Halit PAYZA- Kutsal kitapların ilk sözleri söz üzerinedir, sözden söz ederler. İncil “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı” diye başlar. Demek ki her İncil’e göre her şeyin başı önce söz. Söz aynı yerde yaşam ve insanların ışığı olarak gösterilir. Söz karanlığın alt edemediğidir. Devam etmek gerekirse söz için şunlar da yazar: “Söz, insan olup aramızda yaşadı.” Siz sözle yetinmiyorsunuz, ‘Çavlan Sözler’ diyorsunuz. Çavlan, çok akışlı büyük su, çağlayan anlamına geliyor. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde Cavlan olarak da geçiyor. Şiir’e gelince, ses sembolizmi diyenler de var. Ses sembole dönüşüyor, simge de diyoruz. Simgenin Latince karşılığı symbolum. Grekçe’de etimolojik köken olarak ‘συν-sin’ birlikte anlamına geliyor ve ‘βολή-voli’ de ‘atış’. Simge ya da sembol birlikte atış oluyor. Güzel, demek sembol bir şeyi göstermek içinişaret ettiğimiz, atış yaparak gösterdiğimiz şey, nesne… Birleştiriyoruz ve Yunanca ‘σύμβολον-simvolon’ sözcüğüne varıyoruz ki anlamca ‘bir araya getirmek, birleştirmek, birlikte tartışmak, birlikte birleştirmek, bütün haline getirmek, bir arada toparlayıp bağlamak, birbiriyle karşılaştırmak, açıklamak’ oluyor. Sembol sumbalein (symballein) fiilinden türetiliyor. Vikipedi’de sembol ya da simge Sumbolon, bir nesnenin kırık iki parçası olarak yer alıyor ve parçalar kusursuz bir biçimde bir araya getirildiğinde verilen söz yerine getirilmiş, eksiklik tamamlanarak bütünleştirilmiş oluyor. Georg Friedrich Creuzer sembolü “biçim ve varlık arasında ya da ifade ile fikir arasında”1 aracı olarak tanımlıyor. Şiir de bu anlamda yorumlanabilir. Simge sözcüğü ilk kez Homeros’un Hermes için yazdığı ilahide geçiyor. Her dize ya da dizelerin tamamı varlığın dizeye, dizenin biçime, ifadenin düşünceye dönüşmüş biçimi olarak da söylenebilir. Ezoterizm, okültizm, mistisizm ve teozofide de simgeler ve semboller var ki, bizden uzak olsunlar.
Çavlan Sözler, toplu şiirlerinizin birinci cildini oluşturuyor. Daha önce yayımladığınız ‘Mağmum’, ‘Hiç Kimsenin Bildiği’, ‘Ücra Söz’, ‘Değişik’, ‘Yağmur Konalgası’, ‘Beni Gözlerimden Öp’, ‘Ağır Çıvgın’, ‘Yalnızlık Karnavalı’nda yer alan şiirler topluca Çavlan Sözler’e girmişler. Bunların dışında yayımlanmış iki şiir kitabınız daha var: ‘Yitik Kitap’ ve ‘Şehrazat’ın Düğünü’. Sunu’da bu iki kitapla bundan sonra yazmayı düşündüğünüz şiirleri toplu şiirlerinizin ikinci cildinde toplayacağınızı söyleyerek kendinize hedef koyuyorsunuz.
‘Başlangıçta söz vardı’ya gelince, ilk insansının ağzından çıkan homurtu, hırıltıyı söz olarak kabul edecek olursak, ilk anlamlı sözün sözlü olarak söylenen ve kutsal sayılan şiirimsiler olduğunu kabul etmekte sakınca görmüyorum. Dil yetisini, aklın yönetimiyle kendine ayrıcalıklı bir yer edinmek isteyen söz ustasının, şamanın, büyücünün, şairin sözü şiir gibi kullandığı giderek şiir olarak söylediği söz olarak düşündüğümde, sizce söz mü, şiir mi daha değerli, daha önemli?
