CENGİS T. ASİLTÜRK- NEZİHE ALTUĞ SÖYLEŞİ
YÜZ KİTABIN YÜZÜ “SURET”
Bir şeylerin iyileştireceğine inanmaya ihtiyacımızın olduğu korona günlerinde dört bir yandan akan verilere ulaşma hızımız günden güne artıyor. Kimi fiziksel, kimi psikolojik öncelikli bir “iyi” olma algısıyla motive oluyor ya da farkında olmadan kaygımızı körüklüyoruz. Bazen de yasaklı olarak, kötü/hasta olma ihtimalinden kaçmaya çabalarken sürdürüyoruz arayışlarımızı. Böyle günlerde raflardaki kitap kapaklarına yöneliyoruz. Kitap kapakları, kitaba nesne olarak yaklaşımın ilk durağı! Kitapçıların raflarında çoğu kitabın sırt sırta değil, kapakları görünecek şekilde yan yana dizildiği görülür. A7 Kitap’tan Nisan 2018’de çıkan Cengis Asiltürk’ün ünlü Suret romanı bu kapaklar arasında bana yüz kitabın yüzü gibi görünür. Suret kitabındaki insan yüzünün simetrisini çizenlerin, fotoğraf denilen suretçilikle, el ve zihin istidatlarını ulaşılmaz noktalara ulaştırırken yaşanan körleşme sürecini sordum, Cengis Asiltürk’e. Kendisi Beykent Üniversitesinde öğretim üyesi... Uluslararası düzeyde önemli bilimsel kitapları, makaleleri var. Sinema yönetmeni, roman yazarı! Kendisi tüm bu durumu “ben bir hikâye anlatıcısıyım” diye özetliyor.
NEZİHE ALTUĞ –İsterseniz hemen genelden başlayalım; Orontes Uluslararası Çağdaş Sanat Kurumu edebiyat dalında Yılın Onur ve Başarı ödülü Suret romanına verildi. Sizinki nasıl bir hayat? Bu genç yaşta bu kadar başarılı olmanın sırrı nedir?
CENGİS ASİLTÜRK – Başarılı olup olmadığım konusu kuşku götürür! Zira ben başarının ne olduğunu tam olarak konumlandıramıyorum kafamda... İnsan ne yaparsa başarılı olmuş olur? Çeşitli nedenlerle, hayata tutunamam diye sürekli endişe duyduğum için çok çalıştım... Ortaya çıkan her şey, çok çalışmanın eseri! Nedenler arasında babamın iflası, ülkemin içinden geçtiği süreçler, ekonomik sistemin sürekli tıkanması, yaşanan belirsizlikler, bizleri savuran değişim rüzgârları, hep bir yarın endişesi...
NEZİHE ALTUĞ – Suret’i okurken hep şunları düşündüm: Nasıl bir bilinçaltıdır bu? Sahi hiç unutmuyor musunuz? Bu nasıl bir zihin haritası? Bu derin zihin haritası konusunda, gençlere kurmaca ve kurguyla ilgili yol gösterir misiniz?
CENGİS ASİLTÜRK – Bilmiyorum... İnsan nasılsa öyledir belki de... Bir yol gösterici olarak hiç düşünmedim kendimi. Belleğimin güçlü olduğunu ise biliyorum. Bu durum, sonunda bana nasıl geri dönecek bilmiyorum. Belki de ileride başıma bir iş açar bu... “İnsanda güçlü bellek” durumunun altını bu nedenle, varılan sonuç bilime katkı sağlayabilir umuduyla çizdim. Böyle bir belleğin, hikâye anlatıcılığı serüvenimde işime yaradığı ise çok doğru... Kurmacayla ilgili çok şey konuşulabilir elbette, ama şu kadarını söyleyebilirim şimdilik: Gerçek hayatın fazlalık ve kabalıklarından kurtarılmış rafine anlatıları bu yolla yaratabildiğimiz için kurmaca önemli. Bir şey eklemeliyim: Anlatılar, duygularla değil; bilgi, bilinç, akıl ve deneyimlerle kurulabilir.
NEZİHE ALTUĞ – Suret romanı, hayal gücünün sınırsızlığını en iyi ortaya koyan akımlardan biri olan “büyülü gerçekçilik” veya “büyüleyici gerçeklik” türünde... Bu kitabınızda gerçeklik kavramı, hayallerin ve düşlerin kaleminde, olağanüstü bir dilde yeniden yazılarak eski zaman çağlarını, mitolojik dünyaları, düşsel mekânları adeta film kurgusu gibi ortaya koyuyorsunuz! Çekim denilen film parçaları yönetmenin cümlesini kurabilmesi için gerekli birer kelimedir ya, işte öyle. Buradan hareketle yeni bir boyut kazanan gerçeklik; sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih, hatta politika gibi alanların gerçekliğe ve doğruluğa bakış açısını yeniden yorumlatıyor. Filim kurgusu ve roman kurgusu arasındaki benzerlikleri siz bize daha farklı nasıl anlatırsınız? Bu hikâyeleri yazdıran gerçekte de biri var mı?
