HER ŞEYİN SÖYLEŞİSİ : 3 Gökhan Arslan’la Bozuk Oda


Gökhan Arslan’la Bozuk Oda'yı konuştuk

Gökhan Arslan 1979 İzmir doğumlu. Bütün çocukluğu ve ilk gençliği bu şehirde geçmiş. 90'ların sonunda çeşitli fanzinler çıkartmış, etkinlikler düzenlemiş. Sonrası biraz da göçer bir hayat olmuş. Önce Kocaeli, sonra İstanbul, ardından kısa süreli bir Ankara ve yeniden İstanbul. Ama kendini bildi bileli bir şekilde edebiyatın içinde. 1996'da ilkine katıldığı Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü'nü 2010 yılında Yaraya Tutulan Ayna isimli dosyasıyla aldı. Ardından Babam Beni Niye Öldürdü? (2011), Güzel Hastalık (2013) ve Bozuk Oda (2017) kitapları yayımlandı. yeniyazı dergisini çıkaran ekipte yer aldı. Güven Pamukçu'nun çıkardığı Akköy dergisinde uzun yıllar editörlük yaptı. Halen Çağla Çinili ve Tunca Çaylant'la birlikte Ecinniler gemisini yürütmekte. 17 yıldır İstanbul'da yaşıyor. İki oğul ve bir kedi babası.

"kuduzotu kokladım, pirinç ayıkladım dağlara baktım

denizin kabuğunu kaldırdı bir oltanın iğnesi"

                                ("aşk hiç kişiliktir"  s. 15)

"ağzının içinde daha yeni uyanmış incir"

                                ("ağaç okulu", s. 18)

"dudaklarım rahatça dolaşsın diye karnının üstünde,

günlerdir kendimle bile konuşmuyorum."

                                            ("bahçe haritası", s. 20)

"bağ bıçağıyla kestim tırnaklarını, saçlarını tırmıkla taradım.

bezelye ayıklar gibi soydum seni, yasemin sabunuyla yıkadım."

                                             ("bahçe haritası", s. 22)

"sırtına gelince duraklıyor yıllardır bekleyen tren gibi

bekliyor şarkılar, yosunlar, bir atın seğiren bacakları"

                                              (‘sorular kitabı’, s. 28)

Bahtiyar Kaymak : Doğa ile arasındaki ilişkiyi hayranlıkla betimleyen şairin şiirlerini okudum Bozuk Oda'da. Seni derinden esinlendiren yeryüzü manzaraları, küçük parçalar halinde canlanıyor, adeta nefes alıyor şiirlerinde. Kalabalık ancak yaratıcı bir ahenkle başat rol üstlenen doğa ile arandaki bağı ve doğa ile şiirlerindeki yakınlığı anlatır mısın?

Gökhan Arslan : Doğayla iç içe geçen bir çocukluğum oldu. Köyde büyümenin benim üzerimde bıraktığı en büyük iz doğayla kurduğum ilişkidir diyebilirim. Ama bundan da öte, doğaya dair birçok şeyi babaanneme borçluyum. Babaannem otlarla, ağaçlarla, çiçeklerle ve hayvanlarla çok sıkı ilişki kuran, onların dilinden anlayan ve kendince onlarla söyleşen, insana ne kadar değer veriyorsa insandışı varlıklara da o kadar değer veren biriydi. Hatta zaman zaman onun için insandan bile daha öndeydi diğer varlıklar. Benim üzerimde bu yönde yoğun bir çabası olmadı belki. Fakat çocukluğum boyunca şahit olduklarım beni de ister istemez doğanın içine bırakıverdi. Ondan duyduğum her şey, yaşamımın önemli bir parçası haline geldi. Onun bitkilerle ve hayvanlarla kurduğu ilişkiyi gördükçe benim dünyam da katlandı ve doğanın nasıl mucizevî bir varlık olduğunu anladım. Çocukken karaladığım şiirlerde ya da ilkokuldayken yazdığım kompozisyonlarda doğa hep başrolde oldu. Elbette çocukça şeylerdi bunlar. Fakat zaman geçtikçe, büyüyüp hayatın ve şiirin içine daha fazla yerleştikçe, biraz da köyden/taşradan uzakta yaşamanın getirdiği sonuçlar doğrultusunda, doğa benim için hep dönmek istediğim bir mekâna,  kendimi tamamlamak istediğim bir yuvaya dönüştü. Edebiyatla uğraşan biri de sanırım özlemlerini ve hayallerini en çok yazdığı metinlerde dile getirir. Benim yazdıklarımda da doğal olarak tabiat kendine geniş bir yer buldu her zaman. Bir de işin öbür yani var tabi. Tam anlamıyla doğayı yok etmeye çalıştığımız, hayvanları zulümden geçirdiğimiz, kendimiz haricinde her şeyi ötekileştirdiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Yaşamımızı borçlu olduğumuz doğa, hırslarımız nedeniyle can çekişiyor. İlk kitabım Yaraya Tutulan Ayna'da bir dize kurmuştum, "türkiye çöl olsun!" diye. Artık öyle bir noktadayız ki beton yerine çölü tercih eder konuma geldik. Şiirlerimde doğaya ağırlık verirken biraz da bu konuda farkındalık yaratma derdindeyim aslında. Yani doğayla kurduğum ilişki hem çocukluğumla hem de bugünle alakalı.