İlhan KEMAL- Literatürde, fosil kayıtlarına göre anatominin işaret ettiği insan suret ve şemaline uyan en eski fosillerin aşağı yukarı 300.000 yıl öncesine ait olduğu ve Afrika’da bulundukları, çağdaş tipte Homo Sapiens alt türünün ilk ırkı olan Cro-Magnon insanın ise zamanımızdan 50.000 yıl önce ortaya çıktığı belirtilir. Daha ilk başta bile insanlar toplumsal varlıklar olduklarını kavramış, gereğini yerine getirmek için çabalamış olmalı: İletişim! İlk başta işaret ya da beden diliyle iletişim gerçekleştiren insan, ardından kendince birçok iletişim aracı geliştirmiş, keşfetmiştir. Yazılı tarih öncesinde bir çeşit müzik enstrümanı olan tamtam, ateş dumanı, bağırarak haberleşme / iletişim aracı olarak konuşma dili öncesinde kullanılmışlardır. Bazı teorilere göre insanın doğadaki sesleri taklit etmeye başlamasıyla birlikte konuşma ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde yaklaşık 6.000 konuşma dilinin varlığından söz edilmektedir. Peki insanların konuştuğu ilk dil nasıl oluşmuştur? Dilin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili iki temel görüşten söz edilebilir. Bunlardan ilki; dilin yavaş yavaş geliştiğidir. İkincisi ise; dilin gen mutasyonu ile insandan insana aktarıldığıdır. Gerçekten de böyle mi olmuştur? Chomsky’ye göre; dil bugünkü hâline gelene kadar birçok evrim geçirmiştir. Bilim insanları, modern insanlığın bilişsel bir kapasitesi olduğunu savunuyor. Bu kapasite, diğer türlerin yapamadığı karmaşık dil bilgisini anlayabiliyor. Basitçe söylemek gerekirse modern insan, iki dilsel simgeyi birleştirebiliyor. Yani modern insanlar, yırtıcı bir hayvan geldiği zaman atılan çığlığın bir uyarı çığlığı olduğunu anlayabiliyor. Burada geçen ‘modern insan’ kavramı, ‘homosofiyens’ olarak nitelendirilebilir.
Dilin doğuşuyla ilgili bir diğer görüşse; “ Dilin, modern insanın atası olan insansı birey tarafından diğerlerine aktarıldığıdır. Bu genin halk arasında yayılması da dilin oluşmasına imkân vermiştir fakat araştırmacılar, bu teze bir antitez olarak dilin yavaş yavaş geliştiğini savunmaktadır.
Cedric Boeckx ve Brüksel Serbest Üniversitesi’nden araştırmacılar, dil hakkında birtakım araştırmalar yaptılar. Tek gen mutasyonunu ele alan araştırmacılar, hipoteze karşılık olarak bir antitez ürettiler. ‘İnsan dili; tek gen mutasyonu sayesinde var olmuş olsaydı dil, bugünkü konumunu alamaz ve gelişemezdi’ diyen ekip, dilin yavaşça geliştiğini savunuyor.
Pedro Tiago Martins, ‘Kelimelerin birleşmesinin özelliklerinden, birleşmenin ortaya çıkmasına yol açan evrimsel adımların sayısını elde etmek mümkün değildir. Kelimeleri birleştirmek için basit bir yol vardır. Kelimeler anlamlı bir şekilde ilişkili değildir ve her kelime farklı düzeylerde dikkate alınır. Bunun sonucunda herhangi bir karmaşık özellik için böyle basit evrimsel senaryolar türetmenin hiçbir yolu yoktur. Kısacası dil, tek gen mutasyonuna uğramamıştır’ der.
Araştırmacılar, insan dili kadar karmaşık bir şeyin evriminin zamanla olduğunu savunur. Bu araştırma yapılırken birçok yan bilimden yani nöroloji, genetik, bilişsel bilim, karşılaştırmalı biyoloji, arkeoloji, psikoloji ve dilbilim alanlarından yardım alınmıştır. Yapılan araştırma sonucunda tek gen mutasyonunun dilin gelişmesine katkı sağlamadığı sonucuna ulaşılmıştır.”
Söyleşiye böyle özet bir girizgâhla başladık, evet. Baştan uca dillerin doğuşuyla ve gelişimiyle ilgili uzun uzadıya nefes tüketecek değiliz. Neticede şiir bir dil olayıdır ve biz de ilgisi açısından dilin gelişimiyle ilgili bir fragman sunmuş olduk.
Sadede gelecek olursak insan ve dil aşamalar kaydede kaydede yolculuğunu sürdürmüş ve sürekli bir devinim kabiliyeti edinmiştir. Belki de bütün diller bir kök dilden bir dil ağacı oluşturmuşlar oradan dal salmışlardır insanlığa. Örneğin şeker sözcüğünün bütün dillerde aynı olması çok ilginçtir. Elbette örnekler çoğaltılabilir. Böyle bakıldığında kardeş bir dünyanın hâlâ kıyısına bile ulaşamayışımız ah ne hüzün vericidir.