CENGİS ASİLTÜRK – Bir tarza yönelik bir şeyler yazmak için kendimi hiç zorlamam. İlk iki romanımı lise birinci sınıf öğrencisiyken yazmıştım; Ölüyaprak Vuruşu ve Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanları... Yani romanda akımları, tarzları, yöntemleri, hatta roman kurgu dilini henüz bilmiyordum onları yazdığımda. Bu iki romanı basılmadan önce ülkemin önemli roman yazarlarından Kemal Ateş’e vermiştim. Bana, Marquez gibi yazdığımı söyledi. Bunun üzerine hemen Kırmızı Pazartesi ve Kolera Günlerinde Aşk romanlarını okudum... Büyülü gerçekçilik dediğiniz tarzı romanlarımda bilmeden uygulamış bulunuyormuşum meğer! multiple discovry diyebiliriz buna, çoklu keşif gibi bir şey yani... Büyülü gerçekçilik kavramı kulağa büyüleyici geldiği için olacak, fantastik yerine de kullanıyorlar kimi yazarların romanlarını överken.
Tabi benim romanlarımda sinema dilinin etkisi olduğu söylenebilir... Nasıl olmasın ki? Benim tüm öğrenimim sinema dili üzerine... Sinemanın ilk on yılında, roman sanatının büyük etkisi var. Sonraki yıllarda o etki bir etkileşime dönüştü. Çetin Öner, Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanını okuduğunda, “Angelopoulos filmleri gibi...” demişti. Ben anlatılardaki o “gerçeklik” durumunu hayatın “gerçek” durumlarının da önüne koyarım çoğu vakit. Anlatının gerçeklikler evreni düşlere, rüyalara, büyülü dünyalara açılır. Özellikle de zihinsel olarak yorgun olduğum zaman “mitolojik dünyalarda, düşsel mekânlarda, taş devrinde yaşamış olmalıyım” duygusuna kapılırım. Bildiğim, yaşadığım bir hayat gibi gelir o ilksel dünya. Bu duyguya kapılmayan biri sanırım yok. Örneğin bir ampirist, dolayısıyla görüşlerini bilimsel temele oturtan bir bilgin olan Jung’un Hermetik, Gnostik, Yeni Eflatuncu eski bilgeliğe niçin önem verdiğini, hatta Kabala ve simyayla niçin ilgilendiğini bir düşünelim... İnsanlığın bilinçaltı, ortak çevirimi beni oralara çekiyor. Kan bağımız var onlarla... Hikâyelerini, bin beş yüz yaşındaymış gibi anlatan anneannemin büyüleyici anlatılarıyla; olumsuz anlamda benim hedonistliği ya da bencilliği keşfetmemi önlemek amacıyla kalbimi tümden zehirlemesinin, olumlu anlamda iyileştirmesinin nedeni nedir? Yo! Hayır! “Bu hikâyeleri bana yazdıran gizil güçlerim var” demeyeceğim. Yo, o düzenbazlıklar bana göre değil. Çok çalıştım ve kendim gibi hikâyeler anlatmanın yolunu keşfettim ben. Yeniden dönüp okuyorum. Harika bir soru bu ama ben sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih, politika gibi her biri derin bir uzmanlık gerektiren bilim alanlarına giremem. Bir anlatıcı olarak, tüm bu alanlarla ilgili küçümsenemez boyutta bilgiler edinmiş olsam bile...
NEZİHE ALTUĞ – Eleştirmenler Suret romanını, Rüstem Efendi’nin o büyüleyici serüvenini; Doğu’nun kadim hikâye etme geleneği ile Batı’nın resim geleneğine ait panoramalarının bir romanı olarak tanımlıyor. Romana Ömer Kavur’un Gizli Yüz filminden alıntıyla başlıyorsunuz. Tabi o alıntı aslında Orhan Pamuk’a ait. Burada okura bir yol haritası gösteriyorsunuz. Ben de söyleşimize “Yüz Kitabın Yüzü” adını verdim. Size bunu şiirle, Fuat Bayramoğlu’nun,“Bazen uyanık her şeyi gûya görürüm/ Bazen de uyurmuş gibi rüyâ görürüm / Her saniye her dakika ben aynı değil bir başka gönül gözüyle dünya görürüm dizeleriyle anlatmak istesem sizi doğru okumuş olur muyum?
