırı Akademi’ sitesinde de yayınlamış bir eserim var. Deneme, Kuspit’in kitabındaki tespitlerin üstünden gidiyor. Adı: ‘YÜZEYSEL OLANIN SANATI’… Orada, bir giriş yapıyorum. Diyorum ki, Donald Kuspit yüksek sanatı mutlu azınlığa hitap eden, ama mutsuz çoğunluğa hitap etmeyen bir şey olarak tanımlamış.

Ardından da, yazıyı sürdürüyorum; artık sanatın gündelik hayattaki yaratıcı düşünceyle, internetin sanal gerçekliğiyle karışarak, yeni bir üst gerçeklik kurduğunu belirtiyorum. Bunu yıllar önce yazdım, Bugün, OpenAL şirketi GPT-3 adlı bir yapay zekâ çıkardı; ona mektuplar, şiirler yazdırdı. Bununla beraber, DALL-E çıktı ve o da resim yapmaya başladı. Sanat zaten cep telefonlarımız, bilgisayarlarımız vasıtasıyla, emojiler, ‘instagram’, ‘beğen’ tuşları- galeriler, dolaşıma sokulan metinler, 140 karakterler vd. hayatımızın her yanına bulaştı. Bu yüzyılda sanat, sıradan insanın hikâyesine sokuldu, üretken herkesin bir yerlerde yazabileceği (blog v.d), çizebileceği de görüldü. ‘‘Twitter’’da öyle sözcüklere rastlıyorum ki, nasıl çıktı bu aklından karşıdakinin diyorum.

Yani, 21. yüzyılda, sanat yaratıcı düşünce vasıtasıyla, hayata karıştı. Tabii, bunun yanında; gelenekçi, içe kapalı, genelde yaş ortalaması yüksek, eski kafalı insanlar var. Bir de, bu sanatı kapitalizmin kucağında, PR, sunum, kapital vd. dahilinde sahte bir dozla pazarlayanlar var. Ben her zaman gelişimden yanayım; ne yerinde sayanlar, içine kapananlar-ne sisteme aşırı adapte olup, onun kuklası haline gelen reklam figürleri… Hakikat her zaman orta yolun içindedir diye düşünüyorum. O yüzden, yaratıcı düşüncenin her tohumunun yayıldığı yeryüzünü ve evreni seviyorum. 

Bu noktada, nasıl ki sanatın sonu gelmediyse; sadece, hiper dille başka bir boyuta açıldıysa, tabii ki şiirin de sonu gelemez. Aksine, şiir bugün nano parçacık anlamında her yüzeye daha belirgin halde yayılabilir. ‘Twitter’da bir iletiye, duvarda bir slogana, bir çanta baskısına, her yerde kendini çoğaltabilir, kopyalayabilir, performe edebilir. Brezilya’da bir sanat galerisi ‘poetweet’ diye bir uygulamayı yaydı dünyaya, mesela. İnsanların attıkları ‘tweet’lerden şiirler oluşturdu. Hatta onlara, sone, rondel, indriso şiir türlerinden birini de seçebileceklerini belirtti. Önünüze çok absürt, çok çılgın, çok akıcı metinler düştü. Bu, muazzam bir denemeydi.

 Hayatın kendisi zaten bir akışın şiiridir. Koca, hareketli bir ritimdir. Aksi bir durumun söz konusu olacağını düşünmüyorum. Mesela, ben öldürülen kadınlar için yürüyen diğer kadınların şu kolektif ifadesini bir dize gibi görüyorum; ilk duyduğumda da tüylerim diken diken olmuştu: ‘‘taciz derimizin altında’’…

Sonra, o ‘caps’ler, ironik dövizler, kimi dizi ve film replikleri, uzaya gönderilen roketlerin isimleri, zaten bunların her yerinden sözlü ya da görsel, şiir fışkırıyor. O zaten ilkliğin sesiydi. Bir çam ağacının iğne yaprağı, bir çimenin çıtırtısı, bir böceğin yürüyüşü, bir kekliğin ötüşü, bir buharlı trenin raylarından çıkan sürtünme sesi, bir metro seferinin anonsu… Bu genişe yayılan etraflılık yok olabilir mi? Mümkünatı yok.