Oysaki bütün diller insanlığın ortak değeri kabul edilebilse, bizi ayrıştıran değil birleştiren bir tutkala dönüşmesi zor olmayacaktır. İşte ben bu dil ağacının dallarından Türkçe ile yazıyorum ve konuşuyorum, onun bana sağladığı olanaklarla ruh katmaya çalışıyorum sözcüklerime. İnsan büyüse de çocukluğundan el alarak kimlik ve kişilik kazanıyor, sonraki yıllarda / süreçte aldığı eğitimle, yaşam tecrübesiyle, okuduğu kitaplarla, edindiği kültürel donanımla özbenliğini zenginleştiriyor. Ben Çukurova’nın doğusu da denebilecek yoksul bir dağ köyünde doğdum büyüdüm. Torosların en ücrasında katıldım hayat dediğimiz şölene. Ama bizim oralarda şölen şenlik demek değildi hiç. Kış mevsiminde sobası bir evde kendi çehresinden başkaya ısısı erişmeyen bir şömine başında titremekti, diz oyu karlara gömüle gömüle, üstelik delik ayakkabısının içine kar dola dola ta uzaklardaki okula gitmeye çalışmaktı. Televizyonsuz, radyosuz, bu evlerde uzun kış geceleri geçmek bilmezdi. Komşular zamanı hızlandırmak için adına "akşamlama" dedikleri ziyaretlerde bulunurlardı birbirlerine. İşte böylesi gecelerde türküler söylenir, masallar anlatılırdı. İlk başta dilimin güzelliklerini çocukluğumda annemin ve diğer büyüklerimizin anlattıkları masallarla, söyledikleri manilerle / türkülerle / ağıtlarla keşfettim diyebilirim. Bu muhteşem sözel kültür inceden inceye ruhuma nüfus etti. Hemşehrim Karacaoğlan ve Dadaloğlu türküleri de bana bir istikamet gösterdi. Önce halk şiirinin bütün dallarında defterler dolusu şiirler yazdım. Ama asıl yapmak istediğim bu değildi. Bu tarz çalışmalarımı hepsini yaktım sonra. Neticede bu miras yazının olmadığı ya da gelişmediği zamanlardan kalma bir söz aktarım biçimiydi. Yazı olmayınca ezber kolaylığı gerekti kültürün gelecek nesillere aktarımı için. Bu söylediklerimden sözel kültürü hor gördüğüm anlaşılmamalı. Tam aksine bu değerlerden beslendiğimi not düşüyorum: Şiirde iç müzik oluşturmanın farklı yollarını bu çalışmalarım sayesinde keşfettim diyebilirim. Bir de köy, kasaba, büyükşehir ve metropol kültürü gibi geniş bir yaşam platformu sahnesinde günlerle hemhal olmak şiirime de geniş bir yelpaze sundu... Cumhuriyetin güzel işlerinden biri olan harf devrimiyle, yazılı kültürün olanaklarından tabiatıyla bizim şiirimiz de nasibini almıştı, böylesi bir olanak da kendi şiir dilimi oluşturma noktasında el fenerim oldu. Cumhuriyet, şiirimizde önemli şairlerin yetişmesinin önünü açtı. Bu şairler yazılı kültürün bir ürünü olan çağcıl şiirlerin seçkin örneklerini verdiler. Benim şansım bu şiirlerle de daha ilkokul yıllarında tanışmamdır. Böylece sözel kültür ürünü olan halk şiiri ile yazılı kültür ürünü olan çağdaş şiirin bir harmonisini yaparak bu temeller üzerinden yeni bir şiir dili yaratabilir miyim sorusunu usumda dolaşır bulmak beni bir öteki şiir arayıcısı, sözcük avcısı yaptı. Söz çavlan oldu bende, evet. Bu çavlanı başka bir şiir denizine nasıl ulaştırabilirdim? Benden önce yazanlar aşılması zor bir dağ koymuşlardı önüme. Öyleyse söze kendimce başka bir itibar katma kavgasında bulmalıydım kendimi: Dize değil, sözcük odaklı, bağıra çığıra değil sessizce okunan bir sus şiiri kurmak oldu muradım. Sessizliğin çığlığı! Evet aradığım bu oldu. Nasıl ki çavlanlar sessizliğin çığlığıysa, benim şiirlerimde öyle olsun istedim. Estetik, biçim, müzikalite, sözcüksel örgütleniş bakımından yabanıl ama insancıl ve incelikli bir şiire, geçmişin arketiplerinden el alarak günümüze farklı bir soluk taşıran şiir atına bindim. O at atar mı beni sırtından? Bilmiyorum. Ama biliyorum her yeni yol içinde cehennem de barındırır. Olsun. Yanmak, kadim bir alışkanlıktır bizde. Çünkü arkadaşımızdır Simurg.
