Dünya çıplak mı gerçekten? Yoksa insan sorunsalının kararttığı, sararıp soldurduğu, soğumaya yüz tutmuş lanetli bir gezegen midir anlatılmaya çalışılan? Bence hepsinin toplamı gibi duruyor küresel sevgisizlik sonucu yaşananlar seyri.
Esra Sağlık, ilk kitabı Dünya Çıplak Sarıl Biraz’da⃰ ısrarla bir yabancılaşma vurgusu yapıyor dizeler arasında.
Kişilik çizgilerimizi benzeştiren bu külrengi ortamda, “al bu kırık kanatları / uçmayı öğren” (s:11) diyebilmek büyük cesaret doğrusu! Aynı zamanda sıcakkanlı bir başlangıç saymalı söz konusu dizeleri. Hele “göğsümde işleyen saatin şarkısını / öpüyor dudaklarım” s:11) memnuniyetinde gizlenen yaşama koşullu bir göğüs saati var ki dillere destan! Aklıma Edip Cansever’in, “bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda / Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor” diyen Yerçekimli Karanfil’i takılıyor ister istemez. Uçsuz bucaksız bir yaşama sevinci yayılıyor iki şiir arasında. Geleceğe kulak verenin o tıkırtıyı duyması gayet olağan.
Her taze başlangıç acılardan, yenilgilerden kaynaklanan bir sonucun işaretidir. Şairin taşkın hüznünü deşmeye çalıştığımızda daha yakından görürüz olup biteni. Örneğin, “sesimde kuyu/kuyumda ses” (s:14) belirteci içsel bir hesaplaşma içinde olduğunu sezdirir derinliğine. Buradan hareketle, “sevgilim yedi kere üflüyorum yüzüne aşkı / aşk ki soluğumda demir leblebi” (s:12) gibi umarsız durumlara düştüğü de görülür. Umarsızlık da insana özgüdür elbet. Gerek geri çekilmelerde, gerekse türlü kaçışlardaki ürküye baktığımızda, insanı aslıyla barışık olmaya iten doğal bir tepkimeyle karşılaşırız. Çünkü herkes gizli-açık yaşamın tanığıdır az çok. Kadınsa daha ağır tanıktır cinsine biçilen değersizlik gereği. Uçurum ağzı tutunmaya çalışır. Bezginliği yer yer sabrını, direncini aşar, beklentilerini tersine çevirir. Sanırım buna benzer bir kırılganlıktan üremiştir aşağıdaki dizeler:
“tanığıyım suya kırılan renklerin
damlarken kâğıda kan mürekkebi
kalbim kazanma bu zaferi
sonrası yok…” (s:15)
İsterseniz “sorası yok”un profilinde birazcık gezinelim. Dediğim gibi düştü düşecek uçurum ağzı yaşantısı içinde çırpınan bir kadın var, içsesiyle baş edemeyen. Daha doğrusu içsesini bastıramayan… Kötülük, olumsuzluk boyu aşıyor. Düş hesabına vurulacak, hayalhanesine yazacak hiçbir şey kalmamış sanki:
“koynunda kin taşıyordu kadın
hoyrat semiz ve siyah
kadın antik bir şehir
boynundaki öfke dinmez nehir
yenniyetme tiksinme çakılı gözlerine
biraz ölüm birazcık kıyım” (s:18)
Tam burada çokça durmak gerekiyor. Kadınlığın geçmişine ait öyküler pek iç açıcı değil. Babaanneden torun kıza uzanan işaretler oldukça kötü. “gözünde yeşile küsmüş / küfün ışığı duruyor / hafızasını acıyla seyrelten kadın” (s:19) görünümünün devamında, aynı yazgıyı işleyen işaretler buluyoruz. Durduk yerde küflenmek, paslanmak, lekeli kumaşlar giyinmek, tabut sandıklarla anılmak, ateşle buz arasında kalmak gibi olumsuzluklar, değişmeyenin yazgısı olarak yansıyor her aşamada. Şairin, “tanı beni / bilmediğim sezgiyle / dağımın çiçeği” (s:19) şeklindeki seslenişi bir umut kırıntısı yaratıyor sadece.
