HER ŞEYİN SÖYLEŞİSİ : 4
BAHTİYAR KAYMAK
Beste Naz Karaca’yla “ ñaupa ” 'yı konuştuk
Beste Naz Karaca, 28 Ekim 1999’da İstanbul’da doğdu. Kadıköy Anadolu Lisesi mezunu, şu an ODTÜ Metalurji ve Malzeme Mühendisliği bölümünde lisans öğrenimine devam etmekte. En büyülü öğrenimin beton kutular içinden ziyade ormanlarda ve dağlarda olduğuna inanmakta. Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü 2020’ye değer görülen şiirlerden oluşan “ñaupa” Beste Naz Karaca’nın ilk şiir kitabı.
" niyetimdi;
büyüdükçe yassılıp mercimek olacaktım
bu bedeni aşıp aş olacaktım "
açılış şiiri ( Sf : 5)
Bahtiyar Kaymak : Kayahan’ın 1991 yılında çıkarttığı " Yemin Ettim" albümünde yer alan " Neden Olmasın" adlı parçanın nakaratı şöyle " ha bu gün ha yarın oldu olacak neden olmasın "
Hiçbir sözlükte google amcada bile olmayan ñaupa ne demek. İlk kitap ödülünü kazanıp Mayıs Yayınları’nca kitaplaştırılan dosyanın Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülüne katılmasının kısa hikayesi nasıl?
Beste Naz Karaca : ñaupa Eduardo Galeano’nun “Ve Günler Yürümeye Başladı” isimli kitabında karşıma çıktı. Aynı kitapta verilen bilgiye göre Keçua dilinde hem “oldu” hem de “olacak” anlamında kullanılıyor. Dosya, 2014-2018 seneleri arasında yazılmış şiirleri içeriyor. Düzenlenmesi toplamda iki seneyi aldı. Uzun soluklu bir hayalin pekiştirildiği o iki sene bazı zamanlar çok yılgın, bazı zamanlar da bir o kadar yoğun ve heyecanlarla doluydu. Düzenleme sürecinde yanımda olan insan Gökçenur Ç. idi, sağ olsun elini hiç eksik etmedi omzumdan. Yarışmalar hususunda kafam hep fırtınalıydı; bir yanım katılmayı mantıklı buluyordu, diğeri hep ödülün cezayla olan ilişkisini fısıldıyordu bana. Bu defa olasılıklar benim yüzüme gülmeye karar verdiler anlaşılan. Bir gece Ankara’da kütüphanede vizelerime çalışırken karar verdim, sabahına dosyayı kargoladım. Aniden verilen o kararla bir kol daha eklendi nehrime.
" oturdum canhıraş
tek tek yandım mumları
anlattım hikayemi "
naşide ( Sf : 9 )
" rahmimdeki her acının ismini naşide koydum "
naşide ( Sf : 10 )
Şiir derdinin elçisi ise sen her acının naşidesi misin?
Her acının naşidesi olduğumu düşünmüyorum, acıların cümlesini topyekûn görebilme meziyetini gerçeğe yakın da bulmuyorum. Şahitlik edebildiğim dertler kadar naşide olabilirim, emek verdiğim şey de bu şahitliği artırmak. Yüceltmemiz icap eden onca şey varken biz tutup kendimizi yüceltiyoruz. Etrafımıza ne kadar çok gözle bakarsak o kadar çok fark edeceğiz. “Ben” diye andığımızın toplanıp dağıldığını gördüğümüzde, bakan gözümüzün bizden gayrı olup olmadığını düşünmeye başlayacağız. Naşide olmak benim karşıma burada çıktı. Kabımdaki çorbanın her kaşığını anlayarak ve anlatarak yudumlamam mümkün değil. Buna dair ortaya koyduğum çaba herkeste olduğu gibi zaman zaman beni de tökezletiyor ama oturup anlamaya çalışacağım, işim ne ki, değil mi?