Şiir yazmak uçurumun ucunda durup, o uzak kuytuda, en dipte açmış zambağı kokusundan öpmek! Koparmadan, tek yaprağını ziyan etmeden! Olası mıdır böyle bir şey? Düğüm, sır, gizem... Adına ne dersek diyelim bu sorunun içinde yanıtıyla birlikte saklıdır. Şair, saklılar bulucusu! Bulamazsa bile bulmaya ant içmiş bir arayıcı, bir yitikçi: İmkânsız heveslerin ardına düşmüş! An olur düşer de uçurumlardan. Yara bere içinde kalır. Ölür de. Ama yeniden doğurur kendini ölümlerin rahminden. Can katmaya can atar sözcüklerin bedenine. O, hevesleriyle dallara hevenkler dizen bir bağ bozum ustası! O, bütün kapılar yüzüne kapanan kovulmuş! O, kapı kırıcı! Paradoks mu söylediklerim? Olabilir! Çünkü şairin gıdasıdır kaotika. Uyumsuz bir asidir şair! Muhaliftir kendine bile. Ruhunun arketiplerinde kasırga, daima. Böyle olmasa, dinginliğin rahat kasırlarında uyusa, içinde bir magma fokurdayıp durmasa, kanamasa bütün vurulmuşların yerine, yerine koymaya mecali kalır mıydı hiç dökülen yaprağı dalına? Kapalı da olsa bütün kapıları dünyanın, açar o. Şair ki yıldız toplayıcı, gök kubbenin gölgesinin düştüğü şu yeryüzünün bütün mahfillerinde, üstelik sözcüklerin parmak ucuyla!
Şair ki bir onarman, kendi kalbinden başka bütün kırıkları iyileştirmek kavgasında bir ahdci, uslanmaz bir düşbaz!.. Bir kalpana ustasının elleriyle kapladığında yeryüzünü sevginin ekini, yıkılır kötülüğün çirkin kuleleri cümle çöllerde. Evet, öyle.
Bunları söyledim; ne geçmişle ne gelecekle, hiç kimseyle, hiçbir şeyle yarış halinde değilim. Kendimce bir söz ipeğine çalışıyorum, hepsi bu.
Halit PAYZA- Madem söze sözle başladık ve sözden insan’a geldik, oradan devam edelim. Anlaşılabilir söz söyleme sanatı da insana özge. Anlaşılamayan sesler söze dönüşüyor. Öyleyse insan konuşabilen hayvandır da… İnsan Denilen Hayvan’daki yazdıklarımı anımsattınız. Oraya gidiyorum. Yalnız ben biraz daha geriye çekeceğim.
Bing Bang denilen patlama sonucu yaklaşık on üç buçuk milyar yıl önce evren oluşmaya başladı. İnsana benzeyen hayvanların ortaya çıkışı iki buçuk milyon yıl önce. Homo Sapiens bir ailenin adı. Yuval Noah Harari ‘Hayvanlardan Tanrılara Sapiens: İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi’nde zeki insan dediğimiz bugünkü insan soyun başta Darwin olmak üzere diğer evrimciler gibi bundan altı milyon yıl önce tek bir dişi maymundan doğan iki kıza dayandırır. Bu kızlardan biri bugün de varlığını sürdüren bütün şempanzelerin, diğer kız ise insan soyunun büyükannesidir. Yaklaşık iki buçuk milyon yıl önce Doğu Afrika’da insan soyunu oluşturan bu büyükanneye, ‘Güney Maymunu’ anlamına gelen Austrlopithecus adı verilir. Ne var ki Homo Sapiens tek insan türü değildir. Son on bin yılda Homo cinsine ait tek türü, dünyada varlığını sürdürmeyi başaran tek tür insan türüdür. Harari insan kelimesinin aslında ‘gerçekte Homo cinsine mensup bir hayvan’ olarak adlandırır. Diğer türler yaşama olasılığını yitirerek ortadan kaybolmuşlardır. Soyları tükenmeden Homo Sapiens dışında pek çok tür yaşadı.
Asıl sorun da burada başlıyor. Buradan şairlere ve şiire geleceğim.
Bugünkü oluşumumuza ilişkin iki teori ileri sürülür: Irk Karışımı Teorisi ve Yerine Geçme Teorisi. İlk teoriye göre Homo Sapiens, Neandertallerle karşılaştı, iki tür birbirleriyle birleşti. Bu birliktelikten bugünkü Avrasyalılar oluştu. Doğu Asya’da ise Sapiensler Erectus’la benzeri ilişkiler kurdular. Sonuç bugünkü Çin, Kore gibi Uzakdoğulu sarı ırk… Diğer teoriye göre güçlü olan güçsüz olanı yerküreden sildi. Birlikte yaşamak yerine savaşmayı ve yok etmeyi yeğledi. Naendertaller yenildiler, yok oldular.