"vadimiz o kadar da yeşil değildi, evlerimiz tek ayak üstünde

hakkı yenmiş eşyaları yasını tutmak düşüyor payımıza

intihar sigortası yaptırıyoruz, yer değiştiriyor içimizde taşlar

ispirto alevinden yangınlar kuruyoruz, ah romantik romatizma"

                              ("borges dili ve edebiyatı", s. 53)

“Bozuk Oda”nın senin bildiğin özgün bir anlamı mı var? Kiler gibi, depo gibi ya da kapatılmış,   kullanılmayan oda gibi bir şey mi?

Aslında bana en çok sorulan sorulardan biri bu. "Bozuk Oda"nın iki anlamı var. Birincisi şu: Çocukların ulaşmasını istemediğimiz nesneler vardır hani. Tüfek, bıçak, testere, tarım ilaçları, böcek zehirleri vs gibi. Ege'de (ki Batı Karadeniz'de de rastladım buna) bu tür nesnelerin saklandığı odalara "Bozuk Oda" denir. Bizde çok sık kullanılan bir terimdir bu: "Bozuk odaya girme, bozulursun." Niye bu adı vermişler hiçbir fikrim yok esasen. Babaannem bir sürü eşyasını bozuk odada saklardı. Testilerin ya da küplerin içinde çeşitli ilaçlar ve terkipler olurdu. Kavanozlarda macunlar, merhemler, bitki özleri, zehirler… Doğal olarak babaannemin izni ya da refakâti olmadan bozuk odaya giremezdik. Bu nedenle, bozuk oda bende gizemini koruyan bir kavram olarak kaldı hep. Zamanla her insanın bir bozuk odası olduğunu ve o odada çeşitli sırlarını, yaşanmışlıklarını ve hayallerini sakladığını düşünmeye başladım. Terimin ikinci anlamı da burada ortaya çıktı zaten. Bozuk oda benim için aynı zamanda insan vücudunun kapalı odası, yani kalp demek. Herkesin kalbinde sakladığı binlerce şey var. Bazen o kalbi, o odayı başkalarına açarız. Gelirler, uzun ya da kısa kalırlar, orayı darmadağın ederler yani bozarlar ve sonra da sessizce çekip giderler. Tekrar o odayı toparlamak, eski haline getirmek için uğraşıp dururuz. Oysa biliriz ki bu hep böyle devam edecek. O oda hep bozulacak.

"artık bir evim olduğunu öğrenmiştim o gece senden. sırt sırta verince ayakta durabilen kitaplar giydik,"

                                 ("taş avluda rakı sesleri", s. 33)

"ellerin uzak bir kıyıda midye ayıklarken,

 ayakların serin avlularda üzüm eziyor.

 ağzın; martıların toplandığı bir meyhane."

                                             ("bahçe haritası", s. 20)

“işte yine buradayım, göğüslerinin arasına kurduğum evde."

                                             ("bahçe haritası", s. 21)

Doğanın eşsiz ve geniş manzaralarından taşmak varken irili ufaklı mekânlara sıkışan şehir ve insanları gri bir fotoğrafta öylece dururken ev nedir senin için? Özellikle salgının daha görünür yaptığı ev daha mı farklıydı eskiden?

