-Halit PAYZA-
Anılar ve acılar kalıyor geriye. Zaman bütün yaraların ilacı değil, fiziksel olanları onarır ancak duygusal olanları asla. Sadık Arslan’ın ‘Sıvası Kanayan Ev’de1 yer alan ‘Anılar Kaç Para’ geriye kalan acıların dökümü. “Baba evindeydim. Bir kadeh rakı doldurdum. Gelip kızmasını bekledim babamın, gelmedi. İkinci kadehi doldurdum. Annemin ‘Oğlum şu buzdolabının su kasasına bak, çok damlatıyor’ deyişini anımsadım. O buzdolabını açtım, üçüncü kadehi doldururken annemin ‘Yeter artık’ demesini bekledim, demedi. Kimseler yoktu evde.” ‘Sıvası Kanayan Ev’ Sadık Arslan’ın ‘Soğuktu ve Kar Yağıyordu’, ‘Bâlik’te Ölmek’ kitaplarında yer alan öykülerinden seçilerek oluşturulmuş. Arslan,‘Sıvası Kanayan Ev’i anne ve babasına adamış. Kitap adını ‘Anılar Kaç Para’daki bir tümceden alıyor: “Dışarı çıktım, hüzünle baktım eve. Bu, son bakıştı, bunu biliyordum. Evin sıvası bir yara gibi kanıyordu. Sıvası dökülmüştü, ağıyordu sanki. Duvarlar, kiremit rengine dönüşmüş, kanamıştı. Gri renkli kuru beton yaralıydı. ‘Sıvası kanayan bir evimiz var artık!’ demişti ablam.” ‘Sıvası Kanayan Ev’ Arslan’ın 2020 Arif Baş Öykü Ödüllü kitabı.
Zamanın değerini önemsemeyi ölüm gerçeğiyle yüzleşme anında algılar insan. “Günahtır alınyazısını kurcalamak, / Yıldız fallarına güvenmek, Lekenoe; / Başa ne gelirse katlanmak, en iyisi. / Kayaları kemiriyor Tiren denizi; / Belki yeryüzünde bu sonuncu kışımız, / Belki yaşanacak yıllar var önümüzde; / Bilgeliği elden komamak, en iyisi. / Madem ki sonumuz ölüm, şarabını süz, / Uzak umutlara bel bağlamaya gelmez; / Konuşurken bile ömürden eksiliyor / İnan ki gününü gün etmek, en iyisi”2 der HorotiQuintus Horatius Flaccus. Ne var ki en iyi bildiklerini savlayanlar da yanılırlar, zamanın değerini yaşayanlar ölüm gerçekliğiyle yüzleştiklerinde hesaplaşırlar. Giden gitmiştir, gidenlerin acısı ve geride bıraktıkları anılardan başka bir şey kalmamıştır elde. “Kapıyı ilk ben açmıştım. Evdeki eşyalar annem ve babam kokuyordu” der artık içinde yaşayanların değil, anıların dolaştığı Sıvası Kanayan Ev’in oğlu.
‘Soğuktu ve Kar Yağıyordu’da ölümü yazgılı Gülseren’in kocası Benim leylağım, gözümün önünde soluyor ve ben anılara sığınıp onun çaresizliğini seyretmekten başka bir şey yapamıyordum” diye düşünür. “Onsuz nasıl devam edecektir yaşama? Sadık Arslan’ın öykülerinde hep acı var, yaşanmışlıktan geriye kalanlar var. Arslan, Afşin-Berçenek kökenli. Mahzuni Şerif’in türküsündeki acı ve anı Arslan’ın öykülerine de sinmiş gibidir, Mahzuni Şerif “Vay göresim geldi Berçenek seni / Dumanlı dumanlı oy bizim eller / Nasıl unuturum körpe yavrumu / Dumanlı dumanlı oy bizim eller” diye söylenir türküde. Arslan borç öder gibi bir de ‘Bu Dünyadan Mahzuni Geçti’3 biyografisiyle Mahzuni Şerif’i yazar. Doğrudur, Edip Cansever’in ‘Mendilimde Kan Sesleri’nde dediği gibi; ‘İnsan yaşadığı yere benzer.’