Önemli dediğim bölüm burası. İnsansılar, kendinden önceki birçok türü ama özellikle de Naendertaller’i bir biçimde yok ettiler. Kabil’in Habil’i öldürmesi bunun yanında dün sayılır. Gelmişken kısaca değineyim, Tevrat'ta sadece Kabil’in Habil’i öldürdüğü söylenir. Bunu ayrıca yazdım, ayrıntılara girmeyeceğim. Oysa aslına bakılırsa Aremce yazılı Eski Ahit’te Habil ve Kabil kavgaya tutuşurlar. Kavgada Habil üstün gelir. Habil yüce gönüllülük gösterir, elini kardeşkanına boyamak istemez, ağabeyinin hayatını bağışlar. Ne var ki Kabil kalleşlik eder, sırtını dönüp giderken arkadan Habil’e saldırır ve onu öldürür.
Şimdi sorum geliyor. Ancak bir fıkracıkla devam edilebilir.
Cehenneme yeni bir zebani atanmış. Zebaninin ilk günü… Yanındaki kıdemli zebani acemi zebaniye Cehennemi gezdiriyor, yapacağı işi anlatıyor. Cehennemin her katında alevler, alevlerin üzerinde dev kaynar kazanlar. Kazanların içinde günahları nedeniyle haşlanan insanlar. Zebani bakmış, her bir kazanın başında bir zebani var. Acemi merak etmiş, neden kazanların başında beklenildiğini sormuş. “Bu Alman kazanı” demiş kıdemli, “Bu Almanlar ilginç insanlar, haşlanırken bile birbirlerine yardım etmeyi düşünüyorlar. Birlikte hareket edip, yardımlaşarak üstü tırmanıp, kazandan çıkmaya çalışıyorlar. Başındaki zebaniler de önlüyorlar, yukarı tırmananları yeniden kazanın dibine atıyorlar. Acemi başında daha az zebani bekleyen başka bir kazanı göstermiş. Nedenini sormuş. Kıdemli zebani kazanın Amerikalıların cezalarını çektikleri kazan olduğunu söyledikten sonra, Almanların aksine bunların da yardımlaştıklarını ve kazan dışına çımaya çalıştıklarını ancak aralarından bazılarının buna katılmadığını bu nedenle Amerikalılara ait kazanda daha az zebaninin görevlendirildiğini söylemiş. Acemi başında hiç zebani olmayan bir başka kazanı göstererek, bu kazanının başında neden hiç zebani olmadığını sormuş. Kıdemli zebaninin yanıtı biliniyor, ilginçtir. “Türkler var kazanda” diye yanıtlamış acemiyi, “İçlerinden biri çıkmak için çabaladıkça, diğerleri onu aşağı çekiyor. Bu nedenle o kazana zebani koymaya gerek yok!”
Şairler için de durum bu mu? İki şey söylenebilir belki, bir; her şair başka şairi çekemez, başarısız olmasını bekler, bunun için elinden geleni yapar. İki, her şair yalnız da olsa iki kişidir, biri kendisi diğeri egosu. Ne dersiniz?
İlhan KEMAL- Yarı gerçek, yarı mesel; yarı tarih, yarı mitoloji demetinden oluşan karma bir söz çiçeğiyle sorunuzu harmanlamanızı;işin ucunu şaire ve şiire bağlamanızı sıra dışı bir söyleşi yöntemi olarak gördüğümü kabul ettiğimi söylemesem olmaz. Konuyu dağıtmadan bir çift kelam edecek olursam; Habil ile Kabil’den kalmış kadar eskidir çıkar için kavga etmek. İnsan bir budaladır, evet. Küçük hesapçıdır. Hepbanacıdır. Şair de bir insan olduğuna göre egosuna, kibrine ve hırslarına yenik düşebilir. Yoluna çıkan gölgelere bile tahammül göstermekte cimri davranabilir. Böylesi bir tutum şiirle taban tabana zıttır oysa. Bizim böylesi bir anlayışla uzaktan yakından ilgimiz olamaz. Kendi adıma konuşacak olursam güzel olan her şey beni gönendirir. İyi bir şiir kitabı mı okudum? O kitabı ben yazmışım denli kıvanırım. Bir dergide kötü bir şiir mi okudum o şiiri ben yazmışım denli hüzünle kıvranırım. İyi şiir kıskanılır mı azizim! Kıskanılırsa da bu olumlu anlamda bir kıskançlıktır, hasetlik değildir. Aslında bütün şairler arasında görünmez bir bağ vardır, onlar bir zincirin halkalarıdırlar. Biri olmadan diğeri olmaz. Şairler birbirlerini beslerler, çoğaltırlar. Bana göre bu böyle olmalıdır en azından. Güzeli sahiplenmek kadar çirkinde de sorumluluğum olduğuna inanırım. Yeterince yol açıcı olamamış, güzelin ve iyinin ışığını gün avlusuna düşürememişim ki değişen bir şey olmamış göğün altında diye düşünürüm. Ama bilirim ki her kötünün içinde iyi, her iyinin içinde kötü de saklıdır. Biz hangisini öne çıkarırsak o ışıldar durur. Demem o ki ego büsbütün kötü ve iyi değildir. Artı eksi kutuplarcadır egonun içindeki iyi ve kötü. Şairin bu olgudan kendini soyutlaması onu iddiasızlaştırır. İddiası olmayanın da diyeceği bir şeyi yoktur. Sağlam bir karakterle beslenmiş iddiamız, ısrarımız ve bu yönde çalışma gayretimiz olacak ki zaman bize gül versin, gülüversin. Ego başka, kibir, kıskançlık ve hasetlik başka şeylerdir. Victor Hugo’nun deyimiyle; sevmek etken olmaktır!