" çatlaklar - ki bilirsin sen
anahtar yuvalarına aile olmayı tembihler,
kapı dillerine konuşmayı yasaklar.
" içinizden biri güvenmedi
kilidi icat etti" "
püştvare ( Sf : 20 )
Yük olan güven mi mülk mü? Bu şiirin ilk tohumu nedir?
Yük olan; mülkiyetin kaybolmasına dair yoğun bir şekilde yaşanan tedirginlik ve korku. Ben lisenin başına kadar Okmeydanı’nda aile apartmanında yaşadım. Sokağımızda tanımadığımız kimsecikler yoktu neredeyse fakat şehir kocaman, karmaşık bir yapı. Çok fazla insan; çok fazla ihtimali ve tehlikeyi beraberinde getiriyor zira şehirde yaşayanlar olarak birbirimizi tanımıyoruz. Köy, mahalle, belde gibi görece ufak yerleşim bölgelerinde bu söylediğim tedirginlik daha az oluyor. Bunun en büyük sebebi de o bölgedeki insanların birbiri hayatına yeterince dahil olması. Yerleşim bölgesi büyüdükçe, mülkiyet başta bahsettiğim tedirginliğe ve korkuya sebebiyet veriyor. Şiirin ilk tohumu adına bir an söylemek ne denli doğru bilmiyorum, birikimli bir şiir bu ama temeldeki hissi anlatabilirim. Okmeydanı’ndan Kadıköy’e taşındığımızda kimse bize bir kalıp kek, bir kâse çorba getirmedi. Bu merhaba esirgeme hâlinin beni ne denli kırdığını hatırlıyorum. Her gün başka biçimde bunu yaşıyoruz hepimiz. Güvenelim istiyoruz, kapımızda onca kilit varken hem de.
" evvelinde ahirinde dolandık
fersenk fersenk adımladık şu toprağı
bulamadık firuz
bir sığınak bulamadık sesimizin sığacağı. "
fecr ( SF : 23 )
" çerağ geldi çerağ gidecek anam
balkıdı babam,
minelarş ilelferş
bilirim, sönmeyecek o ateş.
yanacak duvardaki üzerlik
türüm türüm tütecek. "
sıraç ve üryan bir çiğit ( Sf : 92 )
naşide, türap, sümkat, bakraç, bergüzar, mihnet, püştvare, firuz, meftut, çelipa, karangu, abuntu, katlivasip, sıraç, çerağ, minelarş, ilelferş,...
yuakrıda ñaupa’dan alıntı yaptığım kelimelerin gündelik dildeki kullanım azlığı onları ağırlıklı olarak geçmişe ait kılıyor. Aslında şairlerin de sevdiği kelimeler bunlar. Çünkü ses olarak zamanın eskiliğinden gelen yankıları var bu tür kelimelerin. Geçmişin yankısıyla an'ın derinleştirimesi diyorum ben buna.
Senin sıkı bir sözlük okuyucusu olduğun düşüncesindeyim. Arapça farsça ve yerel Anadolu ağzında kullanılan kelimelerin bilinçli bir seçim, ñaupa’da bunu yeterince görüyoruz. Duru Türkçe senin zihnindeki yankısal sesi vermeye vakıf değil mi? Ben senin ñaupa’da neredeyse her şiirine yerleştirdiğin kelimelerin öz Türkçe anlamlarını araştırarak epey eğlenceli ve öğretici bir zaman geçirdim. Ancak sıradan okur sence sözcüklerin güncel anlamlarını arastırmakla uğraşır mı?
