HAYRİ K. YETİK İLE “BEN, BANA ‘SEN’ DİYEN ‘BEN’İ YAPAN EDEN BİR KİMSE” ÜZERİNDEN


 

Hakan UNUTMAZ

Hayri K. Yetik’i ilk olarak Edebiyatta Ç/alıntı adlı eseri ile tanıdım. Şiir yazmaya başladığım ilk yıllardı. Kitabı okuyunca da bilmeden istemeden aynı ç/alıntıları kendim yapmamak için daha çok şiir kitabı edinme ve okuma gereği duydum. Yani Yetik’in bugün bu kadar sıkı bir şiir okur olmama katkısı büyüktür. O yüzden hemen her eserini takip etmeye çalışırım. Ahmed Arif’in Asi ve Mahzun Şiiri, Romanın Aranışı Arayışın Romanı, Romantik Ortadoğu, Arkaik Ortadoğu gibi eleştirel deneme eserlerine sahip olan Yetik’in aynı zamanda Mezopotamya Günlüğü, Amytis Kederi, Dördüncü Hâl, Aşk Bir Hayal, Serhoş/Sâkînâme ve Bilal Tabirhanesi adlı şiir kitaplarına mart ayında “Ben, Bana ‘Sen’ Diyen ‘Ben’i Yapan Eden Bir Kimse” de eklendi. Kitabı, çıkar çıkmaz edinmeme rağmen daha sindirerek okumak adına elime almayı erteledim. Zaten adıyla ve kapak tasarımıyla dikkatimi çekmeyi başaran bu zamirlerle kurulmuş, “ben-sen” zamiriyle gidimli gelimli şiirleri üzerine Yetik’e bazı sorular yönetmeye çalıştım.

 

  1. Edebiyatta Ç/alıntı’nın bendeki öneminden bahsettim. Bunun yanında şiirden ziyade diğer türlere de eğildiğiniz kitaplarınız var. Benceöylesine” oluşturulmuş kitaplar da değil. Her birinde ciddi bir bilgi birikimi, emek göze çarpıyor. Bu kadar çok türe hâkim olabilmek adına nasıl yollar izleyip hangi manzaralardan geçtiniz? Benzer yola yeni çıkmış bir birey olarak merak ediyorum.

 

  1. ) Estetik yaratıcılığı şu tür bu tür diye ayırmadım hiçbir zaman. Hepsine şiir diyebilirdim. Ama anlaşılır olmak için kimi zaman şiir, öykü vb. ayırdığım oldu/oluyor. Kimi zaman da edebiyatı da katıp sanat olarak adlandırdım. Şimdilerde buna sanat disiplini veya sanatbilim, hatta tüm sanat dallarını kapsayacak biçimde poetika deme eğilimindeyim. Başından böyle düşündüğüm için resim, muzik, tiyatro her türde eserleri okudum, eleştirel veya çözümleyici olmaya çalışarak yazdım. Yazmaya gelince kendiminkiler de dahil sorgulayıp eksiğini ortaya koymaktan, doğrusunu aramaktan, en az kusurluyu amaçlamaktan. Enerjim arzu, tutku ve sevgiydi.

 

  1. ) Son yıllarda eleştiriden ziyade dergilerin ya da kitap eklerinin tek sayfalarına sığdırılmaya çalışılan tanıtım yazıları görüyorum. Belki de bana öyle geliyor. İşin içinde biri olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz günümüz eleştiri ortamını?

2) Ne yazık ki böyle. Meydan boş, dolayısıyla birileri pehlivan veya ermiş gibi arz-ı endam ediyor. Açık söylemem gerekirse ortalıkta eleştiri diye dolaştırılan senin de söylediğin gibi kitap tanıtımları var. Eleştirmen var mı? Bu daha kuşkulu. Üzerinde eleştirmen etiketi taşıyanlar var elbet de. Eleştiriler yazmış, eleştiri kitapları olan biri olarak söylüyorum, bozucu veya oyun kurucu böyle bir aktör yok. Eleştirmen böyle olunur. Ayrıca  her şey gibi eleştirmenlik de süreklilik ister. Bir önceki kuşağı yapı sökümüne uğratmış, dönemini eleştiri süzgecinden geçirmiş, bir gelecek görüsü ortaya koymuş böyle bir eleştirmen bu koşullarda nasıl olabilir onu da bilmiyorum. Çünkü eleştirmenliğin getirisinden çok götürüsü var bu zamanda. Herkes düşman kazanacağıma tanıtım yazısı yazıp işimi yürüteyim ve dost kazanayım diye tanıtım yazısı yazıyor.

 

 

  1. ) “İle” dergisinde editörlüğünün yanında birçok derginin de kurucu ve düzenleme kurulu üyesi olarak bulundunuz. Nasıl başladı bu dergi serüvenleriniz? Buradan hareketle ülkedeki dergilerin genel durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

  1. Benim kuşağım görevcil duyarlığa sahipti. Devrim, uzansak tutacakmışız gibimize gelirdi. Şiir de dâhil her şeyi yarın olarak belirlediğimiz o en güzel dünya için bir mevziye çevirmek isterdik. Dergilerimizi de hem o dünyanın bir menzili hem de şiirin arz-ı endam ettiği bir cephe gibi tasarlardık. ‘Ayrım’a da ‘Agora’ya da böyle başladık. Cep harçlıklarıyla. ‘İle’ ise 2005’in dünyasına göre İlya Yayınları’nın bir dergisiydi.