Halit PAYZA- Birçok anti-komünistin ‘Macar Yahudisi’, ‘Macar Çingenesi’ diye küçümsemeye çalıştıkları Marksist filozof ve edebiyat bilimcisi Georg Lukács, Marksizm’i Hegelci anlamda yeniden değerlendirirken sanatın da sınıf mücadelesi tarihiyle ilişkilendirir. Edebiyat kuramını bu bağlam üzerine oturtur. Yazdıkları, söyledikleri ve ideolojisi bu ontolojiye dayanır. Önemli ve yerindedir. Lukács, “Nesnel gerçekliğin bilimsel ve estetik yansıtılması, tarihsel gelişim süreci içersinde belirginleşen, ince ayrıntıları giderek daha çok ortaya çıkan iki yansıtma biçimidir” der. Nedir bu iki yansıtma biçimi? Devam ediyor, diyor ki “bu biçimler, temelini de, son gerçekleşme noktasını da yaşamın kendisinde bulur. Özellikleri, toplumsal işlevlerinin olanaklar ölçüsünde giderek sınırları belli ve eksiksiz bir düzeye varmasını sağlayan yönün doğrultusunda oluşur. Bu nedenle bu yansıtma biçimleri, oldukça geç gerçekleşmiş olan bilimsel ya da estetik genelliklerinin temelini yaratan katıksızlıkları içersinde, nesnel gerçekliğin yansıtılmasının iki uç noktasıdır. Günlük yaşamın gerçekliği ise bu iki ucun verimli ortasıdır.” Burada günlük yaşam gerçekliği ile bunu aşkın başka bir gerçeklik söz konusu. Şiir için de böyle düşünülebilir. Şiirin gerçekliği olmalı, ya da şiir bir gerçekliği içkin gelmeli. Şiirde ‘günlük gerçeklik’ ne olabilir, ‘günlük olanı aşkın gerçeklik’ ne olabilir? Biraz bunun üzerinde düşünmek gerek. Zamandizimsel bir yapı mı söz konusu olan? Yoksa zamandizimini kıran bir yapı mı? Bilinen kavramları kullanmak gerekirse kronik ya da anakronik şiir nasıl bir şiir olabilir? Ya ada şöyle söyleyeyim; şiir içkin mi olmalı, aşkın mı? Bugüne mi yanıt vermeli, yoksa yanıtı kendi mi olmalı?
Bunların yanıtlarını sizden almak isterim. Ama önce Lukács’a dönelim. Diyor ki “Demek ki bilimsel ve estetik yansıtmanın katıksızlığı bir yandan günlük yaşamın anlaşılması güç, karmaşık biçimlerinden kesin sınırlarla ayrılır, öte yandan da bu sınırlar sürekli olarak birbirine karışır. Çünkü her iki yansıtma, biçimi günlük yaşamın gereksinmelerinden doğar; Her ikisinin de işlevi bu yaşamın sorunlarına çözüm getirmektir.”2
Marks’ın da Kapital’de yaratmaya ilişkin saptaması var. Onu da eklemek isterim. Marks “Biz çalışmayı, onu yalnızca insana özgü kılan bir biçim içersinde sınıflandırıyoruz. Örümcek, bir dokumacınınkini andıran işler yapar, arı ise peteklerin yapımıyla mimarları utandırabilir. Ancak en kötü mimarı en usta arıdan daha en başta ayıran nokta, mimarın peteği balmumundan yapmaya girişmezden önce kafasında kurmasıdır. Çalışma oluşumunun sonunda ortaya çıkan sonuç, bu oluşum başlamazdan önce çalışanın tasarımında varolan, başka deyişle düşünce olarak varolan bir sonuçtur. İnsan yalnız doğal olanda bir biçim değişikliğine yol açmakla kalmaz; o doğal olan içersinde aynı zamanda amacını gerçekleştirir; bu amaç, kendisinin bildiği, eyleminin türünü ve biçimini bir yasa olarak saptayan ve iradesini ona bağımlı kılmak zorunda olduğu bir amaçtır.”3