“Sıradan okur” benim memnun olmadığım bir etiket. Burada sıfır noktası herkes için değişiyor, oynuyor. Bu kelimeleri bilen ve sözlüğe yalnızca iki kere bakmaya ihtiyaç duymuş bir okur sıradan okur mudur mesela? Yahut hiçbirini bilmemesine rağmen tekine dahi sözlükten bakmayan okur mudur sıradan okur? “Okur” diye andığımızı normalize etmek imkânsız görünüyor. Her insan; toprağının arzuladığı rengi alır okuduğundan, rastlaştığından. Her şeyi anlamak zorunda değiliz, bazen fark etmeksizin alırız o rengi içimize, bizim olur. Zamanının çoğunu şehirlerde geçirenler olarak ölü zannettiğimiz çokça şey, yığınla kelime var. Onların ölü olmadığını ben her köy ziyaretimde hatırlıyorum. Yirmi bir senedir annem yanımda; ondan Arapça, Farsça kökenli sözcükler öğreniyorum mütemadiyen. Zaten annemin içime bıraktığı o merakla başladı sözlük okuma alışkanlığı da. İsmet dedemin gençliğinden kalma bir Osmanlıca-Türkçe sözlüğü bitirdim çok kez, bu kitaptaki çoğu “ihtiyar” kelime de o sözlükten öğrenilmiştir. Geriye kalanlarsa köyümdeki insanlardan duyduklarım, mıh ettiklerim. “Ölmedim” diyen kelimeleri seviyorum ve onları duru Türkçenin dışında görmüyorum. Tam da bu yüzden ölmediklerini duyurmam gerektiğini hissediyorum.
" incir sütü gibiydi sevmek
kağıt kesiğine sürerdin
iyileşeceğine dair düş kurardın
oysa sadece yakardı,, "
meftut sevilere ( Sf : 28 )
" ateşle sobayı firuz
kış gelir yakında,
kış gelir yakına
kınalım getir güğümü, koy şu yana
yalpalar köy, gökle yeksan.
piç erikleri gibi bitiyor içimde sevdan,, "
fecr ( Sf : 26 )
mesut ferah uğurlu iyi bahtlı anlamına gelen firuz kelimesi senin şiirinde önemli bir yer kaplıyor. firuzun sende özel bir anlamı mı var. yoksa ses ve anlam için mi ñaupa'da önemli bir yer ediniyor.
Firuz şiirlerin çoğunda çeşitli veçhelerle kendini gösteren bir nevi ruh. Sözlük karıştırırken karşıma çıkmış bir kelimeydi. Firuz’un hem anlamındaki hem de sesindeki bahar beni kendine çekmişti. Bir şahitlik işçisi gibi düşünülebilir, benim şahidim oldu o.
" çiçeklerin en çiçeği ;
taşın altına sokuvermiş başını,
bundan bilmem kim yıl önce.
taşın altında ezildikçe yassılmış
yassı imiş, yas imiş,
- insan imiş- “
günler ve çingeneler ( Sf : 30 )
" kemirdikleri taş toprak
baldırlarından akan çamurun buyruğundadırlar
inanırlar ki ondan yaratıldılar.
tarih değildir bu
her kitabın bir sayfasını takarlar boyunlarına
sokak başlarında kıyameti bekleyerek tapınırlar. "
çelipa. ( Sf : 43 )
İnsanın bir canlı türü olarak kendi soyuna ve diğer türlere karşı hasarlı oluşu.. İnsan suçun kendisi mi yoksa organize bir kötülüğün suç aleti mi? İnsanın önce kendisi dışındaki korkunç bir kalabalık olarak insanı eziklemesi ve ezikleme çıkmazının bir sonucu olarak da lanetlemesi bir salgın halinde yayılıyor. İnsanı lanetleyen bu sinik konformist caresizliğin sana göre sebepleri nelerdir?