2-Dijitalleşme şiiri sanal üstün kıldı. Dijitalleşme şiirin kalitesini düşürüyor mu?

Düşürmüyor; aksine, şiirin kalitesini, deneyimlenme alanını genişletiyor. Şiiri deneysel bir oyun tahtası haline getirerek, bu eleştirel, ironik, politik çağa karıyor. Bu çağ yapbozdur. Kavramsallığı sanatla harmanlıyor. Şiir statik bir şey değildir; aksine, çağın dili neyse ona uyumlanır. Kişiler üstü bir gelişme bu… Aynısı, tiyatro için de geçerli… Ortaçağ’ın teknolojisi kilise avlusu, taşınabilir sahneydi; günümüz teknolojisi sanal ortam, dijital platformlar. Dünya sanat ya da şiir tarihi, birkaç afaki yorumla ilerlemez nitekim. Onun başka bir zaman değerlendirmesi vardır. O elekten geçen ileriye dönüşecek. Tabii ki, çoğunluk ağa takılıp, bunun gerisinde hapsolacak. Herkes biraz da kendi hikâyesini kendi (g)örüyor. Ama, yalan hikâye yazanlar da çok… Dediğim gibi, son sözü somut bir varlık, insan, öğretmen, eleştirmen, küratör vb. söylemez. Son söz daima söylemeyenindir!

Hele, Türkiye gibi Ortadoğu ülkelerinde şiir saklanacak bir şey değil, ortaya dökülecek bir şey olmalı… Bu insanların gördükleri bir dörtlüğe bile çok ihtiyaçları var; anlamasalar bile, etkileniyorlar. Motivasyonları inanılmaz düşük, hangi çağın içinde yaşadıklarını bilmiyorlar. Zekâ, algı katsayıları giderek geriliyor. Çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar… Sıkıştılar. Gerçek duygularının bile farkında değiller… Yalnızlık her yere günden güne daha fazla sirayet ediyor. O insanlara aksine çok yükleme yapmak, daha da sanat daha da sanat bulaştırmak gerek… Bu da bir çeşit bilinçlenme, farkındalık modelidir, misyondur. Bir de, zaten çoğunluğun maddi durumu, psikolojik hali feci… Niye sürekli bir despot sanat ortamı, despot sokak, despot meclis, despot üniversite? Niye yani, amaç nedir? Bu kadar duvar örüyor herkes birbirine, yazdıklarına? Bunu sevgisizce buluyorum. Tabii, bunun da bir ayarı var. Aşırı, sevgi pıtırcığı da olmak doğru değil, gevşememek lazım. Esnek esnek, akışş, belki…

Bir de, şiir zaten bir tane olamaz ki… Onlarca çerez çeşidi bile varken… Dijital sanata da karışanı olabilir, gazeteye basılanı da ya da dergiye. ‘Video’ya çekileni, sazla söyleneni de.  Bunlar şiirin çok sesliliğini diriltir. Yoksa, herkes mal varlığını saklar gibi, şiirini saklıyor. Bu da bana, mecliste sunulan soru önergesini reddeden, birçok durumdan memnuniyetsiz, o hesapçı siyasetçileri çağrıştırıyor. Keşke, yürekli bir şair de çıksa, meclis kürsüsünde şiir okusa… Döl gibi saçılsa dizeler, eksikli gedikli. Niye bu kadar içe kapanılıyor ki? Şiir ne zamandan beri böylesi; yayınevi transferlerinin, dikdörtgen/kare metin ortamlarının kara kutusu oldu da, yazılı olanın batağına saplanıp kaldı? Şiirin sadece düzenli bir alana, düzenli şekilde aktarılmaya; bunun yanında, ayrıca dağınık şekilde ortaya saçılarak bir dengeye, bir balans ayarına ihtiyacı var. Ama, bu güç savaşlarına, diktalara, reklamlara, poz kesmelere, travmatik yaklaşımlara, aşırı yorumlara ihtiyacı yok diye düşünüyorum. Çağ ve şiir, bunu değerlendirsinler!