Çavlan Sözler’deki4 şiirlerinizde Lukács’ın açımladığı gerçeklik nasıl bir işlev üstleniyor? Gerçekliğe ilişkin göndermeleriniz dizelerinizde örtük, hatta biraz çekinik gibi duruyor. Şiir sezdirir doğrudur ama tokat gibi de vurur. Onu değil de öbürünü yeğlerken neyi önemsiyorsunuz? Marks’a gelince yine şiirinizle ilintileyecek olursak dizeleriniz varetmek istediğinizi mi varolan sonucu mu içeriyor? Seçtiğiniz yöntemi şiir yazarken hedeflediğiniz amacı gerçekleştirmek için yeterli buluyor musunuz, böyle yazmayı yeğlemekle amacınızı gerçekleştiriyor musunuz? İnsan nasıl doğal olanda biçim değişikliğine yol açmakla kalmayıp, aynı anda amacını da gerçekleştiriyorsa şiirde ve şiir poetikanızdaki yazım biçemi ve dizelerde yer alan sözlerle amacınızı gerçekleştirmiş oluyor musunuz? Son olarak şunu da eklemiş olayım; Çavlan Sözler’de yer alan kitaplarınızdaki şiirleri kitapların yayımlanma ya da şiirlerin yazılma tarihlerini dikkate almaksızın, yeniden sıralayarak yazmakla şiirdeki gelişiminizi bir anlamda silikleştirmiş olmuyor musunuz? Böylelikle Georg Lukács’ın ‘günlük yaşam gerçeği’ savını doğrulamış gibi mi duyumsuyorsunuz kendinizi?
İlhan KEMAL – Ben şiirlerime bilindik, alışıldık şiir beğenisiyle uyumsuz bir kimlik kazandırmaya çalışırım: Biraz aşırı, biraz uçarı! Bu noktadan bakıldığında aşkın bir şiire çalışma gayretinde olduğum söylenebilir. Diğer taraftan da varlığın yapısına karışsın isterim şiirimin sesi ya da şiirime varlığın içinden ses katmak için çabamı körüklerim. Örneğin şiirimi yağmur gibi kılmaya değil, yağmur kılmaya kalkışırım. Bu çerçeveden bakıldığında ise şiirimin içkin bir edası olsun isterim. Tekil bir perspektife hapsetmek istemem şiirimi. Bir senfoniye, bir cümbüşe çalışırım belki de. Şairler bir düşçü de ya bilginler öyle değil mi? Onlar düş kurarak bir gerçekliğe ulaşmayı arzu ederler, şairler ise hayale ölümsüzlük gömleği giydirmeyi denerler. Bilginler ile şairlerin aynı anneden olmayan ikiz kardeşliği! Bilginler gerçeğe ulaşabilirler ama şairler gerçeğe ulaştıklarında düşlerini öldürürler. Özel de şiir, genel de sanat bir ütopyanın peşinde daima koşmaktır. Şiirde amaç gerçekleştirme diye bir şey yok! Sonsuz bir arayıştır o. Asi bir danstır.
İnsanlığın mutluluğu ve daha güzel bir dünya için yürek teri döken bütün bilginler, filozoflar ve sanatçılar hepimizin ortak değeridir. Kiminin görüşüne katılırız, kiminin katılmayız. Bazılarına kısmen katılırız. Hoş, herkes aynı düşünseydi dünya dönmüyor olacaktı daha, bir aykırı düşçü çıktı: “Her şeye rağmen dönüyor dünya!” dedi. Galileo! Ölümü pahasına, egemen güç olan Hıristiyan din bezirganlarının kahredici sultanlarına boyun eğmeyerek dedi tüm bunları. Dinin karşısında aklın ışığını temsil etti! İnsanlık tarihi buna benzer sayısız örnekle doludur. Her zamanda ve her devirde güneşe koşanlar ve geceye biat edenler hep olmuştur. Güneşe koşan bütün değerler hepimizindir. Onlar birer çeşme gibi akıtıp dururlar bilgi sularını. Her çeşmenin suyu farklıdır kuşkusuz. Kimi sular arseniklidir, serttir. Klorludur kimi. Kimi kendiliğinden dupdurudur. Her ne olursa olsun dünya çölünde suyun her çeşidi mühimdir, elzemdir, lazımdır, gereklidir. Tamam, farkındayım eş anlamlı sözcükleri sıraladım peş peşe… Sözü pekiştirmek istedim. Ben şimdi neden dedim bunları, nereden geldim buraya? Dünyaya soldan bakan biri olarak; “Hegel de bizim, Georg Lukacs da” diyorum.
Hegelci felsefenin özüne göre: “Her şeyden önce bireylerin kendi kendilerine ilişkin olarak özgür bir bilince ulaştıkları bir insanlık tarihi felsefesidir. ... Bu süreç sonunda, bilinç akıl’a ulaşır. Dünya ona yabancı olmaktan çıkar; dünyaya ilişkin bilgisi onun gerçek bilgisidir ve onun gerçek bilgisi de dünyaya ilişkin bilgisidir.”
