BİR DALGIN İSTANBUL - MUAMMER KARADAŞ


Yırtılmış bir yürekten fışkıran tan

Alaca bir kuşun yazgısı olacak birazdan

Salaş meyhanelere de doğardı güneş

O karanlık yaslı yalılar arasından

Boş, solgun bir kâğıttır da kekre umut

Islak zindan köşelerinde Bizans’tan kalan

Bir pankart gibi asılır iki minare arasına

Dağılır az sonra akşamdan kalma martılar

Savrulmuş inciler gibi nöbet yerlerine

Ve gece iniltilerle gömülür yavaş yavaş

Cesetlerle süslenmiş derin sularına Boğaz’ın

Ah kör olası ekmek parası

Yoksa çekerler miydi kahrımızı

Gecenin militanları o garsonlar

Açılırdı paslı bir makas keserdi karanlığı

Kapanırdı makas kan damlayarak

Asılacak adamlardık yasadışı, töre dışı

Firar etmiştik uzun, yorgun bir tarihten

Sanki bu kent hep İstanbul’du

Sekiz bin yıl önce kurulmuştu

O zamanlar süt dişleriyle bengisuydu

San Boğaz’daydık; makasın sol bıçağı

Yara yara ilerledi köhne, kimliksiz bir sıcağı

Bir mahalledeydik oysa bayırda

Kirli gecekondularda yürekli işçiler

İstanbul’u yaratan, ilmik ilmik dokuyan,

Öyle çok içmişti ki dilsiz, sefil Osman

Masaya düşmüş başını kaldırdı bir ara

Dedi ki: “En değerli şey nedir şu kahpe dünyada?”

Yanıtladı son kadehi getiren sarışın garson

“Ekmek” dedi, “sonra ateş ve elbette düş.”

Çalınmış gelecekleriyle başkalarının düşlerini

Hayra yoran akıntıya karşı öykücü kadınlar

Gece tavşandı, gündüz kaplumbağa

Ve bunu en iyi işçiler anlar içlerine susarak

Ve biz ne gözü pektik sabah yeliyle ayılır

Kadeh tokuştururduk kızıl tanla. Suçluyduk

Çünkü “ekmek”, dedik; “sonra ateş ve düş.“

Suçumuzu savururdu sabah rüzgârı;

ilkyazdı, poyrazdı, gemicilerin ulu sesleri

Ve martılar bir eski zaman değirmeninin

Bilgiç taşları gibi uğuldardı kulaklarımızda.

Suçumuzu sayıp döksem derim, dersin

kim bilir kaç meyhanede sabah olmalı,

kaç garson küfretmeli ardımızdan.

Eminönü’nden Karaköy’e kaç işçi

otobüsü gelip geçmeli Köprü’ den

kaç sokak çocuğu, kaç umarsız

karnı guruldayarak uyanmalı bir yıkıntıda

Bir pezevenk sürüye sürüye götürmeli

Sarhoş bir sermayeyi leş gibi serilekalmış pavyondan

Kaç martı siftah etmeli mahmur vapurlardan

Biz kafa kafaya, yumruk yumruğa,

boşalan Anadolu köylerini tartışırken,

gözlerimiz dolu dolu bilincimiz bulanık

kim bilir kaç kadın düşük yapmalı

tarihsiz mahallelerinde İstanbul’un.

Kaç delikanlı terden sırılsıklam uyanmalı

Kaç gecekonduda kaç kadın derdine yanmalı

İnsan direnemiyor kimi kez, düşlemek gidermiyor açlığı.

O zaman düşüyor martı gözleri gibi yollara

Ah, vapurlar ve martılar ve yoksullar ve esrikler

Ve işsizler ki yirmi birinci yüzyılda İstanbul’da

Bir günlüğüne emeğini satmak için köşe başlarında

Akvaryumda balıklar gibi düşler kurarlar

Ve dilenciler ve umut bileyicileri bu kentin kara yazısı.

Ve imge avcıları klavye başında, yalandan yorulmuş

Aşklar, ateşler, düşler, devrimler uydururlar

Ütopyalar yaratırlar suya çizilmiş atlaslarında

Kim bilir kaç İstanbul vardır aynı anda yaşanan

Sait Faik’ten dinlemeli en az birini

Yol vermeli Nedim’e onun çağı çoktan geçti

Sözünü ettiği mücevher toz oldu saçıldı Acem’e

Ve İstanbul ve İstanbul kıyımların da tarihi

Şairlerin, bilginlerin, yoksulların kanıyla yazılan

Bu kent kara, pörsümüş emilmekten memeleri

Bu kent istila edildi kim bilir kaçıncı kez göçebelerce,

Bu kent o İstanbul değil ki özü emilmiş posa

Bu kent tutsak bulanık suda avlananlara

Barbarların, sırtlanların sofrasında kanar durur

Karamsar bir şairim ben, güzele dilim dönmüyor

Umutsuz bir şairim ben, hep taşa değiyor ayağım

İstanbul İstanbul dedikçe ah, mutsuz bir şairim ben

                                                                                   (Ocak 2019)

Benzer Yazılar