Zaten dijital sanat diye bir gerçeklik var artık. Bu, sanatın, şiirin ve birçok alanın içeriğini de fazlasıyla dönüştürüyor. Bizim var ya da yok dememiz aşkın olanlara falan, yetmiyor zaten. İki kurabiye atıştıralım, sohbet edelim lobide diye, bir etkinlik başlığı uyduruyoruz, onu üniversitenin buz gibi salonuna hapsediyoruz. Görüyorsunuz, oradan hiç yeni, özgün, heyecan verici, yaratıcı şeyler çıkmıyor. Herkes birbirini sıvazlıyor yahut yerden yere vuruyor; bu iki manik depresif, ispatçı, paranoyak, güvensiz, karton kibar ruh hali her yere yayılıyor.

En sonunda ne oldu; birbirlerine girdiler, akademi, edebiyat, gazeteler, şiir. Taciz olayları gün yüzüne çıktı. Olacağı buydu; çünkü, hakiki sanat, hakiki tartışma ortamı yok ülkede. Ayarlar, planlar, hesaplar, organizasyonlar, ilişkiler var. Şiir bunların arasında boğazlandı. Şimdi de, onun başkaldırısına dair ne yapacaklarını, ne yazacaklarını bilmiyorlar. Sürü psikolojisi, herkes alanını koruyup, onun gerçekliğini üretiyor ve çevresine yayıyor. Bu da bir çeşit tarikatçılıktır, işin de doğasıdır ama.

Lakin, gerçek bir şiir algısı, gerçek bir şiir tartışması, gerçek bir şiir değerlendirmesi, hatta gerçek bir şiir, bana göre bunların hayli ötesinde… Kim neye istiyorsa ona inansın, kimi sıvazlıyorsa sıvazlasın, kimden korkarsa korksun, kimi gizlice takip ederse etsin; hayranlık, hayvanlık bilimum şey hissetsin; onu bağlar. Bir şair şiirini yazar, istediği yerde yayıN/Mlar. Tuvaletin duvarına onu bi’döşer, sifonu da üstüne çeker. Görüntüsünü de ‘tiktok’a atar. Artık, ‘medium’ klasik merkezlerden kayalı çok zaman oldu. Şimdiye çakılmak değil, ileriye koşturmak lazım…

Robotlar harıl harıl şiir yazıyor zaten; ‘The Guardian’, bir yapay zekâya edebi mektup da yazdırdı. Ben burada, Türkiye’nin geri kalmışlık çukurunda; dijital sanat yok, ‘online’ tiyatro yok, ‘online’ şiir yok, şiir dijitalleşemez desem ne olacak? Tarihin gözlemcilerinden sadece biriyim. ‘E-kitap okuyucu’larda, ‘youtube’da yüzlerce şiir var. Ben ahlak bekçisi, despot bir denetleyici de değilim. Kim neyi istiyorsa, yazar, yayar, okur, atar, satar, tutar. Esneklik şart!  

3-Yıl içinde okuduğunuz şiir kitapları hakkında görüşlerinizi yazar mısınız?

Yıl içinde birbirinden çok farklı şiir kitapları okudum diyemem; çünkü, çoğu okuduğum şiir kitabı birbirine benziyor. Türk şiirinin kökleri çok zayıf, derinlik havzası yok, yanlış rol modeller parlatılmış. Türk düşün-entelektüel dünyasında ciddi mahiyette, asil bir direniş de yok.

İki kol gördüm. Birincisi, hâlâ tutturmuş içe dönük, kastre edilmiş bir ben dili, mırıltılarla boğucu düzeyde şikayetleniyor. Şiir üstünüze karabasan gibi çöküyor, onu terk etmek istiyorsunuz. 21. yüzyıldayız, adamlar başımıza gökdelenleri şapka diye dikmişler; şairlerin çoğu hâlâ Ahmet Haşim kıvamında, kafalarda sazlıklarla dolaşıyor. Şeytana sapmadan yol bulabilirlerse, benden de meleklerine selam söylesinler.