Hegel’in diyalektik yöntemine göreyse: “Diyalektik, Mutlak Fikir'in tez-antitez-sentez diyalektik üçlü hareketiyle gerçekleşmesi ve bunun bu şekilde anlaşılması yöntemi olarak değerlendirilir. Hegel, düşüncenin hareketinden sezinlediği diyalektiği, evrenin hareketine yöneltmiştir; çünkü Hegel evreni ‘maddeleşmiş bir fikir’ olarak görmüştür.”
“Batı Marksizm’inin öncü isimlerinden Macar Marksist filozof ve edebiyat bilimcisi Georg Lukács Marksizm’i yukarıda özünü aktardığım Hegelci anlamda yeniden değerlendirmiş ve geliştirmiştir, doğrudur: “Ernst Bloch, Antonio Gramsci, Karl Korsch ile birlikte Lukacs, 20. yüzyılın ilk yarısında, Marksist felsefe ve Marksist teorinin yeniden oluşturulmasında en önemli isimlerden biri olmuştur. Lukacs belirgin bir şekilde Ortodoks Marksizm savunusu yapar, ancak metinleri bu anlamdaki Marksizm anlayışının her zaman sınırlarını aşmıştır. Özellikle Marksist sınıf kuramı ve bu kuramın bilinç ile ilgili yönünü geliştirmiş, sınıf bilinci teorisi ile her zaman konuşulan bir isim olmuştur. Öte yandan Lukacs bir edebiyat bilimcisi ve eleştirmenidir. Bu noktada etkili olacak ölçütler ve kavramlar geliştirmiştir. Giderek sanatta biçimin gelişmesini sınıf mücadelesi tarihine bağlayan edebiyat kuramının temellerini oluşturur. Lukacs ortaya koyduğu çoğu düşüncesini kendisi de yadsır ya da değiştirir. Böyle de olsa edebiyat kuramının temellerini oluşturan görüşleri önemlidir.”
Yukarıda belirttiğim çeşme metaforu üzerinden devam edecek olursak; sanat, siyasa, bilim ve felsefe alanlarında üretilen bütün değerler çeşmelerden akan farklı tatlardaki sular gibi insanlığın ortak havuzunda birikir. Bizler bu ortak değerlerden payımıza düşeni bir şekilde alırız. Yapıp ettiklerimiz, yazdığımız şiirler, öyküler, romanlar ve dahi üretilen yeni bilimsel çalışmalar bile geçmişin bu havuzundan su içer. Yarın yapılacak işler, sanat üretimleri de bizim bu havuza ilave ettiklerimizden öyle veya böyle nasibini alacaktır. İşin özü her şey birbirinden el alır, böyledir bu. Bir döngüdür ki farkında olalım ya da olmayalım devranını sürdürecektir. Hegel de bu havuzda, Georg Lukacs da bu havuzdadır. Doğrudan değilse de dolaylı olarak bizim yazdıklarımız da anılan değerlerden bir şeyler katmıştır kendine. Dünya dönmeye devam ettiğine göre görüşler, görüntüler, gölgeler bile başkalaşıp gelişerek yolculuğunu sürdürecektir. Hiçbir şey değişmez bir amentü değildir. Değişimin olmadığı yerde her şey donar. Buradan da yeni fikirler, eserler ve yarınlar doğmaz. Lukacs’ın sanat kuramından çok şey öğrenmiş olabilirim ama sanat yolculuğumda bir totem gibi başucumda tutmam gerekmez. Şiirime içinde ben öznesinin de olduğu imgesel bir toplumcu dil, başka bir usul üslup da dökebilirim: Bağırmadan, sükûnet ve dinginlikle de söyleyebilirim sözümü. Anlamı yok saymadan fakat onu kabacıl bir söyleve dönüştürmeden estetik bir harmanlama içinden sızdırabilirim. Bir işçinin sesini kendi sesime bilindik yöntemlerin dışında da katabilirim. Ama şunu da bilirim: Bana bunları yapabilme hüneri kazandıran kazanımlar vardır ardımda. Toptancı yaklaşımlar içinde tuzak barındırır. Toptan ret, toptan kabul edemem her ne olursa olsun. Sorular sormak hayata! Gelişimin temeli böylesi bir tabusuzluk olmalı. Son olarak; Çavlan Sözler adlı toplu şiirler kitabıma şiirleri neden kitapların yayımlanma tarihine göre değil de karma bir düzende yer verdiğim sorusuna yanıtıma gelince: Bu konuyla ilgili gerekli açıklamaya kitaptaki sunuş yazısından ulaşılabilir.
------------------------------