Eğer pandemiyi düşünecek olursak benim için pek fazla bir şey değişmedi diyebilirim. Pandemi öncesi nasılsa yine öyle bir yaşama biçimim oldu. Aynı saatte kalkıp işe gittim ve aynı saatte evime döndüm. Bu benim için önemliydi, zira hayatın içinde olmaya, insanlarla temas halinde bulunmaya önem veren biriyim. Yaşamla bir şekilde dirsek teması kurmak benim için çok elzem. Tüm bunlar evle bağımın zayıf olduğu anlamına gelmiyor elbette. Fakat benden evden çok odaya, odama bağlıyım. İnsanın sığınabileceği bir odasının olmasını çok değerli buluyorum. Yine de bu ev ya da oda kavramının çok akışkan ve değişken olduğunu belirtmeliyim kendi özelimde. Babaannemin dizi de bir evdi benim için. Annemin mutfağı, kardeşimin sohbeti, oğullarımın sıcaklığı, dostlarımın bir çift kelâmı da öyle. Belki bir ağaç gölgesi, belki bir taş oyuğu, belki sokak ortasına konulmuş bir masa, belki de bir kitapçının rafları… Bütün bunlar insanın evi olabilir bana göre.

"elma mı soyuyorsun, dünyayı mı belli değil

 kaç yıl sürer kim bilir, dirseğinin yuvarlağından

 diz kapağının arkasındaki mağaraya varmak

 senin mi yoksa benim mi bilmiyorum

 aramızda titreyip duran şu sırılsıklam bacak"

                                             ("kaplan uyandı", s. 36)

Yukarıda bir bölümünü alıntıladığım "kaplan uyandı" adlı şiirinin yazılış hikâyesi ya da yazılış serüveni?

Bu şiirin öyle belirgin bir hikâyesi yok aslında. "kaplan uyandı" esasında gördüğüm bir rüyadan hareketle yazdığım bir şiirdi. Rüya da aşağı yukarı şiirde anlatılan gibiydi. Tabi ki kendi yaşamımdan ve hayata bakışımdan parçalar da ekledim şiire. Ama öyle özel bir anlamı olan, bir yaşanmışlığa odaklanan bir şiir değil sonuçta.

"hiç çocuk doğurmamış bir anneydin sen. bakır leğenlerde yıkadın olmayan oğullarını, kızlarını iğde ağaçlarına gelin verdin. bir dağa bakar gibi baktın karnındaki çukura. eteklerinde kim bilir hangi yangından kalma renkler, saçlarının arasında göçlerden kalan bir toz arşivi, sırtını okşadın göğsünde büyüttüğün okların."

                                       ("gökyüzü kitaplığı", s. 48)

Sanki bir şeyleri ağız tadıyla anlatmanın düz yazı ile çok yakın ilişkisi var. Üstelik düzyazı bizi şairanelikten de uzak tutan bir yazma eylemi. Şiirin mimarisinde kelimeler katmanlı bir çağrışımsallık içeriyor olsalar bile sadelikleri büyüleyicidir. Düzyazının şiirin bu özgün kimyasını her an ele geçirme tehlikesi var. Sanırım şairin mahareti tam bu ele geçirme hattında açığa çıkıyor. Bozuk Oda çoğunlukla şiir-düzyazı hattında ilerleyen bir kitap. Düzyazının şiirle dostluğu sahici mi? Şiir-düzyazı kucaklaşması sence hangi dengeleri gözetiyor? Ya da kucaklaşmada hangisi hangisine daha çok benziyor? Ya da hasarları nasıl ortaya çıkıyor? Ya da sence ne?