İkinci kol… Bir şeyleri protesto ediyor ama; onların sınıfları neye denk düşüyor ya da dünya görüşleri nedir; bunların ciddi bir evrenselliği var mıdır, anlayamıyorum. Bu şairler ne yaşıyorlar da, tecrübelerinden ne damıtıp, hayata nereden bakıyorlar, belirsiz... Şiirlerde bu durumlar sırıtabiliyor. Bazıları genç oldukları için de, geçmiş ve köken algıları pek yok; popstar gibi parlatılıyorlar. Türk şiirinin Justin Bieber’lerinin, Aleyna Tilki’lerinin olmasını da bu çağa dair buluyorum. Ablalarından, ağabeylerinden de öyle görüyorlar. Onların çıkışları, etrafa bakışları, ergenlik aksiyonları da o kadar…

Kimilerinde de dizeler sakil rep sözlerini andırıyor. Hatta, bence onlarla rep-şiir bile yapılabilir; ki, o sözler güfteye evrilip, hem başka bir disiplinle buluşsun, hem gerçek ruhlarını bulsun, hem de etrafa yayılsın ve takipçi sağlasın. Bu beni heyecanlandırır. Ama, o basit sözlerin, sese dayalı söz sanatlarının metinlerde, dergilerde, kitaplarda yığılması bir kakafoni yaratıyor gibi… O sözlerin can çekiştiklerini hissediyorum, kapalı bir çerçevede.

Çoğu şiirde cinas, aliterasyon gibi söz sanatları tartımsız, çok ters biçimde kullanılıyor. Yahut, çağın çok dışında bir basitlikte; Orhan Veli’ye, Metin Altıok’a, Sennur Sezer’e, Gülten Akın’a, İlhan Berk’e falan sıkı sıkı yapışma var. Yurt dışından da belli şairlerden, daha çok onlarla ilişki kurarak, ihtiyaçları için şiir devşirdikleri için, yazdıkları da ileriye gitmiyor, sürekli yerinde sayıyor. Bir şairin kitabının çok satması değil; bir şairin kitabının hiç satmasa bile, kutsalında ne dediği önemlidir. Çoğu şairin 5 kitabını al; damıt 2 kitaba düşürebilirsin, rahatlıkla. Lakin, yazılsın tabii, ben karşı değilim. Sadece, şöyle göz ucuyla okuyup geçiyorum ya da okuyup, kenara koyuyorum, bir daha dönmüyorum. Eğer, daha başka bir türde bir kitaba ihtiyacım varsa ve diğerine para vermeye değmeyecekse de, onu almıyorum. Arkadaşlar falan alan olursa, ne yazılmış, nasıl bir poetika var diye bakıp, onlara geri veriyorum. Zaman, maddiyat, zihin kaybı birçoğu…

Şiirlerin saplandıkları düşünceler, tepki alanları çok dar… Ben çoğu şairin dünya, uzay, evren, benlik algısı olmadığını düşünmeye başladım. Dünya saatiyle onlarınki farklı işliyor. Bir de, ya gelenekçiler, ya popülistler, ya taklitçiler… Gerçekten ortasını tutturmuş, söylemi, duruşu, yazdıkları çarpan çok az isim var. Ben yıllardır diyorum; iyi olanı değil, özgün olanı; etkileyeni değil, çarpıcı olanı arıyorum.

Bu şairlerin şiirleri, paylaşımları, etkinliklerdeki konuşmaları, çevrelerindeki insanlar, kitap isimleri, röportajları çok yüzeysel, samimiyetsiz… Kendilikleri, zamanın gerisinde ya da ötesini öngöremeyecek kadar kör bir şimdiliğe saplanmış. Bence, şair yok, şair simülasyonu  var artık. Bir de, şiirle aşırı zehirlenmişler. Tabii ki, insan neyi en iyi biliyorsa, onu yapmalı da… Şair biraz da bilim bilsin, müziğe sapsın, yapay zekâyla eğlensin, bilgisayar oyunu oynasın, demokratik hak taleplerinin istenildiği yürüyüşlere katılsın derim. Hakikat kaçıyor. İyi gelir. Sonra, ev, araba, kafe, okul, üniversite, salon, bilgisayar, telefon, yazlık, bira, rakı, seks, evlilik, çocuklar, saatler süren çene yarışları… Yorulurlar. Bununla beraber, çiçek, yaprak, ot, kedi, çocuk, sepet, nehir de derken, lütfen yaşadıkları zamanın ruhunu kaçırmasınlar. Bir dengesi var bu işlerin. Dengesiz olacaksa da, ipi koparsınlar bizde de bir T.S. Eliot, Langston Hughes, Anne Sexton, Alester Crowley, Charles Baudelaire görelim yani; o dışavurumcu cesaretin saykodelik kısmında da benim için sorun yok. Adamlar delirirken bile estetik bir haykırmayla üstünüze yığılıyorlar.