CENGİS ASİLTÜRK – Daima gerçek olduğundan yani reel durumundan söz edilen şu gerçek hayatın kendisi için bile bir rüya diyebilirim. Yaşananlar dünde kaldığında zihin bizi kandırır; biz dündeki yaşananları güzel görmeye başlarız. Bu nedenle çoğu insan, bugün birlikte olduğu zarif bir kişiyi, kendisine zulüm bile etmiş olsa dünde kalan kişiyi sevdiği kadar büyüleyici ve şiirsel biçimde sevemez. Gelecek zaten düştür. Asıl önemli olan şu anın şiirselliğini kavramak ve ona hayran olabilecek bakışı/görüşü geliştirebilmek. Hayat şimdidir özünde ve hayat güzel bir rüya kadar şaşırtıcı. Önemli olan alışkanlıklardan sıyrılıp o saf bakışla, o saf gözle, Ülis’in (Ulysses) bakışıyla ilk kez görüyormuş gibi safça görebilmektir. Nerdeyse “roman-film” olan Gizli Yüz’ün olağanüstülüğünde kuşkusuz ülkemin gelmiş geçmiş en önemli yönetmeni Ömer Kavur kadar, Orhan Pamuk’un düş gücünün de etkisi vardır.
NEZİHE ALTUĞ – Suret adlı romanınızdan, "hayatın kurgulanamayacağını" okuyan hayalci okuyucularınız “hayatı kurgulayamayacağım gerçeğini bile bile nasıl hayal kuracağımı" ya da “bir hikâyem var. Şehrazat’ın binbir sayfa tutan masal çerçevesine resmedilmiş bu hikâyemde mitolojik varlıklar, devler, cüceler, uçsuz bucaksız kanatlarla beyaz melekler, boynuzlarından karanlık akan şeytanlar hatta büyünün mümkün kıldığı her şey var, siz benim hikâyeme inanır mısınız” deseler onlara ne dersiniz?
CENGİS ASİLTÜRK – Hiçbir hikâyeci/anlatıcı gerçekleri olduğu gibi aktarma amacı gütmez sanırım. Onlar, gerçekler evreninde kaybolan, altta kalan, üzeri örtülen şu anlatı gerçekliğinin peşinde olduklarının bilincindedirler. Hayatı kurgulamaya kalkışanı bağışlamazlar. Hayalciler veya plan yapanlar bağışlanabilir. Hikâyeye, o sürdüğü/anlatıldığı/dinlenildiği süreçte inanılır, ama maharet ona inanan dinleyicide mi, yoksa ona inandıran anlatıcıda mı? Sanırım iki tarafın önemi tartışılamaz. Bugünlerde, hikâyecinin (narratorun veya yazarın) rafa kaldırılıp başrolün okuyucuya verildiği iddiası pek meşhur! Keşif mi oldu bu? Okuyucu ve dinleyici baştan beri, sözlü anlatılar çağından beri edilgen olmadı; dinlemek, okumak, izlemek bir etkenlik sürecidir. Öyleyse, ben onun Şehrazat’ın binbir sayfalık masal çerçevesine resmedilmiş hikâyesine niçin inanmayayım? Anlatıcı inandırıcı olabiliyorsa, ben inanmaya hazırım.
NEZİHE ALTUĞ – Romanlarınızın ve filmlerinizin ardında, kuşku götürmez bir araştırmanın varlığı seziliyor. Araştırmacılık ve yaratıcılık arasındaki ince çizgiye oturan eserlerinizi daima dengede tutuyorsunuz. Romanlarınızın ve filmlerinizin içinde daima biçimlendirilmesi gerekli kardeşler dünyasına bakıyoruz. İnsan şekillerinin gölgesinden oluşan ve benimizi onlara hayat vermeye, kurtarmaya davet eden bir arı kovanına bakıyor gibi bakıyoruz. Bu yaptığınızı, “hoş geldin, ey hayat! Milyonuncu keredir yola çıkıyorum, yaşantının gerçekliğiyle karşılaşmak ve ruhumun nalbandında soyumun yaratılmamış vicdanını dövmek için” diyerek kendini sürgüne gönderen genç James Joyce’un, Ulysses kitabındaki edebi alt benliği, aynı zamanda ilk ve yarı otobiyografik kahramanı Stephen Dedalus’a benzetiyoruz... Kaç gölge gizlediniz romanınıza? Zekeriya Efendi, Rüstem Efendi, Ali Raif kılığında hep aynı Rüstemler midir bunlar? Biri 109, biri 17, bir diğeri 40 yaşındaki Cengis (siz) mi? Hangisi diğerinin suretinde yaşamakta? Hepsi aynı kişi mi? Hikâyeyi kurgulayıp yazan Cengis Asiltürk aynı mekânda mı yazdı Suret’i? Yüz Kitabın Yüzü desek varoluşun ve hayatın çeşitli evrelerini, gelişen aşamalarını sembolize eden üç ayrı yolculuk mu demiş oluruz? Yoksa insanlığın evrimi mi? Siz neyi cilalıyorsunuz? Sizin deyiminizle, “bir kuru canımızı dolaştırıyoruz bu odalarda” diyerek neyi anlatıyorsunuz?