Kadınlık acılarının izinde birden insanlık acılarında buluruz kendimizi. Acının merkezi gibi bir şeydir bu. Gök Ekinlerin Biçildiği Bahçe’de, erken ölümlerle soldurulan süreğen bir mutsuzluk hüküm sürer. O bahçe insanlık bahçesidir ne yazık ki. Ancak orada herkesin boynu bükülü, geleceği belirsizdir. “ölümün sırasını bozar savaş” (s:21) gerçeğinde vahşetin ve dehşetin sınırı yoktur. Özellikle çocuklarla kadınlardaki görüntüler endişe vericidir. Oysa “buğdayı sevgiyle devşirir kadınlar / dünyanın yaması olur barış / gül de düşer dijital zamana” (s:21) iyimserliğiyle utanç çağına meydan okunur. Buna karşın kent çukurundan yansıyanların özeti çekilir gibi değildir:
”insan acılar müzesi
kentlerin belleğine
‘gök ekinlerin biçildiği’ bahçede
çiçeğimden utanırım” (s:21)
Az önce “kent çukuru” olarak nitelediğim “ acılar müzesi”yle ilgili çıkmaza sürekli eleştirel gözle bakar şair. Daha doğrusu ilişkiler sarmalında bir kördüğüm olarak yaklaşır. Bunun örnekleri bayağı çoktur. Örneğin, Derviş Zaim’in Devir filmine atıfla yazdığı aynı adlı şiirde dile getirdikleri yangın yerinden farksızdır. Öyle ki kentle incinen kadın yüreğini her yanıyla duyumsayabiliriz şu dizelerde:
“mezarlar parsellendi tenime çarpa çarpa
ilerleyen şehir. beni sadeliğimden vurdu karmaşa
annelerin kalbi sıvılaşsın istedi
gizleri maskelere yeğleyen yanım” (s:22)
Kent sorunsalı başlı başına bir kırılma oluşturur kitap boyunca. Altını önemle çizdiğim Van Gogh’un Kesik Kulağı başlıklı şiirin bir yerinde, “kozmik şehirleri türkülerle seyrelttim / her gün harften tırpanla biçtim yaşamı” (s:27) diyerek, kırsallığın esintisi ile ayakta durmaya çalışır. Aynı şiirin son dizelerinde ise ünlü ressamın cinnetine benzer beklenmeyen bir sona tanık oluruz:
“yaşamı güzel gösterecek camları yok binaların⃰⃰
ölüm unutuldu televizyonda
yanlış çizdim haritamı
sesler uzaklaştı
masamda van gogh’un kesik kulağı” (s:27)
Unutulan ya da göz ardı edilen, doğasından, benliğinden kopartılan bizzat insandır. Tek tek yabancılaştırmanın oluşturduğu yığınların oluşturduğu kentlerse duyarsızlığın merkezi gibidir. Kim kime dum duma, selamsız sabahsız bir yaşam tarzı şekillenir zamanla. İşte, şairin –birey adına- tüm çırpınışı bu noktada başlar. Kentte aradığını bulamayınca kendini doğayla, geride bıraktığı o yemyeşil zamanla sağaltmaya çalışır. Artık ‘teknolojik mutsuzluk’mu, yoksa ‘dijital mutsuzluk’ mu dersiniz, orasını bilemem; ancak ‘taştan yara’ içinde betonla yoğrulan her şeye karşı gizli bir öfkenin kalıba konulduğundan söz edebilirim. Sözü yine kentlerin vurdumduymazlığına getirirsek, şunları söyleyebiliriz, betonarme katmanlara karışan sanal ilişkiler aymazlığında:
“her şehir bir dağa dayanır
koparır hüznün saçlarını
ve her şehir içinde taşır
ödünç aşklarını
biz dağlara hasret
içimizde taştan yara” (s:33)
Sanki şiirler birbirini izliyor gibidir. İnsanlık yarası olarak sembolize ettiğim ‘taştan yara’nın açılımına erişmek isteyenler için Şehrin Temizliği şiiri doğru bir adrestir. Çift bakışlı bir analiz içinde verilir gelişmeler. Bir yerde dıştan içe, içten dışa gezdirilen bir kameranın gözü yaşlı karelerinde birbirinden ilginç ayrıntılar yakalarız. Yer yer geriye dönüşler de olur. Öncelikle yüzyılımızın insanını özetleyen şu dört dizeyi değerlendirmekle başlayalım işe:
“ah insan…
koşturuyor kalbinde sol gözü seğiren atlar
yağmura ait olduğunu bilmiyor
saçaklar altında kalan damlalar” (s:35)
Burada insana özgü renkler silinmiş durumdadır. Bir durağanlık, bir matlık egemendir görünüşte. Gemi azıya almış atların dört döndüğü bir iç dünyadan söz edilse de yağmur-damla ilişkisinden dış dünyaya açılamayan, hedefsiz, amaçsız bir ruh hali yolumuzu kesmektedir olanca ıssızlığıyla. Sevgisizlik ve iletişimsizlik gibi etmenler yaşamı teslim almaktadır. Bir yerde kent tutsaklığıdır ima edilen. Kör Kuşlar şiirindeki kısa “ömür ıslığı” kent çukurunda çamurlara saplanmış, sesini, kimliğini yitirmiştir. Böyle bir ortamda sık sık yinelenen “ben destancı değilim” umarsızlığı, tanımsız acılar karşısında dilleri lâl bir çırpınışı ifade etmektedir:
“ben destancı değilim
şehirler elleri kirli çocuk
birer acemi avcı…
artık neyinizden vurur bilmem
taş gibi kıpırtısız
boşluk ve kuytu…” (s:35)
Dahası ‘kentler’ vurgusuyla çağı tümüyle kötülük götürmektedir. Bu bağlamda “göğün daralması, denizin susuz kalması” gibi -vurdumduymazlığımızla yaşıt- olasılık hesaplarını artıran küresel ısınma göstergeleri doğrultusunda bir kıyamet senaryosunun yürürlüğe konulduğundan söz edilebilir:
“betonlaşıyor kötülük
şehri parselleyen patronlar gibi
nasırlaştı kalbimiz
kim yayacak kentlere karanfil kokusunu” (s:38)
“gök daralıyor
hangi çiçek feda edecek neslini
deniz susuz kalınca
kim bağışlayacak göğsümdeki çölü” (s:38)
Asıl yıkımı ise “bu çağın dilini bilmiyorum / uyandırdım bahçemi” (s:38) dizeleriyle çığlığa dönüştürür şair. ‘Bahçem’ dediği yeşillikler toplamı her şey (içimizin yeşilliği de )buna dâhildir). Ardı sıra dil ekseninde, “yalnızlık ölümden büyük / sığmaz mezara / bülbülü uçtu bahçelerin / boşluğumda gül ölüsü” (s:39) yakınmasıyla varoluşun kımıltısı sayılan sesçil bir çekirdeğin yitirildiği duyurulur.