Bir de, ben tabii ben sözcük oyunlarına, şiiri lastik gibi uzatmaya, şekere yatırmaya falan bayılırım. Absürtlüğe, görselliğe, deneyselliğe vd… Kara bir dilin lağımdan sökün etmesine… Hele bir de toplumsal, yeryüzüne dair gelişmeleri ironiyle, çarpıcı bir argoyla, güçlü bir alt metinle, özgün bir anlatıyla kıvırıp kıvırıp başka bir biçime sokuyorlarsa; tadından yenmez.

Gözlemlediğim bir durum daha var: Ortalama insanların anladıkları basit ve benzer kitap isimlerinden gına geldi. Ortalama insanlar şiir okusunlar da; kardeşim, al şiiri biraz üst rafa taşı, olmadı biraz kütle çekim yasasıyla çarp da, bu halk gelişsin. Okuyucu, alımlayıcı da fecaat Türkiye’de… Bir de, fazla korkak, farkındasız, ölü bitki misali… Buna büyük bir darbe lazım ki; kan sıçrama yapsın, damarlara geri dönsün. Yalan yok, çoğu dergideki, kitaptaki şiiri yarım bırakıyorum, atlayarak okuyorum. Ritim tıkanıyor, çünkü. Türkiye’deki sanatçıların öznel ritimleri yok. Ya çok taklit kokuyorlar ya da aşırı arabeskler. Genleşe genleşe kopcak’hüzünlü bir dil beni bayıyor. Bilmem kaç tane gerçekliğe bölünmüşüm, kendine batan ayna gibiyim zati; bana hitap etmiyor bu tek boyutluluklar.

4-Şiir-öyküler epeyce çoğalmış görünüyor. Şiir öyküye kardeş mi? Öykücü şiir hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şiir her şeye kardeş… Her şey her şeye kardeş… Hele, günümüzde… Roland Barthes her şeyin bir metin olarak okunacağını, Tahsin Yücel her şeyin (çorba içmenin bile) göstergebiliminin yapılabileceğini belirtirken yanılmıyordu. Şiirin heykeli olur, ‘caps’i olur, hazır mesajı olur, müziği olur, tiyatrosu olur. Disiplinlerarası bir çağdayız. Öyküsü de olur. Batı kültürü bu tarz tartışmaları aştı mesela çoktan modern şiirde. Adam kendi yaşam öyküsünü de şiir diye yazabiliyor. Bunu lirik bir tonla yapabilirken, aynen yayımlatıp, kavramsal sanata da göndermede bulunabiliyor. Şair mesela; çerçeveye bir nokta koymuş, duvara asmış buna şiir diyor. Ben de bir söyleşide belirtmiştim;  şimdi, burada avucuma aşk yazıp size doğru tutsam bu şiirdir. Zaten, yurt dışında birçok şair, kendisini ikinci bir sanat koluyla; en çok da performans sanatıyla tanımlıyor. Şair ve performans sanatçısı olarak…

Şiir eğer öyküyle harmanlanabiliyorsa, hibrit bir dil de kurulabiliyor. Ben de kimilerine rastgeldim. Nitekim, genellikle Türkiye’de sanatta ve şiirde temel bir problem olduğu için, ne yapılırsa yapılsın, derinliği yok, aşırı muhafazakâr ya da aşırı dağınık… Bir asalet, gerçek bir cesaret, duru bir özgünlük yansımıyor. Mesela, Allen Ginsberg’ün ‘‘Pekin’de Doğaçlama’’ şiirini okuyun. Baştan sona kendi hayat hikâyesine referans yapar. Lakin, o şiir adamı alır havaya fırlatır, iki ters döndürür, duvara çarpar. Öyle bir başarıyla yapılabilseydi, zaten şiir şu mu, bu mu, öykü mü, yazılır, onun turşusu mu kurulur gibi sürekli ortaya atılan ağız ve zihin ishaline sebebiyet veren konuları tartışmazdık. Şiirin kendisi yok, sürekli sosyolojisi var.