CENGİS ASİLTÜRK – Okuyucunun bir romanın kapağını açıp içine girdiği hikâye evreninde yaşayabilmesi için de onun olabilirliğine inanması gerekir. Örnek: Suret, 1800-1909 yıllarında geçer. Yüz dokuz yıllık o döneme, bir tarihçi kadar hâkim olduğumu söyleyebilirim. Dönemin kişi ve olaylarının, hatta dünyadaki gelişmelerin anlatı evrenine etkilerinin sağlanabilmesi için ciddi araştırmalar ve gözlemler gerekmiştir. Bilimsel makale ve kitap yazılırken konu derinine araştırılır, buluş yapılır, orijinal bir bilgi yaratılır. Peki ya, anlatılardan beklentimiz ne? İnsan roman okuyacaksa, film izleyecekse, buna zaman ayıracaksa, anlatının alımlayıcıyı zorlaması, değiştirmesi, ona başka dünyaların kapılarını açması, ona başka hayatlar yaşatması gerekmez mi? İnsanı salt oyalayan, salt eğlendiren, ama dönüştürmeyen anlatı olmasa olur. Bütün büyük sanat yapıtlarında, izleyen-okuyan ben/özne ya da sizin deyiminizle benmiz üretici/yaratıcı bir sürece girer. Okuyanı/izleyeni yaratıcı/etken sürece sokmayan bir filmi/romanı kulağından tut, burnunu yere çal gitsin! Stephen Dedalus ile James Joyce üzerinden Rüstem Efendi ile Cengis Asiltürk’e gelince; Genç Bir Adam Olarak Sanatçının Portresi romanında genç adam Stephen Dedalus, bu romanın yazarı olan James Joyce’un özelliklerinin birçoğuna sahip. Dedalus onun alter egosu olarak görülür. Joyce altı buçuk yaşında İrlanda’nın en iyi Katolik hazırlık okulu olan ve Dublin'in yaklaşık yirmi mil batısında yer alan Clongowes Wood College’a kaydoldu. Stephen Dedalus’ın romanda katıldığı kırsal kesimdeki okul! Joyce’un romanı yazarken kendi hayatından yararlandığını gösteren birçok ayrıntı gizli. Joyce, okuyucuya hayatında elde ettiği tüm başarıları övünmeden anlatmaya çalışır. Kendisini daha iyi göstermeye çalışmak yerine, hikâyesini Dedalus aracılığıyla anlatır. Kendi hayatındaki olayları, yazdıklarının temeli olarak kullanır. Kendi hayatına dair anımsadığı şeyleri anlatı materyali olarak seçmiştir. Ben mi? İşte epey zor bir an bu... Ben kendi yaşadığım bir olay, anekdot ya da serüveni yazdığımı sanmam! Bu yazmadım demek değil. Sanmam dedim. Zira emin olamam. Roman yazarken yaşantımla ilgili konulardan uzak durmaya özen gösterdim mi? Evet. Zaten bence, aslolan olanı aktarmak değildir. Büyük serüvenler yaşadım, evet... Günün birinde, onlardan yararlanabilirim... Birkaç yayınevi salt hayat hikâyemi yazmamı istedi. Belki öyle yazarım onu... Roman olarak yazmak istediğim hazır konular var. Önce onları yazarım. Rüstem Efendi’de ne kadar Cengis var? Var mı? Vardır her halde. Niye olmasın? Bilincimden, düşüncelerimden, dünya görüşümden, öyle şeyler olabilir. Yaşadıklarımdan sanmıyorum. Ölüyaprak Vuruşu’nu lisede yazdım. Bunu size söylemiştim. “Oradaki Özgür Güneyli sen misin” diye öyle çok soran oldu ki! O ben değilim! O bir başkası. Belki ben de bir başkasıyım. Ne ki, romana ve kendi serüvenime bakıyorum da; benim hayatım, Özgür Güneyli’nin yazılmış hayatı oldu neredeyse birebir. Böyle tuhaf bir şey geçti başımdan ve halen geçmekte...
NEZİHE ALTUĞ – Kitabınızda “ben duyduğu her lafı derhal görüntüye çevirme, gördüğü her resme derhal hikâye uydurma becerisine sahip şanslı insanlardanım” diyorsunuz. Siz zaten bir hikâye anlatıcısı olarak biliniyorsunuz. Suret’in konusu hem fotoğraf, hem sinematografi, hem de resim... Fotoğraf hikâyecisi her ayrıntıdan yeni bir fotoğraf elde eder. Sonra yeni fotoğrafın ayrıntılarındaki başka fotoğrafların peşine düşer. Aklından da sürekli, önceki fotoğrafa dönüp seçmediği kimi ayrıntıları görmek, önceki fotoğrafı tümüyle anlamak arzusu geçer ama seçtiği ayrıntıların sunduğu yeni fotoğraflar geri dönüşünü geciktirir. Bir gün ilk fotoğrafı anımsar ve bunu fark ettiği anda onun kaybolduğunu anlar. Yeni seçimlerin cazibesiyle bunu umursamaz. Bu yüzden hikâyesini anlatabilen fotoğraf hikâyecisine rastlanmamıştır şimdiye dek. Hikâye anlatıcısı olarak siz kendinizi fotoğraf hikâyecisi olarak da düşlediniz mi; yazı olmadan yalnız fotoğraflarla yaratılan serüvenlerin hikâyecisi olarak?