Bence buradaki asıl mesele şiirsellik. Şiirsellik derken şairaneliği kastetmiyorum elbette. Düzyazı ve şiir arasında çok geçirgen bir katman olduğunu, iki tarafın da birbirine sızabildiğini ve birinin diğerini dönüştürebildiğini düşünüyorum. Tüm bu geçişlerde, bu sızmalarda bana göre önemli olan nokta şiirden uzaklaşmamak. Nasıl yazarsak yazalım, yazdığımızın şiir olduğunun bilincinde olmak. Haklısın, düzyazı şiiirin belirli handikapları var. Bu handikapların en bilineni de öykülemeye kaçmak. İyi anlattığı ve yaratıcı olduğu müddetçe şiirde öykü anlatılmasına da karşı değilim. Tam da bu noktada iş şairin yaratıcılığına ve tercihlerine kalıyor işte. Ben bir şiire başlarken o şiirin  formuyla ilgili bir şeyler tasarlamıyorum kafamda. Yani şiirin biçimini önceden belirleyip şiiri o biçime zorlamıyorum. İçimden o an hangi biçimde yazmak geliyorsa öyle yazıyorum. Şiir bir bakıma kendi biçimini oluşturuyor bende. Bazen de anlattığım şiirde bir öykü oluyor. Şiirinin içinden çıkarılmasını istediğim, insanların farkına varmasını istediğim bir öykü. Ama dediğim gibi arı bir öykü değil bu. Daha çok şiire eşlik eden, yoldaşlık eden, onunla yan yana yürüyen bir öykü. Ve kesinlikle şiirden bir an bile uzaklaşmayan bir öykü.

Geçmişine baktığımızda 12 sayılık yeniyazı adıyla çıkan bir dergi serüvenin var. Ardından Ecinniler adıyla dergi serüvenin yeniden başladı. Açıkçası beğendiğim ve herkese övgüyle söz ettiğim bir dergi Ecinniler. Covid-19 salgınıyla haklı olarak büyük bir ivme kazanan dijital dergicilik karşısında kendine has görselliği, hakikiliği, kokusu olan matbu dergiciliğinin son tahlilde temel sıkıntıları nelerdir? İlerisi için sürdürülebilirlik var mı?

yeniyazı benim için bir okul gibiydi. Edebî anlamda birçok şeyi orada öğrendim diyebilirim. Editöryal süreç, son okuma, redaksiyon, dosya hazırlama vs. Bütün bunlarla pratikte yan yana geldiğim ilk yer oldu. Ama hepsinden ziyade yeniyazı'nın benim için bambaşka bir önemi var. Onun sayesinde ömür boyu kaybetmek istemeyeceğim dostluklar edindim. Kalabalık bir yayın kurulu vardı yeniyazı'da. Ve aradan uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ sıkı bağlarımız var. Ecinniler ise neredeyse 10 yıl sonra evet dönüş gibi oldu benim için. Bu sefer üç kişilik bir yayın kurulu ve iki kişilik bir tasarım ekibi var dergide. Dolayısıyla yükümüz daha fazla. Yine de tüm olumsuz koşullara ve bazı aksaklıklara karşın dergiyi matbu olarak çıkarmaya devam ediyoruz. Salgın senin de dediğin gibi yayıncılık alanında da taşları yerinden oynattı. Belki 10 ya da 20 sene sonra yaygınlaşacak olan dijital yayıncılık pandemi vesilesiyle hayatımızın ortasına giriverdi. Benim bu konuda çok keskin ya da köşeli fikirlerim yok. Ben edebiyat alanında imkân yaratan her mecranın çok kıymetli olduğuna ve mecradan çok niteliğe bakılması gerektiğine inanıyorum. Ve her ne olursa olsun, matbu yayıncılığın hiçbir şekilde ortadan kalkmayacağını düşünüyorum.

"hiç görmediği bir yaraya dokunabilir insan

 hiç giymediği bir elbiseye, bir kalbe

 oturabilir yanına uykusundan taşan bir hayalin"

                                  (‘çok uzak, fazla yakın’, s. 32)

"Türk şiiri", "Türkçe şiir" ikileminin bile isteye döşenmiş mayınlı arazisinin dışında “Türkçe şiir", “Türkçe şair", “Türkçe edebiyat" söyleminin ortaya çıkış gerekçeleri nelerdir? Sen kendince bu çıkışı nasıl analiz ediyorsun? Bununla birlikte bir ulusa ait olan Türkçenin, Türk edebiyatı, Türk şiiri, Türk filmi, Türk futbolu, biraz mizahi bir üslupla söylersek meşhur Türk erkeği bilem yok mu; üç filim birden hepsi Türkçe dublaj mı?