Şiir şiirdir; kendi şimşeğini ne şekilde cilalayıp, çarpıyorsa, etkisini de öyle gösterir. Türkiye’de şiirden çok, şiirin neliği/nelikleri tartışılıyor. Akademisyenler de hayli dar bakışlı… Gördüğünü şiir zannediyor, ona üstten bir-iki okuma biçimi döşüyor; araya bir ne bileyim Fransız göstergebilimi döşüyor, al sana makale. Uzun uzun anlatılan, yazılan anılar da cabası… Uzman çok, entelektüel yok. Asıl sorun bu… Şair de, eleştirmen de, akademisyen de sahih emtelektüel değil, maalesef. Kıyıda geziniyor. Onun dediği de şiir kabul ediliyor; lakin, yukarıda da belirttim, şiir tek bir şey, tek bir ş’ değil. Hele, aman Allah’ım, 21. yüzyılda!

Nitekim, böylesi özgür bir sanat dalını, alıp elektrikli sandalyeye bağlayarak, otur sen şiirsin, başımıza iş çıkarma denilme arzusu da, anca şifahi, çenebaz Türk toplumu aydınına yakışıyor zaten. Ben şiir olsaydım, beni bir rahat bırakın, işiniz mi yok; gidin azıcık maydanoz ekin toprağa derdim. Şiir zaten kendini gösterirse gösterir, röntgenini çekecek doktora ihtiyaç yok!

‘‘Şiir yazıyorum çünkü, babam şairdi annem Rusya’lı, konuşan komünistce, öldü bir tımarhanede.

 

Şiir yazıyorum çünkü, genç arkadaşım Gary Snyder oturup düşüncelerine baktı dışarının olağandışı dünyasının bir parçası olarak, sanki 1984’de bir konferans masası gibi.

 

Şiir yazıyorum çünkü, acı çekiyorum, ölmek için doğdum, böbrektaşları ve yüksek tansiyon, herkes acı çekiyor.’’

 

(Allen Ginsberg)

 

5- Neyin şiir, neyin şiir olmadığına dair hararetli tartışma olmasa da sığ ve imgesiz şiirler dolaşımda görünüyor. Okurun sıkıntısı var görüşündeyiz. Günümüz şiiri açmazda mı sizce?

Günümüz değil, Türk şiiri açmazda ki, zaten uzun süredir açmazdaymış. Ben bunu ilk olarak, öğrencilerimle Ahmet Haşim’le Konstantinos Kavafis’i karşılaştırırken fark ettim. Yahut, Ahmet Hamdi Tanpınar’la Walter Benjamin’i… Biri, penceresinden ormanı izliyor, mesela. Yaptığı şey bir günün sonunda arzu, ikinci gün de aynı… Üç, dört… Pek bir şey değişmiyor. Ama, diğerinde şair atlıyor, Mısır çarşılarında kehribar arıyor, dalgalarla boğuşuyor, İthaka’ya varıyor. Mitoloji, mücadele, tarih, sosyal yaşam… Kavafis simsarlık yapmış, düşünebiliyor musunuz?

İthaka tecrübedir, batı şiirinde; kendilik tecrübesi, eğrisiyle doğrusuyla. Türk şiirinde bu, evin içi, bahçe, merdivenler… Ötesi yok. Tecrübe bile kolektif bilinçdışıyla ve kamusal alanla sınırlı… Tanpınar’ın Halit Ayarcı’sı var; nitekim, Odysseus’u olması mümkün değil. Benjamin’in hayatı kaçışla geçmiş, öğrenci hareketlerine karışmış. Tanpınar ise hep akademide, bir odadan başka odaya geçip, bekliyor. Tecrübe alanı bu kadar… Bakışlarda, enerjilerde bile deli uçurum var. Mümkün değil, bu yerleşik tecrübelerden, kafalardan bir sonsuzluk önerisi beklemek. Olduğu kadarına saygı duyuyoruz.