CENGİS ASİLTÜRK – Gizli Yüz filminde Zuhal Olcay’ın canlandırdığı karakter fotoğrafların yüzlerinde hikâye arar. Çok sevdiğim bir kişi, o karakter... Aramızda bağlar kurduğum biridir. Çocukluğumdan beri duyduğum sözü zihnimde görüntüye çeviririm. Gördüğüm resimlerin de hikâyesini kurarım. Böyle bir beceriye sahip olduğum için şanslıyım. Ama yanlış anlaşılmasın; bundan kendime ayrıcalık alanı yaratma derdinde falan değilim. İsteyen herkes yapabilir bunu. Suret romanının konusunu zaten bir kısa filmimin senaryosu üzerinde dekupaj (kamera açıları, kamera hareketleri, çekim ölçekleri) çalışması yaparken planladım. Senaryoda aksiyon, resim, görüntü, fotoğraf yazıyla tanımlanır. Yönetmen, dekupaj sırasında, yazının içindeki görüntüyü bulur. Benzer bir şey Suret’in varlık nedeni... Suretçiler Şahı Zekeriya Efendi, uzak diyarlarda gördüğü ve suretlerini çizilmeye değer saydığı kişilerin görüntülerini (gözlerini, ten renklerini, burunlarını, kaşlarını, saçlarını) sözleriyle tarif eder. Suret Atölyesinin ressamları da, bu tarife göre ilgili şahısların suretlerini yapar... İşte tüm bunlar, fotoğrafın yokluğuna (henüz yeterince yaygınlaşmamış olmasına), resim sanatının önemine, sinematografinin yaygınlaşacağına işaret eder; söz ve yazıyla işini yapan hikâye anlatıcısının yanındaki tarihi derin boşluğun, hikâyeyi görsel yolla anlatan yönetmenler tarafından doldurulacağını müjdeler. Ferdinand de Saussure, “sözcük ekrandır” dedi. Ben ona inandım: “Çekimler birer sözcüktür, kamera yaratıcı biçimde hareket ediyorsa bu sefer de çekim tümcedir, paragraftır, filmsel bölümdür, hatta film-yapının kendisidir” dedim. Kendimi salt fotoğraf hikâyecisi olarak düşünmem; ne ki, bütün görsellerin hikâyelerinin peşindeyim. Tuncel Kurtiz’in yüzündeki, Kaplumbağa Terbiyecisi tablosundaki, sisler içinde uğuldayan kentlerdeki, denizin üzerinde dinlenen devasa gemideki, anneannemin anımsadığım güzel yüzündeki, başka görüntülerin altındaki, yanındaki, ardındaki ve üstündeki hikâyelerin peşindeyim evet...
NEZİHE ALTUĞ – Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Pamuk kardeşlik duygusunu, Bedesten ve Alaaddin’in Dükkânı gibi kaybedilmiş bir geçişin bıraktığı izlerde aradı. Buralarda geçmişteki hayatlar, insanlardan gelen izler, nesneler anlamla dolu. Sizin anlamlandırdığınız nesneleriniz ya da yerleriniz hangileri?
CENGİS ASİLTÜRK – Çok güzel bir soru bu, harika; bu röportaja sığmaz. Bunu başka sefer, başka bir ortak çalışma içinde ayrıntılı konuşalım mı? Çünkü mekânlar anlatıda kendiliğinden anlamla dolu birer dil ögesi... Benim romanlarımda ve filmlerimde de mekânlar çok önemlidir. Albatrosun Yolculuğu filminde şairin annesinin tuhaf evi, Haydarpaşa Garı önemli mekânlardı. Bu filmde, Yılmaz Güney’in daktilosu, keman ve şeftali imgeleri önemlidir. Büyülü Gerçekler filminde önünde bıçak bileğilenen gecekondu mekân vurgusudur. Taşınması ayıplanan, varlık nedeni dışında kullanılan bir tabanca ve iki şemsiye öneli nesnelerdir. Suret romanında Suret Atölyesi, tablo deposu, Miralay’ın konağı, Bursa Muradiye’deki şu otel binası kendi başlarına geçmiş yaşantıların izlerini taşır... Ölüyaprak Vuruşu romanında, derebeyi konağı ve Dipincisi çok önemli mekânlar. Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanında Sunada, büyük konak önem arz eden mekânlar. Tilki postu ve ailenin soyağacı defteri önemli nesneler. Muleta veya diğer adıyla Kırmızılı Orfel romanında, köpeğin yaşlı kadını parçaladığı bağ evi, çoğu eserimde var. Arkasında Kızkulesi kabartması olan gümüş saplı aynanın kırılması ise, Günay Diker’in bütün hayatının özeti gibidir.