İnsanlık tarihi büyük utançların ve büyük acıların tarihidir
Ortaçağdan bu yana totaliter yapılanmalarda işkence sorgulanma yöntemi olarak kullanılmıştır. Roma’da işkence kölelere karşı kullanılan yasal dayanaklara sahipti. Romalı yönetici üst sınıf kölelerin gerçeği ancak işkence altında söyleyeceklerine inanırdı. Aristoteles ve Francis Bacon işkenceyi destekleyen söylemlerde bulunurlar. Victor Hugo, ‘Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’ novellasında Hugo İdam cezasının uygulanması sırasında bile yapılan işkenceleri bir idam mahkûmunun ağzından anlatır ve idam cezalarıyla, işkenceye karşı çıkar. Sadece Engizisyon değil on sekizinci yüzyılın sonlarına modern mahkemeler bile işkenceli sorguları görmezden gelerek hüküm verirlerdi. Totaliter dönemlerde işkence sorgulamanın bir uzantısı gibi uygulandı. Sadece 12 Eylül darbesi sürecinde altı yüz elli bin kişi gözaltındaydı. Bu rakamın bir milyonun üzerine çıktığı söyleniyordu. Gözaltı süresi doksan gündü. İşkence gündelik olaylardan sayılıyordu. Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde, iki yüz otuz bin kişi yargılandı. Yüz yetmiş bir kişi gözaltında öldü. Bin dört yüz atmış sekiz kişi idama mahkûm edildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne idamların onaylanması için iki yüz elli dokuz kişinin dosyaları gönderildi. Dosyaları onaylanan elli kişi asıldı. İşkencede amaç korkutma, caydırma, cezalandırma, bilgi toplama aracıdır. Daha genel anlamda toplumsa olarak baskılama, bireyleri denetleme aracı olarak da kullanıldığı görülür. İnsan Hakları Bildirgesi işkenceyi insan hakları ihlali olarak nitelendirir. 10 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin beşinci maddesinde ‘Hiç kimse işkenceye maruz bırakılmamalı, kimseye zalimce, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele edilmemelidir’ denilmektedir. Elli üç fiziksel, yirmi yedi psikolojik olmak üzere yüze yakın işkence çeşidi sayılabilir.4
Sadık Arslan ‘Köyneğini Koklamak’ öyküsünde işkencede ölen oğlunun son anlarını, ölmeden önce son söylediğini bilmek ister. Oğul anneye teslim edilmez, kimsesizler mezarlığına defnedilecektir. Anne koklamak için oğlunun gömleğini ister. “Yavrumu son kez göreyim!” der anne. “Hayır,” derler, “bize verilen talimat böyle gömüp gideceğiz.” Anne son kez “Köyneğini koklayayım köyneğini!” der. Ne yazık ki insanlık tarihi büyük utançların ve büyük acıların tarihidir. Ve her evin sıvası kanar bir gün…
Acı ve hüznün öyküleri
Arslan’ın öykülerinde acı var, hüzün var, ayrılık var ama mutluluk yok. Zaten yaşam da öyle değil mi? İnsan mutlu olduğunu varsayar, öyle olduğuna inandırır kendini. Yalan söyler kendine. Sadece ‘Bâlik’te Ölmek’te mutsuz bir yaşamdan, yeniden yeni bir yaşam kurmak isteyen kadın mutsuzluktan mutluluk damıtmak ister. Büyük mutsuzluklarla yaşamı alt-üst olmuş biri, enkazdan ne kurtarabilir ya da ne kadarını kurtarabilirse o kadar mutlu olur belki. ‘Sıvası Kanayan Ev’deki öyküler birbiri içine geçmiş. Neredeyse bütün öykülere sinmiş ‘Sıvası Kanayan Ev’. Anlatıcı nereye giderse gitsin ya unutamıyor ya aynı yöre dönüyor, ‘Sıvası Kanayan Ev’e. Sayrılığının nedeni de o, sağaltımının çaresi de o. Öyküdeki anlatıcı, birden çok öyküde karşımıza çıkıyor.
Belki küçük bir eleştiri yapılabilir. Öykülerin kahramanı bir sevgiden bir başka sevgiliye, bir kadından başka bir kadına tutunuyor. Yılmaz Odabaş’ın dediği gibi; “tek kişilik kalabalıktır aşk / aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur / kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi, kendinin mayası; / herkes kendi sevgisini sever... / aşk nedir incil’e göre? nedir tevrat’a, zebur’a, kur’ân’a göre?”
Doğrudur!
Oysa aşk tek kişiliktir.
--------------------------