Türk düşün dünyası entelektüel bir derinlik, cesaret taşımıyor. Hep birlikte huzur arıyoruz, saatleri değiştirip ayarlıyoruz evimizde, tek devrimimiz bu… Adamlar ama dinden çıkıyorlar, intihara teşebbüs ediyorlar, ölümlerden dönüyorlar. Şairlerine bakın; o en yakın buldukları Emily Dickinson tamamen eve kapatmış kendisini. Öğretmeni din adamı…

Şiiri de Türkiye kadar… Böyle bir ülkenin şiirinin derinlikli mi olmasını beklersiniz ya da yenilikçi? Şu an, batı şiirinde onlarca akım var, internette olanlar da dahil; onlarca tür, onlarca söz sanatı. Aldılar başlarını Mars’a koşturuyorlar. Bizde atı alan daha Üsküdar’ı geçmedi, sürekli ölü şair anıyoruz, yenilerinin de etleri çürüsün diye bekliyoruz, galiba. Bir de, o ne öyle; yamuk yumuk suratlı şair perspektifli dergiler, fi tarihinden kalma dizeleri 21. yüzyılda paylaşmalar… Tabii ki, okuru da gelişmez ülkenin; şairi elegan mı, tecrübeleriyle renkli de, siz bu tek boyutlu sanatçılardan çok boyutlu olmayan okuyuculara çok boyutlu prizma tutmalarını bekliyorsunuz?!

Günümüz şiiri gitsin de önce bir gargara yapsın. Takma diş var; hâlâ, altın kaplama zannediyor ağzındakini. Kitap kapaklarını, içindekiler bölümünü… Üzülüyorum da, bakmayın bunları yazarken. Ben de çok sıkıştım buranın sanat ortamında. Boğuluyorum. Böylesi tutkusuz, mıymıy şiir okumaları; şova dayalı, yemek festivalleri gibi kültür festivalleri, alkolizm çıldırışları… Hakikat, entelektüel dil, heyecan yok. Bitmiş. Belki de, hiç olmamıştır?!!! (!)

6- Türkçe şiir mi, Türk şiiri mi konusundaki tartışmalarda siz hangi konumdasınız?

Türk şiiri… Nasıl ki, Fransız şiiri, Amerikan şiiri, İngiliz şiiri, Hint şiiri, Japon şiiri, daha sayayım mı 72 millet? O sebeple, Türk şiiri… Böyle bir konunun tartışılması bile, gerek dilbilim-linguistik; gerek toplum ve kültür açısından ne kadar yanlı olduklarını dışavuruyor. Sırf liberal boş bir çıkıntılık yapmak adına, böylesi tartışmalar açtıklarını alenen gösteriyor. Aman zaten, bunların insan hakları anlayışları da yanlı, işlerine geldiği gibi… Ülke ve millet algıları, kendi mitolojilerinden dahi haberdar değiller… Çok şaşırmadım. Samimi bulmuyorum birçoğunu zaten.

Bir şair, gerçek bir sanatçı; bu kadar da çevre, tartışma konusu, yayın sitesi, yayım dergisi, etkinlik, fotoğrafta (beraber) görünme, röportaj ıkıntısı falan, bakkal hesabı yapmaz. Akar gider; peşinden gelen gelir. Türkçe şiirmiş; yok bizde Urduca yazıyorduk; hatırlattığınız iyi oldu. Takdire şayan; kadın şair mi, yok genel şair mi, kadın takısı önde mi geride mi, cinsiyetini keselim mi? Anca, ‘facebook’a, içki masalarına, filtre kahve yanına bayat meze olur bu tartışmalar. Dünya geçti geçiyor da…

7- İkibinli yılların şiiri, metafizik boyutların bütün kılıklarıyla geri dönüşü müdür?

İkibinli yılların şiiri derken, eğer Türkiye’de yazılanları kastediyor ya da bunu dönemden uzaklaştırarak soruyorsanız; zaten, bence Türkiye’deki sanatçılar hangi ikibinler’de yaşadıklarını bilmiyorlar. Ne dünya tarihi anlamında köklü bir İngiliz ikibinlerini algılayabilirler, ne kongre basan Amerikan ikibinlerini. Louise Glück Nobel ödülü alınca herkes kraldan çok kralcı kesildi. Louise’in umurunda mısınız; hiççç! Louise Glück ikibinlerin sesi mi? Bir düşünün bakalım, hangi iki bin? Daha şiir, dize, kültür tartmayı beceremeyen insanlar; tabii ki o metafizik, ağdalı söz sanatlarına, boğucu dize yığınlarına ya da kuş gibi basit bir dile kaçacaklar. Minnoş bir doğa tasavvurları var; o arada ama, mahallelerine iri minareyi çat diye dikiyorlar. Gitmiş, yeşilinin feri sönmüş çimenle söyleşiyor. Aferin ona, okul fişi…

8. Şiir folklorik bir gelecek midir?