NEZİHE ALTUĞ – Başkalarını anlamak diyoruz; kendi hayatına bu kadar boğulmuş bugünün insanının başka hayatlara, öykülere, anlatılara ilgi ve sabrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani şu çok kanatlı iletişim ağı, üzerine çullanan eşsüremli hız ve verim beklentilerini düşününce; okurlarınız, öğrencileriniz ve seyircileriniz değerlerinizin farkında mı? Siz hak ettiğiniz yerde misiniz? Beklentileriniz neler? Biz okurlara yeni yaratılarınızda neyi müjdeliyorsunuz?
CENGİS ASİLTÜRK – Daha kendisini anlatmadan bile onu anlamanızı bekliyor ulu efendiler, hanımefendiler. Bu tür insanlar hastalıklı, travmaları var. Kendilerini fazla önemsiyorlar. Yaşı otuzun üzerine çıktı mı, bunalıma giriyor. Zira geçmişte fazla şımartılmış. Eh! Birileri kahrına katlanmış! Anladık! Ama bunun nedeni vardı! O neden yok artık! Bizim kuşağın temel sorunu bu işte! Prezervatif ve doğum kontrol hapı sayesinde seçilmiş az sayıdaki çocuk! Doğacakları mevsim, ay, hafta belirlenmiş! Ebeveynlerimiz bizleri şımartabilecekleri kadar şımarttı. İşte o dehşet verici özgüvenin nedeni! Prensler! Prensesler! Bunların hepsine, başkalarının yaptığını küçümseme tavrı hâkim! Onu kendi de yapabilirmiş hissi! Hadi buyur, üçlük atan basketbolcu gibi bir üçlük görelim! Buyur, kameranın önünde Fikret Kuşkan kadar oyna! Bedri Baykam ol da görelim bakalım! Boş bir kafayla kırklı yaşlara gelmiş, hayatımı yazsam diyor! Allahallah! Kim ne yapsın tıkınma, haz, boşaltım, hedonizm üzerine kurulu hayat hikâyeni? Mahvolmuş, haberi yok, anlaşılmayı bekliyor. İnsan birini anlamak isterse, böyle bir ilgi, merak oluşmuşsa, o kişi zaten talep edilmeden anlamak ister, arar, sorar, ilgilenir! Neyse! Kimse kendi hayatına boğulmuş falan değil! Herkes keyfi nasıl isterse öyle yaşıyor! Bana zaman ayırmayanlar, bana zaman ayırmak istemiyordur. Böyle bakmak gerekiyor ilişkilere... “Beni anla! Beni anla! Beni anlamıyorsun!” Kimilerinin birilerinin tepesine dikilip onun kendisini anlamasını talep etmesi ne tuhaf! Hatta görgüsüzlük. Niçin birileri kendini bu kadar önemsiyor? Anlaşılacak tarafı var mı bunun? Anlaşılmaya değer bir tarafı olsa, o güne kadar birileri anlardı her halde! Kimsenin kimseyi anlama vazifesi yok. Kişi nasılsa öyle dâhil olur başkalarının hayatına! Benimsenir ya da benimsenmez. “Beni anlamıyor!” İlgiyi, sevgiyi ve anlaşılmayı hak etmemiz gerekmez mi?! Hastalıklı bir durum bu! Neyi anlayacağım? Neyse, biz şimdi sorunun ikinci kısmına bakalım! Hak ettiğim yerde miyim, bunların üzerine hiç düşünmedim. İnsan önce şu elimde bulunanları hak ediyor muyum diye düşünmeli. Benim hedefim, okur-yazar durumdaki insanlara ulaşması yazdıklarımın. Onlara da ulaşıyor... Sanatla uğraşan insanların sızlanmaları benim hiç hoşuma gitmiyor! Döktükleri emekten ve alın terinden dem vurmaları... Kimse bizden film çekmemizi, roman yazmamızı, resim yapmamızı, tiyatroda oyun sahnelememizi, heykel yontmamızı talep etmiyor. Bu konularda ben müsterihim! Bunları kişiler kendi istekleriyle yapar. İnsanları rahat bırakmak gerek! Bizi seven sever, sevmeyen sevmez! Romanlarımızı okuyan okur, okumayan okumaz! Filmlerimizi izleyen izler, izlemeyen izlemez. Tercihlere saygılı olmak gerek! Şimdi, şu sıralar; Karnavalın Ortasındaki Adam - Ünsal Oskay Romanı başlıklı romanımı yazıyorum. Sekiz on yıldır araştırmasını yaptığım bir roman...
