Yırtılmış bir yürekten fışkıran tan
Alaca bir kuşun yazgısı olacak birazdan
Salaş meyhanelere de doğardı güneş
O karanlık yaslı yalılar arasından
Boş, solgun bir kâğıttır da kekre umut
Islak zindan köşelerinde Bizans’tan kalan
Bir pankart gibi asılır iki minare arasına
Dağılır az sonra akşamdan kalma martılar
Savrulmuş inciler gibi nöbet yerlerine
Ve gece iniltilerle gömülür yavaş yavaş
Cesetlerle süslenmiş derin sularına Boğaz’ın
Ah kör olası ekmek parası
Yoksa çekerler miydi kahrımızı
Gecenin militanları o garsonlar
Açılırdı paslı bir makas keserdi karanlığı
Kapanırdı makas kan damlayarak
Asılacak adamlardık yasadışı, töre dışı
Firar etmiştik uzun, yorgun bir tarihten
Sanki bu kent hep İstanbul’du
Sekiz bin yıl önce kurulmuştu
O zamanlar süt dişleriyle bengisuydu
San Boğaz’daydık; makasın sol bıçağı
Yara yara ilerledi köhne, kimliksiz bir sıcağı
Bir mahalledeydik oysa bayırda
Kirli gecekondularda yürekli işçiler
İstanbul’u yaratan, ilmik ilmik dokuyan,
Öyle çok içmişti ki dilsiz, sefil Osman
Masaya düşmüş başını kaldırdı bir ara
Dedi ki: “En değerli şey nedir şu kahpe dünyada?”
Yanıtladı son kadehi getiren sarışın garson
“Ekmek” dedi, “sonra ateş ve elbette düş.”
Çalınmış gelecekleriyle başkalarının düşlerini
Hayra yoran akıntıya karşı öykücü kadınlar
Gece tavşandı, gündüz kaplumbağa
Ve bunu en iyi işçiler anlar içlerine susarak
Ve biz ne gözü pektik sabah yeliyle ayılır
Kadeh tokuştururduk kızıl tanla. Suçluyduk
Çünkü “ekmek”, dedik; “sonra ateş ve düş.“
Suçumuzu savururdu sabah rüzgârı;
ilkyazdı, poyrazdı, gemicilerin ulu sesleri
Ve martılar bir eski zaman değirmeninin
Bilgiç taşları gibi uğuldardı kulaklarımızda.
Suçumuzu sayıp döksem derim, dersin
kim bilir kaç meyhanede sabah olmalı,
kaç garson küfretmeli ardımızdan.
Eminönü’nden Karaköy’e kaç işçi
otobüsü gelip geçmeli Köprü’ den
kaç sokak çocuğu, kaç umarsız
karnı guruldayarak uyanmalı bir yıkıntıda
Bir pezevenk sürüye sürüye götürmeli
Sarhoş bir sermayeyi leş gibi serilekalmış pavyondan
Kaç martı siftah etmeli mahmur vapurlardan
Biz kafa kafaya, yumruk yumruğa,
boşalan Anadolu köylerini tartışırken,
gözlerimiz dolu dolu bilincimiz bulanık
kim bilir kaç kadın düşük yapmalı
tarihsiz mahallelerinde İstanbul’un.
Kaç delikanlı terden sırılsıklam uyanmalı
Kaç gecekonduda kaç kadın derdine yanmalı
İnsan direnemiyor kimi kez, düşlemek gidermiyor açlığı.
O zaman düşüyor martı gözleri gibi yollara
Ah, vapurlar ve martılar ve yoksullar ve esrikler
Ve işsizler ki yirmi birinci yüzyılda İstanbul’da
Bir günlüğüne emeğini satmak için köşe başlarında
Akvaryumda balıklar gibi düşler kurarlar
Ve dilenciler ve umut bileyicileri bu kentin kara yazısı.
Ve imge avcıları klavye başında, yalandan yorulmuş
Aşklar, ateşler, düşler, devrimler uydururlar
Ütopyalar yaratırlar suya çizilmiş atlaslarında
Kim bilir kaç İstanbul vardır aynı anda yaşanan
Sait Faik’ten dinlemeli en az birini
Yol vermeli Nedim’e onun çağı çoktan geçti
Sözünü ettiği mücevher toz oldu saçıldı Acem’e
Ve İstanbul ve İstanbul kıyımların da tarihi
Şairlerin, bilginlerin, yoksulların kanıyla yazılan
Bu kent kara, pörsümüş emilmekten memeleri
Bu kent istila edildi kim bilir kaçıncı kez göçebelerce,
Bu kent o İstanbul değil ki özü emilmiş posa
Bu kent tutsak bulanık suda avlananlara
Barbarların, sırtlanların sofrasında kanar durur
Karamsar bir şairim ben, güzele dilim dönmüyor
Umutsuz bir şairim ben, hep taşa değiyor ayağım
İstanbul İstanbul dedikçe ah, mutsuz bir şairim ben
(Ocak 2019)