Konuyla ilgili benim düşüncelerimse özetle şunlardır. Konuşulan dilin her nerede ve hangi dilde olursa olsun bir ulus tanımlı egemenlik alanı var. Ancak bu dilin karşısına başkaca bir ulus dili ya da bir etnik dil getirdiğimizde bu egemen ulus dili, esasında tümüyle milliyetçilik bağlamında tartışmaya açılıyor. Tartışmanın özünde saklı ya da açık böylesi bir milliyetçilik olduğu düşüncesindeyim ve bu tartışma yine özü itibarıyla tutucu bir tartışma. Tutucu tartışmalar yine özü itibarıyla mayınlı alanlar yaratırlar ve yine özü itibarıyla hiçbir çözüme erişemezler. Anca ki meseleyi sürekli dönüştürüp bu tutucu tartışmanın sıcaklığını hep diri tutarlar. Konunun imkansız olan tek çözümü dünyadaki bütün dilleri o dili konuşanların uyruğundan ayırmak. Yani adam Türkçe konuşuyor ama Türk değil Kürtçe konuşuyor ama Kürt değil Almanca konuşuyor ama Alman değil. Dünyada diller var ama hiçbirinin uyruğu yok. Ala bana uyar uyruksuz bir dünya vatandaşı ala pek ala. Olur mu olmaz çünkü mesele bu değil. Mesele düzünden ve onun tama tersinden bir milliyetçilik.

Aslında bu tartışmanın edebiyata pek bir şey kazandırmayacağını düşünüyorum. Bu ikiliğin ortaya çıkış nedenleri hakkında herhangi bir fikir yürütemem. Kanımca son zamanlarda bazı yayınevlerinin "Türkçe Edebiyat" kavramını tercih etmesi meseleyi biraz daha görünür kıldı. Benim de elbet konuyla ilgili fikirlerim var. En başta belirtmeliyim ki her iki kavramdan da bir rahatsızlık duymuyorum. İsteyen istediğini kullansın. Bildiğim kadarıyla buna dair bir yasak yok. Yoksa var mı? Ben Türkçe edebiyat ya da Türkiye edebiyatı demeyi tercih ediyorum. Ama Türk edebiyatı diyenlere karşı da olumsuz bir yargım yok. Ben nasıl ki onların Türk sözcüğünü kullanmasından rahatsız olmuyorsam, aynı hassasiyeti Türkçe sözcüğü konusunda da göstermelerini bekliyorum. Türk edebiyatı dendiği zaman ben bunu kimlik üzerinden inşa edilmiş bir edebiyat olarak algılıyorum. Bu durumda da Mıgırdiç Margosyan, Roni Marguiles, Avram Ventura gibi edebiyatçıları buna dâhil edemiyorum doğal olarak. Tıpkı Almanca yazan Türk yazarları "Alman edebiyatı"na, hâlâ Rusça yazan Kırgız bir edebiyatçıyı "Rus edebiyatı"na dâhil edemediğim gibi. Türkçe edebiyat dendiğinde ise ben bundan dil üzerinden inşa edilmiş bir edebiyatı algılıyorum. Böylelikle yukarıda saydığım yazarları da ortak dil paydası nedeniyle "Türkçe edebiyat"a dâhil ediyorum. Ermenice ya da başka bir dilde yazan bir kişiye sen "Türksün" demek bana tuhaf geliyor. "Türksün" demek yerine "Türkçe yazıyorsun" demeyi tercih ediyorum.

Bu konuyu sıklıkla tartıştığım ayrı ayrı arkadaşlarım var. Arkadaşlarımdan biri bana o halde neden Fransız edebiyatı ya da İtalyan sineması dediğimi sordu bir defasında. Ben elimden geldiğince bunları da kullanmamaya çalışıyorum. Dile yerleşmiş alışkanlıkları terk etmek zaman alsa da Fransa edebiyatı ya da İtalya sineması tabirlerini kullanmayı yeğliyorum. Özellikle Fransız edebiyatı diyorsam Fransız yazarları kastediyorum, Fransızca yazanları değil. Bir de şu var. Fransız edebiyatı ya da İtalyan sineması örnekleriyle gelenlere şunu sormak istiyorum. Peki neden Fransız edebiyatı diyorsunuz da Hollandalı edebiyatı ya da Arjantinli sineması demiyorsunuz? Hollanda edebiyatı gayet normal geliyorken Türkiye edebiyatı / Türkçe edebiyat neden anormal geliyor? Burkino Faso sineması kulağı tırmalamazken Türkiye sineması neden kulak tırmalıyor?