Lanetlemek çok zor bir iş bence. Bir fikirden, objeden veya canlıdan topyekûn nefret etme hâli, bunun süreklilik kazanması, buna dair verilen çabanın hiçbir işe yaramaması… Çok zor dememin sebebi saydığım gereklilik silsilesi, bunu başarabilmek bana o kadar kolay görünmüyor. Lanetlemekten ziyade yakınma gibi geliyor bu tatta olan ifadelerin çoğu. Bu yakınmanın işlevi yok değil, yakınan iki insan bambaşka bir farkındalık alanı açabilirler. Bu olduktan sonra, içtepi bizi bir şey yapmaya iter; değişmeye ve değiştirmeye. Değişim bazen uzun vadede görünür, bazen anlık olur. Bunların sebebini bilmiyorum, her şeyle bağlantılı ve aklını ziyadesiyle kullanabilme yetisine sahip bir canlı türünden bahsediyoruz. Bu yakınmanın (veya lanetlemenin) herkes için başka sebepleri vardır mutlaka fakat genel çerçevesi en basit ifadeyle bir memnuniyetsizlik olarak çiziliyor. Bu memnuniyetsizliğin yöneldiği şey farklılaşıyor herkeste.
" karangu geceden geçmişim
leçedir, örter bahçemin gülünü.
ekmek arası acıyı katık et ömrüne
ömrün ki yolların tozu, soframın tuzu
ömrün ki tirşe gözlerimin semavi dini
yaramı yara eyleyen bıçak
içre süngülerin dağ menekşesi "
şev-i yalvaç ( Sf : 46 )
Davit Attenborough " gezegenimizden bir yaşam" adlı yarı otobiyografik belgeselinin açılışına şu atıfla başlıyor " bu film benim tanıklık ifadem ve gelecek vizyonumdur. Gelmiş geçmiş en büyük hatayı nasıl yaptığımızın ve şimdi harekete geçersek nasıl düzeltebileceğimizin hikayesidir" Attenborough bunları söylediğinde 93 yaşındadır. Sonra belgeselciliğinin ilk yıllarına dönerek film geçmiş ve gelecek arasında devam eder.
Yıl 1937 bisiklet üzerinde çocuk Attenborough dünyamıza ilgili ilk sayısal verileri sunar
dünya nüfusu : 2.3 milyar atmosferdeki karbon : milyonda 280 parça
Kalan yabani doğa : f
1954 dünya nüfusu : 2.7 milyar atmosferdeki karbon : milyonda 310 parça kalan yabani doğa : d
1960 dünya nüfusu : 3 milyar atmosferdeki karbon : milyonda 315 parça kalan yabani doğa : b
1978 dünya nüfusu : 4.3 milyar atmosferdeki karbon : milyonda 335 parça kalan yabani doğa : U
1997 dünya nüfusu : 5.9 milyar atmosferdeki karbon : milyonda 360 parça kalan yabani doğa : F
2020 dünya nüfusu : 7.8 milyar atmosferdeki karbon : milyonda 415 parça kalan yabani doğa : 5
Attenborough'un film boyunca verdiği bu istatiksel veriler şunu itiraf ediyor. Attenborough hiç bir şeyi düzeltememiş çünkü Attenborough sadece göstermiş dünyayı değiştirmeye yönelik hiçbir ciddi çalışma yapmamış hasarı minimalize edip büyük resimle büyük resimdeki organize yıkıcı ile ilgilenmemiş. 60 milyon insanın ölümüne ve bir o kadarının da ruhsal ve fiziksel sakat kalmasına neden oluşturan ikinci dünya savaşının canavarı faşist hitlerin yanında tüm bu barbarlığa öncülük ederken bir aşçısı bile yok muydu ironisi gibi.
" biraz çocuktuk biraz kadın
vuruldu çocukluğumuz."
çocukadın ( Sf : 71 )
Şimdi soracağım soru için bir çağrışım olsun diye bu ön açıklamayı yaptım
Son tahlilde olayı bir soykırım çağrışımı yapacak şekilde cinskırımı adı altında isimlendiren kadına yönelik şiddetin kadın cinayetlerinin ve daha genelinde çevre sorununun sana göre büyük resmi nedir.