Şiir geçmişten gelen bir kehanettir, kirli bir acı, yüksek bir korku, koyu şikayet, erotik coşku… Ne folkloru? Şiir şu an aldı başını -SARS-COV-2- kodlara/rakamlara, yazılıma gizledi kendini. Evrensel bir dili kırıyor. Batı demokrasinin sözde yerleşikliğini, ‘‘Nefes Alamıyorum’’ (I Can’t Breathe) diyerek haykırıyor. Açılın, Harlem rönesansıyla geliyorum diye damgasını basıyor. Belçika’da sömürgeci II. Leopold’un heykelini protestolarla suyun dibine yolladılar. Sonra da, onun oradaki konumunu ‘google map’te yer bildirimi diye paylaştılar. Şiiri nerede arayabiliriz daha?

9. Şiir toplumun neresinde? Gerçekten şiir sokakta mı?

Evet, şiir sokakta… Bana göre, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki gençlerin dillerinde… Kadın hareketlerinin başındaki kadınların düdüklerinde, çiçekli teflerinde… Dövizlere zekice sloganlar yazanların sözcük dizimlerinde… Şarkı söyleyenler, dans edenler, özgürce gökkuşağı sallayanlar ya da o gökkuşağını koronavirüsün ilk dönemlerinde camlarına asanlar… Onlar şiiri sokağa yaydılar.

Bizler özgürlük talepçileriyiz. Evimizde sadece günlük gazete, dergi tarayıp, camdan dışarı -19. yüzyıl içlenmesiyle- bakacak olsaydık; gider merkez partiden aday olurduk, keyfimizi sürerdik. Derdi başka olanın, şiiri de başka oluyor. Bu da zaten şiirlerin çığlıklarından, ritimlerinden belli oluyor. Artık, ritimler arasında ara ton farkları var. Çoğunluk genel tonda yazıyor, okuyor, yaratıyor. Biz o ara tonların derdindeyiz; burada, Nilgün Marmara da çağrışım yaptı, araya girsin.

Türkiye’de şiir hayatın içinde değil. Hastalıklı bir velet gibi, eve hapsedilmiş. Bilgisayar oyunlarına… Sokağa çıkamıyor. Türk şiiri maalesef toplumun ve evrenin nabzını tam tutamıyor. Şeytanıyla zar atamıyor. Bir kısım tutanların çoğu da o ‘ara ritmin özgülüğünü’ tutturamıyor. Yoksa, yazılacak çok şiir, çok hikâye, çok oyun var daha…

10. Toplumsal vitrinin görünüş ve eda gibi geleneksel parçalara ayrılmış olmasından şiir çekmişse ne çekmiştir?

Vitrin şüphesiz ki önemlidir, iletişimi sağlar. Mesele, orada cidden ne gösterdiğinizdir. Vitrinde sürekli elleri göğüs kısmında bağlanmış, profilden poz veren, aynı tip saç bağlayıp, aynı tip sakal bırakan ve aynı tip gülümseyen sanatçılar görüyorsanız, onlar sadece günün modasıdır. Herkes modasını yüksek ve vazgeçilmez eda sanıyor. Ama, eğer bu vitrinde bir şeyleri ifşa ediyor, kendinizi soyuyor; hatta, vitrine, vitrininize tersten taş atıp, kaçıyorsanız, o zaman o da olsun tabii. Yarattığı tedirginlik, çarpıcı duyumsayış gerekli…

Not: Bu soruşturmamız Klaros yayınları sitesinde yayımlandıktan sonra kitaplaştırılacaktır. Hazırlayan Seçkin Zengin olacaktır.

Benzer Yazılar