"çıplak omuzlarında ilerliyor buğday yüklü katarlar

yorgun dünyanın böğrüne batıyor dirseğinin çıkıntısı"

                                           ("kuzgun ormanı", s. 24)

"kireç boyalı taşlarla yazılmıştı

'şehre lütfen silahsız inmeyiniz'''

                                                 ('kireç beyazı", s. 83)

İnsanlığın ezici bir çoğunluğu ömrünün neredeyse yarısını fabrika, atölye, ofis, büro, dükkân, AVM ve benzeri gibi yerlerde yani çalışma kamplarında geçiriyor. Hayatın devamı için emeğin ucuza devri. Emeklilik dediğimiz şey ise bu çalışma kamplarından tahliye olmak. Devletlerin emeklilik yaşına takması boşuna değil, yaşı uzatarak tahliyeyi geciktiriyorlar. Üstelik günlük çalışma saatlerinde de iflah olmaz bir açgözlülük var. Sanki emeği ile geçinenler kürek mahkûmu. Hadi kabul ediyorum kürek eskide kaldı, ücret mahkûmu. Şimdi soru şu: Sen hangi tür çalışma kampında ücret mahkûmusun? Çalışma kampının hayat hikâyeleri şiirine nasıl yansıyor? Hak ihlalleri ile zorbaca yürütülen ağır çalışma kampları gerçeği aklına ve şiirine ister istemez hücum ediyor mu?

Uzun yıllardır aynı iş yerinde çalıştığım için artık kanıksanmış bir durum söz konusu. Kapitalizm var olduğu müddetçe, hangi alan olursa olsun iş sorunları ve hak ihlalleri hiçbir şekilde son bulmaz. İşçi sınıfı örgütlenmediği sürece sorunların aşılamayacağı aşikâr. Depolitazyonun çok yoğun yaşandığı, görsel ve popüler kültürün son hızla yükseldiği bir çağda bu ne kadar mümkün, o da ayrı bir tartışma konusu. Herkesin en kahraman, en sosyalist, en feminist, en erkek, en hümanist, en direnişçi, en asker olduğu bir ülkede yaşıyoruz sonuç itibariyle. Bu nedenle örgütlü bir mücadele umudu günden güne sönüyor. Sorunun benimle ilgili kısmına gelirsem. Ben çok çok uzun yıllardır işim gereği tersane, liman, fabrika, şantiye ve atölye gibi kalabalık ve tehlikeli bir çalışma ortamı bulunan yerlere gidiyorum. Buralar da iş kazalarının ve işçi cinayetlerinin en yoğun yaşandığı alanlar. Dolayısıyla bunlara şahit olmak beni yıpratıyor. Her ne kadar bu olaylar zaman zaman şiirime sirayet etse de bunun hiçbir şeyi çözmeyeceğini bilmek daha da üzüyor beni. Yıllardır gün ağarmadan kalkan ve akşam karanlığında eve giren bir işçi olarak, iş ve işçi hayatının tüm aşamalarına şahit oluyorum. Şiirle hayatı iç içe yaşayan biri olduğum için de bu durumdan beslendiğim zamanlar oluyor doğal olarak.

"ben babamın elleriyle kazdığı çukuruydum

annemin yerinden fırlayan kaburga kemiği

içine deniz kaçmış çöl kadar ürkek

ateşli tene devrilen hokka kadar tedirgin

cesedini gölde görünce korkan dal gibiydim

bu çocuğun hamuruna çamur karışmış dedi baba’nnem

sonra da tel dolaplara kilitledi ömrümü"

                                       ("suya atılan tohum", s. 62)

Baba’nnen ve sonra ve sonra sonra ve sonra geçen yıllar neyi eksiltti neyi biriktirdi Gökhan Arslan’da?

Yukarıdaki soruların birinde aslında babaannemin bendeki ve şiirimdeki yerini anlatmaya çalıştım biraz. Babaannem bende birçok şey için aydınlatıcı ve yönlendirici bir işlev gördü. Kendi adıma neyin değiştiğini net bir şekilde söyleyemem. Bunu ancak yıllardır beni tanıyan ve zamanın geçerken bende bıraktığı izlere ya da neden olduğu değişimlere tanık olanlar söyleyebilir sanırım. Hayat bana göre bir denge demek. Bu kusursuz denge içinde ölüm de yaşam kadar gerekli, yeter ki zamansız olmasın. O yüzden şu yeryüzünün başına gelmiş her şeyi doğal bir sonuç olarak nitelendiriyorum ben. Dünya ne kadar eksilirse biz de o kadar eksiliyoruz. Dünya ne kadar biriktiriyorsa biz de o kadar biriktiriyoruz. Yeryüzündeki en kıymetli şeylerden biri bana göre bilgi. Bilmek, dünyayı anlamak demek benim için. Her gün yeni bir şey öğreniyorum ve öğrendiğim her yeni bilgi bana sonsuz bir evrenin kapısını aralıyor.