Tarihte dünyadaki yerimizi işaretleyen belli sahnelerin olduğu söylenir. Şimdiye dek aklımda kalan en çarpıcı sahne İlin & Segal’in “İnsan Nasıl İnsan Oldu” kitabından. İlk kumaşın örülüşü anlatılıyor. Mavi çiçeklerle kaplı keten tarlasının içinde kadınlar var! Kadınların topluluklardaki hükmünün ve konumunun değişmesi elbette bundan öncelere gidiyor, avcı toplayıcılıkta avcılığın daha da gelişmesi ve insanın boyunduruğu altına giren tabi “kaynaklar”ın artmasından sonra egemenlik erkeğin eline geçiyor. Bu tabi kaynakların kullanımına yaban hayvanlarının ehlileştirilmesi de akarsulardan uzaktaki yerleşim bölgelerine su taşınması da birer örnek. Şu an içinde bulunduğumuz koşulların suçluları, bunları düşünen ve çağları deviren o eski insanlar değildi. Hayatta kalabilmenin yolunu arayan insan farklı zamanlarda ve mekanlarda aradığını buldu. Ardından da karnı tok olan daha fazlasını aradı ve o da bulundu. Artık bulunmuyor. O tabii kaynakların tükenişine şahitlik etmek bize bir ödev atıyor. Şu anda bizler de hayatta kalabilmenin yolunu bulma peşindeyiz, topuğumuza sıkmışız ve bunu yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Ama anlamak yetmez, anlatmak da gerek. Bir sonraki adım Attenborough Bey’in zamanında başarmaya yetemediğini yapmak, düzeltmek. Burada çevre sorunu ve kadına şiddetin ortak noktası açıkça görülemeyebilir. Çemberin dışına doğru gidelim ve bir daha bakalım. Kendini üstün cins/ırk ilan eden kesimler daima diğerlerine eziyetle bunu anlattılar bize. İnsan; bu üstünlüğü eziyetle ispatladı ve ispatlamaya devam ediyor. Özne değişiyor; kadın, çocuk, başka canlı türleri. O kocaman kürenin üzerinde bir şeyler mütemadiyen zarar görüyor. Bizim şimdilik bildiğimiz kadarıyla aklımızın sınırlarının diğer canlılara nazaran daha üstün oluşundan kaynaklanan ve çoğu zaman lafını bile etmediğimiz zararlar başka; hayatta kalmaya çalışmak bambaşka. Biz insanlarla ve hayvanlarla ve diğer her şeyle beraber yaşayabilmişiz bundan evvel, çıkardığımız sesler belli başlı yörelerde ortak anlamlara sahip, kurduğumuz yüzlerce dil var. Şu an yaptığımız hayatta kalmak değil, kadın cinayetleri veya doğa talanları biz insanlar hayatta kalabilelim diye değil; birileri daha çok hayatta kalsın, üstün olduğu gerçeğini her bedene ölümle kazıyabilsin diye.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Metalürji ve Malzeme Mühendisliği ikinci sınıf öğrencisi olarak. Görülüp anlaşıldığı kadarıyla çözümü hayli uzun sürecek Boğaziçi kayyum rektör meselesi hakkında ne düşünüyorsun. Eğitimin bulunduğu bu noktadan gelecek sana nasıl görünüyor
"Rektör" kelimesinin TDK'de yazan anlamı; "Üniversitenin tüzel kişiliğini temsil eden, yönetimden, eğitim ve öğretimin düzenli yürütülmesinden sorumlu profesör". Temsiliyeti atayacak olan bir insan, bakanlık veya cumhurbaşkanı değil, temsil edilen insanlar olmalı ki bu bizim bahsimizde öğrencilere denk geliyor. Aynı tartışmalar, itirazlar ve haklı direnişler benim üniversitemde de oldu. Yine kapılara ve kampüse çevik kuvvet birikmişti. Bu etki ve tepki biçimi ayrıntılı bakınca, dönemin koşulları irdelenince