Köprülerin altından çok sular geçip gitmişti. Google vb. arama motorları vardı, facebook gibi mecralarda eğleşiyordu gençlik. Artık internet dergiciliği başlamıştı. Sanıyorum bu dergiler Türkiye’de dönülüp bakılacak uğraklar olabildiler. Bugünkiler son sayıya varmış Bireylikler, direnen Şiirden, Natama, Gösteri vb… Bir bakıma son Mohikanlar. İnternet dergiciliği, e-dergi bunların yerini alabilir  tabii ki. Ama işlevi de sanal dünya gibi farklı olacak. Çünkü internet/bilgisayar devrimi yazı devriminden sonraki ikinci büyük kırılmadır insanlık tarihinde. Belki kısa bir süre sonra e-dergi  de yerini başka bir şeye bırakacak. Basılı kâğıdı diretmeliyiz gibime geliyor ama?.. Aması uzun hikaye!

 

  1. Son kitabınızda kişi, işaret ve belgisiz zamirler ile beraber güncel dili de kullanıyorsunuz. Mesela “Mani Gibi Bir Nakkaş Olan Hayal” şiirinde geçen “ben bir yalnızlık şarkısıdır hayallere gidiyor/sense orda hülyaların bahçesini avm ediyorsun” dizeleri. Kimine göre bu güncellik şiirin kalıcılığını öldürürken kimi de her şiirin zamanını yansıtması gerektiğini söylüyor. Hangisine inanmalıyız? Kalıcı kılmak için geleneğe mi yaslanmalı, tüm zaman sözcükler mi kullanmalıyız? Ya da eser, yazılmış olduğu çağı mı yansıtmalıdır?

 

4)         Kalıcı olmak’ı geçelim. Gelenek ve güncellikte iki çift laf edelim işe yarayacaksa. Onu da özetleyeyim, güncelleme diyeyim. Çünkü hepimizin yaptğı şey bu. Andığın Ç/alıntı kitabımın özeti “yeryüzünde söylenmemiş söz yoktur” olur herhalde. Özgünlük de güncellemenin özgünlüğüdür. Çünkü bilinç dediğimiz şey aklımız olarak fikrimize geçirilmiş bir kalıptır ve bu kalıbın en etkili ve en eskisi dildir. Dilden biz değildir çoğu zaman konuşan, dilde içkin iktidardır. Bundandır ki şiir dilin firarisidir ama nereye kadar, ne kadar?

“Mani Gibi Bir Nakkaş Olan Hayal” ve altındaki dizelerse geleneğin ve güncelliğin dışında bir ironi, bir deneme. İnsanı insan eden ve canlılığın göstergesi hayalin disneylandlaştırılmış bir dünyanın merkezine/momentine dönüşmüş hiper marketlerde heba edilmesine göndermedir. Olabilirse heba olanlara ilişkin bir uyarı.

 

  1. Kitabın adında ve içeriğinde zamir kullanılmış. Bu kullanım; kendilik, benlik felsefesinden yola çıkarak baştan sona gidimli gelimli bir ben-sen hesaplaşmasına dönüşüyor. Mesela “Senim” başlıklı girişte “inkâr içinde düşgezer senim…” cümlesi ya da “Kimsem” şiirinde geçen “onu kalbim bilirdim kendim dediydim/olmadı benim, olmadı senim birinde” dizeleri altını çizdiklerimden. “Herkes Gibi Tekillik”, “Düş Rüya İkilemi” şiirleri de bu hesaplaşmaya örnek gösterilebilir. “Ben, Bana ‘Sen’ Diyen ‘Ben’i Yapan Eden Bir Kimse” kitabı aslında “kim”le hesaplaşıyor? Buradaki tekil ve çoğul şahısların zamirlerden öte olduğu apaçık.

5) Doğum bir büyük travmadır. İkinci büyük travma sütten kesilme ve konuşmadır. Yani dil öğrenimi ve kültür kalıbına girme. Buna ulusal ve dinsel anlatıların/mitlerin uzamı da diyebiliriz. Çoğu zaman evde sokulduğumuz dinsel kalıba ilkokulda ulusal kalıp (kabuk veya zırh da denebilir) içine sokuluruz. Sonra buna erkeklik kadınlık/karılık kocalık aparatları eklenir. Ve örgütsel kimlikler. Parti, meslek örgütleri, mesleki kimlikler, sınıfsal kuruntular vs. Özcesi sosyo ekonomik sistem fabrika gibi, insanı bir aparat gibi üretir. Farkında olmadan bu kimlikleri kendi sanır kişi. Aynaya bakar, bunları görür. Bunlara ikonmuş gibi bağlanır. Kendiliğini bulması, yani insanın özgürlük iradesi edinmesi bir zihin devrimiyle olasıdır. “Ben, Bana ‘Sen’ Diyen ‘Ben’i Yapan Eden Bir Kimse” şairin kendi bireyliğinde bir devrim girişimidir.