Eski dilin bittiği yerden yeni bir dil başlatma ya da eldeki ipuçlarıyla eski dile ulaşma gayretlerinin tümü “arayışın dili” olarak özetlenebilir. Özünde insanın, sonuçta geniş anlamda insanlığın geçmişidir aranan. “Hüznü örgütleyen ezgiler”de böyle bir amaca kapı aralanır. İrili ufaklı her yenilgi gözden geçirilmek üzere bellek arşivinde özenle biriktirilir:
“ayağımın altına almadığım şehirler var
adını bilmediğim çiçekler
arayışın dilini öğreniyorum geceden
hüznü örgütleyen ezgileri” (s:42)
Bireysel değerlendirmede varoluşa açık bir kapıdır hüzün kapısı. Derinliğimizi ancak iç aynamıza bakarak ölçebiliriz. Varoluşsal kaygı, özgürlük/eşitlik sorunuyla eşitlenir böylece. Sıfır noktasında sorguladığımız her ayrıntı bizi biraz daha kendimize yaklaştırır; üstümüzdeki ölü toprağını savurarak benliğimize, kişiliğimize, hatta aidiyetimize geri döndürür. Bir kuşun özgürce uçmasının yalınlığı, tanrının unuttuğu doğal bir çözümdür:
“her insan kendi derinliğince
her kuş kendi kanadınca özgür
tanrım!
kuşları
dünyanın yarasına sür...” (s:44)
Böyle bir çözüm yaşama doğru bakmaktan ibarettir aslında. İç aynamızla dış aynamızın dengesidir bizi ayağa kaldıran. Teslim alınmış, uyuşturulmuş duygularımızı harekete geçiririz yeniden. Şair buna “Kalbin Şiire Girişi” demiş kestirmeden. Ne güzel bir terapi yöntemi!.. İnsanın kendine gelmesi gibi bir şey!.. İki dizeyle örtüşen büyük yanılgıyı da ekleyelim bu hesaba. Ekleyelim ki hüznün gizi kendiliğinden çözülsün:
“dünyaydı tanrı’nın bilmecesi
bütün cevapları saklı” (s:53)
Kalp ehlinin vicdanına değen her şey ayan beyandır. Hiçbir art niyet gözetmeden empatiyle kucaklar ötekini. Çıplak dünyayı sarıp sarmalayacak denli upuzundur kolları. O çıplaklıkta görünmeyeni görür, duyulmayanı duyar. Sözgelimi, “eksik çocuklar gördüm / içimin bozkırında / üvey gülüşlerden geçtim...” (s:56) gözlemi oldukça nettir. Hatta kalbini biraz daha ileriye taşıyarak, “çağımla yarışıyor kalbim / sesinde doğulu bir tını” (s:57) dediğinde, acının kaynağına ulaştığımızı duyumsarız. Eksik çocukların yanı sıra ortaya çıkan Eksik Deniz’de, “ah mutsuz iyileri iliştirdim / yaşamak döngüsüne / her insana ağaç ismi verdim / sığınsınlar diye kovuklarına” (s:58) şeklinde bir terapi öngörülür.
Bu gelişmeler ışığında ilginç bir buluş sayılan “varoluş gülü”nü merhem yerine her yaraya çalabiliriz çekinmeden. O gül ki tartışmasız aşkla var eder kendini; “aynam kırıldı / bileklerimi seninle kesiyorum” (s: 41) seslenişiyle bir ruh ortaklığı yaratır dar zamanda.
Eksik kalan her yanımızı dil sıcaklığıyla tanıştırmanın diğer adıdır belki “Dünya çıplak sarıl biraz” diyen sese kulak vermek ve o sesin geldiğini yöne doğru koşar adım yürümek!..
İnanın, yazılmamış şiirler toplamını da içeren bir yolculuktur bu! Ondurur, onarır, yaşama sevinciyle doldurur içinizi. Özellikle hüzün ortaklığı bağlamında, “bu asır ağlamaklı / kurdu kuşa dağı dağa kırdıran / kimseler bilmez / benim içim kırık bir dağı taşır” (s:63) diyen çırpınışın utancını koyacak yer bulamayız kararsız kaldıkça.
Esra Sağlık’ı bu yalın çağrısından dolayı kutluyorum.
⃰ Dünya Çıplak Sarıl Biraz – Esra Sağlık, Çalakalem Yayınları, 1.basım, Ocak 2021
⃰⃰ Charles Baudelaire