değişebilir fakat protestolara saygı duyulmamasını bir kenara bırakalım, bu eylemler hukuka aykırı bir şiddetle cevaplandı ve hâlâ da öyle cevaplanıyor. “Böyle olmaz” diyoruz ve gördüğümüz üzere olmuyor. Bu üniversitenin Boğaziçi veya ODTÜ olması hiçbir tepkiyi daha haklı kılmıyor. Özel olan tek şey; farzımuhal Nevşehir’deki üniversiteye atanan rektör duyulmuyor fakat şimdiki gibi aynı atama ülkenin akademide başı çeken üniversitelerinde gerçekleşince duyuluyor. Kamuoyunun bu konu hakkında daha yeni bilgilendiğini görüyoruz ama mesele 2016’da cumhurbaşkanına rektör atama yetkisi veren bir önergeyle başladı, o zaman da sesler yükseliyordu, şimdi de yükseliyor. Geç kalınmış çokça tepki; en büyük zararı sesini yükselten o insanların umuduna veriyor. Akademi bize sormayı, cevap almayı, alınan cevabı kullanmayı, çıkarımlarda bulunmayı ve öğrenmeyi öğretir. Bu yollardan hakkını vererek geçmiş veya geçiyor olan bir birey; Boğaziçi’nden veya başka üniversitelerden yükselen bu dalganın sebebini çok net görebilir. Sorulan sorulara cevap verilmiyor; ya kocaman bir sessizlikle baş başa kalıyoruz ya da gaz fişekleri ve terör suçlamalarıyla. Bu ülkede kurmak istediğim gelecek elbette puslu görünüyor bana, nasıl görünmesin? Sizi destekleyeceğini düşündüğünüz kurumlar canını kaybedip kuklalara dönüşmeye başlarsa ne yaparsınız? Kaçmak bir fikir, kendine başka bir destek bulmak ki bu birçok dostumun tanıdığımın en büyük hayali; bu ülkeden gitmek. Yanlışa “yanlış” diyerek yaşamak istiyoruz, o sokaklardan geri duramıyoruz bu yüzden. Ama işte yarın kimin kafasına ineceği belirsiz bir giyotin var sokaklarda. O yüzden kaçmak bir fikir. Kalmak ve bunu göze almak da tabii. Bir şeyler değişecek çünkü değişmek zorunda, çünkü hiçbir şey olduğu gibi duramaz. “Madem adaletin ekmeği bu kadar önemli, / Onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin?” diye soruyor Brecht ve cevaplıyor “halk” diye bir şiirinde. Biz halksak ve karnımız adalete acıktıysa, adaletin ekmeğini biz pişireceğiz. Bu bazen sokaklardaki giyotinden kaçmayarak olacak, bazen laboratuvarlarda soğuk terler döküp anlamaya çalışarak. Envaiçeşit fırınımız var, o ekmek pişecek.
Bir Günün Parçaları:
Erken kalkmak için içten bir sebebim varsa gözlerimin açılması kolay. Şayet zorlama bir iş içinse alarmlar ardı ardına öter, bütün ev ya da yurt arkadaşlarım benden önce birkaç kere uyanır. Uyandıktan sonrası kolay, içeriye temiz hava doldurma protokolü başlar. İstanbul'da daha az, Ankara'da bolca kuş sesi bu protokolün sayesinde odaya doluverir. Yaşam alanı kahvaltısız ve kahvesiz terk edilmez yoksa günün bereketini kaçırmış gibi hissederim. Sabah ritüelleri bitince yurttan çıkıp derslerimin bulunduğu bölümlere yürürüm, derslerime girerim. Aralarda dostlarımla muhabbet ederim, fuşya termosumda daima etrafımdakilere ikram edecek kahvem veya anason çayım bulunur. Akademik görevler sona erdi miydi hava durumuna bağlı olarak belli yerlere doğru yürürüm; Devrim’e, bostana, tenis kortlarına veya Yalıncak’a. Yine insanlarla rastlaşırım, aniden saatlik muhabbetler içinde bulurum kendimi ki bu beni çok mutlu