 

  1. Şiirinizi oluştururken etkilendiğiniz, beslendiğiniz şairler var mıydı? Varsa bunlar kimlerdi? Ortaöğretim veya lisans kademesinde verilen edebiyat dersleri, şiir birikiminizi ne kadar etkiledi? Yaşayan şairlerden hangilerini takip ediyorsunuz? Takip ettikleriniz arasında beğendikleriniz hangileri? En son ne zaman ve hangi şiir kitabını satın aldınız?

 

  1. Bizim kuşak Nâzım Hikmet, Ahmed Arif ve Enver Gökçe’ye meftundu. Kanat alıştırmalarımızı çoğumuz bu şairlere öykünerek yaptık. Ben daha çok Ahmed Arif’ten etkilenmiştim. Çünkü aynı iklimi solumuştuk. Hasretinden Prangalar Eskittim’de kendimi bulurdum. Sonra Nâzım ve II. Yeni şairleri. Cemal Süreya, Ece Ayhan ve Turgut Uyar’la hemhâl oldum.

İkinci soruya gelince Türkiye’deki Türk Dili ve Edebiyatı öğretim ve eğitimi insana hiçbir şey vermez. Edebiyat tarihini ezberletmekten başka. Bir de gramatiği, yani dilbilgisi kuralları ki bunlar düşünmenin krokisidir, köşebentleridir, insan özgürleşmesin, çizgiden sapmasın diye. Bu bakımdan okullar, akademiler işini yapar. Düzene göre yapmaları gerekeni. SözgelimiÖlü Ozanlar Derneği filmindeki Welton Akademisi’nin “disiplin”, “gelenek”, “yetkinlik” ve “onur” ilkelerinin amacı köle ordusu yetiştirmektir. Onlara bağlı olanlar da onlara göre edebiyat yaparlar. Bunu andığım filmden çok önce fark etmiştim. Yapmam gerekenin başka bir şey olduğunu sezinlemiştim yani. Onun için dışarıda aradım şiiri; sokakta, dağlarda, ormanlarda, fabrikalarda, gecekondularda, sınırlarda, çekiçle yazılan şiiri. Hâlâ arıyorum.

Hani Ölü Ozanlar Derneği filminde Walt Whitman’a kadarki sayfaları yırttırır ya Bay Kreating. Türkiye’de ise bütün edebiyat kitabını atmalı şiir ve roman yazmak isteyenler. Ben de söylem tertibatının olmamı istediği, oldurmaya çalıştığı, bir bakıma oldurduğu kimliklerimden, bana giydirdiği zırhtan kurtulup kendiliğimin peşine düştüm. “Ben, Bana ‘Sen’ Diyen ‘Ben’i Yapan Eden Bir Kimse” aynı zamanda bu uğurda harcadığım ömürümün kısa bir özeti.

Üçüncü soruya gelirsek, pandemi dolayısıyla kitap ve dergilere ulaşmak için engelliyiz. Buna rağmen birkaçını sayabilirim. Gençleri sayıyorum, tabii çok gençleri değil: Onur Sakarya, Didem Gülçin Erdem, Duygu Kankaytsın… Şiirlerini gözetlediğim şairler Müslüm Yücel (kitabını bekliyorum) ve Cem Uzungüneş (son kitabı: Sessizlik Korkusu). En son okuduğum yeni kitap Hülya Deniz Ünal’ın Leçe’si ve Sinan Oruçoğlu’nun “Yerin Çektiği.”   

Dergilere baksam ya da kitapçılara gidebilsem, yeni çıkanları edinebilsem olası ki bu adlara başkalarını da eklerim. Ama ne yaparsam yapayım eksik kalır. Hep en çok korktuğum da gözden kaçanlar. O yüzden bunlar, elimin altındakiler ve dilimin ucundakiler olarak kabul edilsin.

Bitirmeden söyleyeyim. “Ben, Bana ‘Sen’ Diyen ‘Ben’i Yapan Eden Bir Kimse” aynı zamanda insanınn ne’liğine bir yanıt arayışı. Dünyanın algoritmalarca yönlendirildiği, Yapay Zekâ’nın insanın yerini alacak denli geliştiği günümüzde ve olası gelecekte bu yanıta değilse de n’oluyoruz sorusuna yanıt arayışı önem kazanacak. Baştan sona kendilik arayışının nedeni de bu. İnsani/ruhani robot, cyborg/organ ve nanobot nakli, replikantlar/kök hücre nakli, klonlanma, yapay insan/kimyasal-indigo bebek, genetik müdahaleyle laboratuar koşullarında döllenmiş tüp bebekler, makine-robot, Yapay Zekâ (YZ) ve algoritma-3.0 (gerçek Büyük Birader) vb. karşısında insanın kendiliği ne olacak, önümüzdeki süreçte bu felsefenin en baştaki gündemi olacak. Bilim insanlarından, felsefecilerden önce şairlerin ve şiirin konuşması gerekiyor. Onun için gidimli gelimli ben sen deyip duruşum.