NEZİHE ALTUĞ – Sosyal medyada Story 24’ler gibi an’da yapılan şeyler akıl almaz biçimde arttı. Harika paylaşımlar! Korona günlerinde yaşanan kriz nedeniyle herkes sanata sarıldı. Her şey verilere dayalı! Bu, paylaşım ortamını en önemli olgu haline getirdi. Bunlar, karakterimizi derinliksiz bir şekilde çizmeye itiyor galiba. Başka öyküleri okumaktan çok “kendi öykümüzü yansıtma” stresi yarattı. Hayatımızı kurgu dâhilinde naklen yayınlarmış gibi yaşıyoruz. Bunlar okuyucu, dinleyici, alılmayıcı oluşumunu etkiliyor mu? Bu platformlarda sanatçıların ürettiği değerleri kayboluyor diyorlar. Ben tam aksini düşünüyorum. Böylece sanatçılarımızla birlikte yaşadığımızı düşünüyorum. Düşünceme katılıyor musunuz?
CENGİS ASİLTÜRK – Ben yazılarımı okunsun diye yazıyorum. Onların okunduğu mecra da önemli ancak çok da önemli değil. İnternetteki bir hikâyemin bir günde beş bin kişi tarafından okunduğuna tanık oluyorum. Ama dünyanın son günü bile, bir kitabın kapağının açılıp metnin oradan okunmasının verdiği keyfi internet veremeyecek. Kitap okumak, ritüelistik bir durum! Düşünsene, Kitap Okuyan Adam tablosu ve düşünsene Kitap Okuyan Kadın tablosu! Görüntü, çok şeydir...
NEZİHE ALTUĞ – Kitaplarınızda geçen şu; Zihin Bulanıklığı, Unutkanlık ve Zihin Arınması, Gelenek, Klişe, Taklit ve Buluş, Sır Tutmanın Temelleri, Zamanın Suda Uyuması, Zamanın Demirde Uyuması, Zamanın Toprakta Uyuması, Zihin Işıması, Buluşların Ruhu, Hatıralara Övgü, Bugüne Övgü, Geleceğe Övgü gibi adlandırmalar bize neyi anlatıyor?
CENGİS ASİLTÜRK – Nezihe Hanım size çok teşekkür ediyorum. Şu alıntıladıklarınızı daha yazarken, “bir tek kişinin bile zihninde yer bulsun, bir tek kişiyi bile düşündürtsün, benim için bir büyük zafer bu” demişimdir. Bunları açıklamayacağım, çükü yazılış amacı salt çağrışımlar yaratmasıydı. Çağrışımlar, anlaşılanlardan çok daha kıymetli. Okuyucu anlamak istiyorsa, bir anekdot üzerine düşünüyorsa, kendisi anlamlandırıyorsa yazar işte o zaman sanat eseri yapmış olur. Sıradan yazarlar her şeyi açıklama derdindedir, her şeyi anlatır, tamamen yönlendirir.
NEZİHE ALTUĞ – Yüzümüz birden fazla özelliğe sahiptir. Mükemmel simetri, güzelliğin en temel özelliği değildir. İnsan Suretinin Simetrisini siz nerede kullanıyorsunuz?
CENGİS ASİLTÜRK – Estetik konusuna girmeyeceğim bile: Güzellik kavramı, çağdan çağa, toplumdan topluma, kültürden kültüre, dönemden döneme, kişiden kişiye değişir... Güzelliğin tartışılma sınırları bu kadar olsa, değil de, olsa bile, insan suretinin simetrisi üzerinde biz nasıl uzlaşabiliriz ki? Ama böyle bir ders var Suret Atölyesi kurumunda. Koymuş adamlar... Belki de Suretçiler Şahı Zekeriya Efendi, bu dersi bir hakikate, böyle bir simetri üzerinden hakikate ulaşamayacağımızı kanıtlamak için koydu. İroni yaptı belki! Böyle bir okulda böyle bir dersin müfredatını birilerine danışarak yapacağını sanmıyorum öyle bir adamın. Ortaklaşa kararlar da zaten çoğu zaman işin çuvallamasına neden olur, yarar sağlamaz. On orta zekâlı kişidense, bir zeki kişi evladır benim için... Neyse... Suretçiler Şahı Zekeriya Efendi, şunu kesinlikle çok iyi biliyordu: İnsan suretinin simetrisi tartışıladursun, aynı insanın yüzünün şu anlık durumları var bir de. Anbean değişen yüzler... Benim üzerinde durduğum da bu! Yeni romanımda Ünsal sevgilisinin suretinin, hangi açıdan (sağdan mı soldan mı) daha güzel olduğunu bilen adamdır. Bunu bilen tek insandır. Kızın ne kendi ne babası bilmektedir bunu! O suretteki anbean oluşan anlamlar, mimikler, duygular... Bunu gören, bilen ya da buna özenen adama “beni anla” diyen biri ne anlar suretten, ne anlar simetriden? “Ben sana, bir kitabın yazıyla yapılmış tasvirindeki sureti okur gibi baktım” der, Ünsal. Ne iyi ki, oradaki kadı, bunu anlayabilecek kadınlardandır. Rastgele insanları da sevin, bu iyi olur, ancak rastgele olduklarının farkında olamayacak kadar rastgele olan şu insanları nereye kadar sevebilirsiniz? İşte bunun üzerinde düşünülmeli biraz!