eder. Hava güzelse fizik ve kimya bölümü arasındaki çimlere oturur kendimi eylerim, top çeviririm, kitap okurum, müzik dinlerim, şekerlerim, kendimle sohbet ederim. Yurda geri dönüp eşyalarımdan ve günün ağırlığından dökülünce de tekrar toparlanırım. Kampüsün dışında işim varsa onları hallederim, yoksa yurtta kahvemi demlerim, bir süre öylesine yürüdükten sonra kütüphaneye giderim. Geceye kadar ders çalışırım ve bir şeyler okurum. Aralarda kütüphanenin arka tarafına çıkıp Ankara'nın gece seslerini dinlerim, sigara içerim. Onca insanla beraber farklı ve fakat aynı şeye emek vermek, saatlerce okumak, çalışmak bana iyi gelir; kendimi biraz daha cesur hissederim. Kütüphanedeki işim bittikten sonra günün posasını oradan yurda dönerken toplarım ellerimle ve gözlerimle. Her zaman soğuk olan hava, etrafın ıssızlığı ve aynı zamanda güvenilirliği, tanıdıklığı. Yurda vardıktan sonra oda arkadaşım Berrin’le günümüzü konuşuruz, günün birbirimize kalan kısımlarını. Sonrasında bir şeyler izlerim veya kitap okurum, örgü örerim. Berrin’e her gece uyumadan önce bir şiir okurum. İçeriye temiz hava doldurma protokolü son kez gerçekleştirilir, ormandan odaya bu defa köpek ulumaları doluşur, yatak döşek biraz üşür ki bu iyi bir uykunun habercisidir.
Takılanlar :
Aklına takılan mevzu: bağlılık ve bağımsızlık
Gözlerine takılan görüntü: büyük çamların üstünde karlar
Kulaklarına takılan ses: “günaydın”
Diline takılan söz: “insan sadece ayaklarıyla koşmaz ki”
Ayaklarına takılan yer: ODTÜ, bölümümün bahçesi
Ellerine takılan his: daha demin yere düşen karın serinliği
Burnuna takılan koku: taze çay
Damağına takılan tat: tulum peyniri ve bazlama
Vücuduna takılan hareket (spor): halay!
Varlığına takılan soru: neden?
Hafızasına takılan kitap: Göçebe Yazıtları – Ozan Çağım Şiyve
Kendine soru: Yazmak nedendir?
Kendine yanıt: Georgi Gospodinov, Hüznün Fiziği kitabında; ülserin tedavisi için sülük kullanıldığından bahsediyor. Sülük boğaza konuluyor, yutkunulduktan sonra yavaşça mideye iniyor. Midenin iç yüzündeki yara, sülüğün ilerlerken ardında bıraktığı salgı sayesinde iyileşiyor. Bundan bahsedilen bölüm, kitapta şu şekilde sona eriyor; “Bazen yazarken kendini sümüklüböcek gibi hissediyor. Belirsiz bir yönde sürünüyor (yön belli aslında – her şeyin gittiği yer), peşindeyse kelimelerden oluşan bir iz bırakıyor. Onu takip ederek bir gün geri döneceği yok, ama yol boyunca, istemeden de olsa, o iz birilerinin ülserine iyi gelebilir. Kendi ülserineyse – nadiren”. Georgi Bey’in kendi ülserinden bahsetmesi, belli ki bana iyi geliyor. İzlerin; insanların gözüne değdiklerinde sahip oldukları o muktedirliğe hayranım. Ne pahasına olursa olsun, o izi bırakmakta kararlıyım. Yöntem değişir, araçlar ve ben de değişebilirim. Misal bir zorbaya dönüşsem bile zorbalığın izini bırakmış olurum ki bu çok öğreticidir, nasıl zorba olunmayacağını öğretir.
İnsan insanın kurdudur; diyorlar. Hayır, tam aksine ; insan insanın hatırasıdır. Bu minval üzere söyleşi için teşekkür ederim. Bilesin ki kelimelerinin duru samimiyetinden hoşnut kaldım.
Anlamlı sorular ve bu hatıra için ben de teşekkür ederim.