Bir Günün Parçaları : Gökhan Arslan

Benim için günü başlatan şey yürümek. Yürümenin insan için çok kıymetli bir eylem olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar pandemiden dolayı sekteye uğrasa da güne yürüyerek başlamak benim için çok doyurucu ve yaratıcı. Henüz hava aydınlanmadan yola çıkıyorum ve birkaç saat boyunca deniz kıyısından yürüyerek günün başlamasına ve yeryüzünün uyanmasına şahit oluyorum. Zaten en çok o uyanıştan önceki sessizlik anlarını seviyorum. Sadece denizin, rüzgârın ve hayvanların sesinin duyulduğu o anları. Yürüyüş boyunca düşündüklerim ve mırıldandıklarım benim yaratım sürecimi de etkiliyor. Aklıma takılan bir dize, kulağıma gelen bir ses, gözlerime yansıyan bir görüntü daha sonra şiirime sızabiliyor bir şekilde. Sabahın o saatinden sonrası, benim için tam bir koşuşturma içinde geçiyor. Yoğun bir iş temposu içindeyim. Ağırlıklı olarak limanlara ve tersanelere girip çıkıyorum. Her ne kadar kendimi bir toprak insanı olarak görsem de suyla bu kadar haşır neşir olmak beni memnun ediyor açıkçası. Akşam çok kısa bir zaman dilimi benim için. Bazı rutinler vardır hani, her gün yaparsınız ama sıkılmazsınız. Hatta iyi bile gelir size. Benim de akşamları yapmaktan hoşlandığım rutinlerim var. Oğullarımla oynamak, kedimle ilgilenmek, sevdiğim bir filmi izlemek, kütüphanemle uğraşmak. Akşama dair en güzel şeyse, oğullarımla yan yana uzanıp kitap okumak. Onları uykuya sözcüklerin büyülü dünyasıyla uğurlamak.

Takılanlar

Aklına takılan mevzu: Zaman kavramı

Gözlerine takılan görüntü: Rüzgârda sallanan ağaçlar

Kulaklarına takılan ses: Yağmur altında dörtnala koşan atların nallarından gelen ses

Diline takılan söz: Hiç kimse kendisi değil

Ayaklarına takılan yer: Kendi köyüm

Ellerine takılan his: Suyun serinliği

Burnuna takılan koku: İğde kokusu

Damağına takılan tat: Tarlada yenen yemeklerin tadı

Vücuduna takılan hareket (spor): Yürümek

Varlığına takılan soru: Geçmiş geçer mi?

Hafızasına takılan kitap: Doğu Öyküleri (Marguerite Yourcenar)

Kendine Soru

G.Arslan’dan : Şiir, hangi itkinin sonucu ortaya çıktı sende ya da hayatının neresindeydi şiir? Hali hazırda bir hayat, dışarda durup dururken neden şiir yazar ki insan?

G.Arslan’a : Çocukluğumdan beri okumayı çok severim. Köyde okudum ilkokulu. Okulun hep kilitli duran bir odası vardı. Öğretmenim benim okumayı çok sevdiğimi görünce o odanın anahtarını bana teslim etti. Yüzlerce kitap vardı o odada. Bir gün Sait Faik'in "Şimdi Sevişme Vakti" şiirini okudum ve şaşırdım. Ve amatörce bir şeyler karalamaya başladım. Benim şiir yazmaya çalıştığımı gören babam iki kitap koydu önüme: Beni Öp Sonra Doğur Beni ve Memleketimden İnsan Manzaraları. O kitapları okuduktan sonra derdimi sadece şiirle anlayabileceğime inandım.

Yaşadığımızın bir nevi itirafı sayılan hatıralardan bir parça olan bu güzel söyleşi için sana teşekkür ederim sevgili Gökhan Arslan.

Güzel sorular ve keyifli söyleşi için ben de teşekkür ederim