NEZİHE ALTUĞ –Suret romanının Hayyam’a Benzer bölümünü Bir Kadeh Şarap Bir Kadeh Aşk şiirinden seçtiğim dizeleriyle üç yönlü anlattım: (1) Şu serviyle süsen neden dillere destan? /Neden hep onlara benzetilir hür insan?/ Birinin on dili var boşboğazlık etmez/ Ötekinin yüz eli var el açmaz ondan. (2) Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz/ Kuklacı Felek usta kuklalar da biz/ Oyuna çıkıyoruz birer ikişer ikişer/. Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz/. (3) Leyla isteyen kişi Mecnun olmalı/ Kendinden de dünyasından da geçmeli / Sevenlerin sofrasına çağrılınca/ Ben körüm ben dilsizim demeli. Bu üç bölümle Hayyam-Suret bağını gözler önüne sermek istedim. Bu bağı yakaladığımı düşündüm. Ne dersiniz?
CENGİS ASİLTÜRK –Benim peşinde olduğum tüm Hayyam şiirsilerinin mistik görselliği ve bunların Suret’in kasvetli atmosferine uygun olmasıydı. Bu soruyla ilgili daha ayrıntılı görüş geliştirmeyeceğim. Sizin sorunuz zaten söyleyeceklerimi içinde taşıyor. Tebrike derim, harika bir soru gerçekten de...
NEZİHE ALTUĞ – Sizin için önemli olduğunu bildiğim Andrey Tarkovski’nin, Stalker filmi başta olmak üzere filmlerinin önemli temalarından biri inanç... Buradaki inanç kavramı, orada aradıklarını bulacaklarına inanarak odaya doğru yolculuğa çıkan kişilerin inancı aslında! Aynı zamanda Stalker’ın temelinde bilgi-kişilik kavramlarının sorgulaması yatar. Kişiler, Bölge’nin etkisiyle değişir. Odaya girdikleri zaman neyle karşılaşacaklarına dair en ufak bilgileri yoktur. Böylesi entelektüel birikim, bilgi, göstergeler açısından çözümleme gerektiren filmler izlemek ön hazırlık talep eder. Talep ettiği anlamaya açık gönül ve akıldır. Sanat eseri ile ilişkiye giren hayatın, dünyanın, insanın her seferinde kendi ruhsal durumuyla bağlantılı katmanını keşfeder. Bunu hakkıyla yapabilmek için de sanat eseri ile kişi arasındaki perdelerden mümkün mertebe kurtulmak hayati önem taşır. Suret ile Stalker aynı derdin peşinde. İleride Suret filme çekmeyi düşünür müsünüz?
CENGİS ASİLTÜRK – Andrey Tarkovski çok özel bir zihin... Bir kere o şiirden besleniyordu. Şiirle kan bağı kuramayan hiç kimse büyük sanat eseri üretemedi... Bunun tarihte örneği yok... Andrey Tarkovski, her şeyden önce Arseniy Tarkovski’nin oğlu. Arseniy Tarkovski önemli bir şairdir. Ayna filminin şiirleri de kendisine aittir. İnanç, şiir kadar özel bir insanlık durumu tabi! İnsanları oyalama aracı haline getirilmiş inanç sisteminden söz etmiyorum... Ben inançtan söz ederken insanın ile mutlak olanın saf ilişkisi üzerinde duruyorum: İnsanın varoluş, evrende bir yer kaplama, yeryüzündeki serüvenini sürdürürken saflığını yitirmeme anlayışından söz etmiş oluyorum. Stalker filmindeki arayış böyle bir şeyin karşılığı... O filmi anlamanın, anlamak da önemli değil duyumsamanın gereği hazır bulunmuşluk olabilir. Karşılaştığınız anda işte dersin bazen; bu bir insandır, bir romandır, bir filmdir, yaşayabileceğini hissettiğin bir yer de olabilir. Bu, derslerine iyi çalışırsan varabileceğin (ulaşabileceğin) daha doğrusu bağ kurabileceğin bir şey de değildir. Özel bir durum! İki sevgilinin aynı rüyayı görmesi gibi; iki rüyada da, ikisinin birlikte bulunması... Birçok rüya görürüz... Benim rüyamda o vardır, kendim orada değilimdir. Onun rüyasında ben varımdır, kendi orda değildir. Stalker ve Suret ile karşılaştığınızda sevgili aynı rüyada olduğunuzu hissedersiniz ya da birinden biri orada değildir.
NEZİHE ALTUĞ – Çok teşekkür ederim...
CENGİS ASİLTÜRK – Bu harikulade sorular ve emeğiniz için ben çok teşekkür ederim.