Kas kütlesini arttırmak için öncelikle acı çekmek gerekiyor. Öncelikle o kasları parçalamak, vücudu yıkıma uğratmak ve sonra yeniden yapılandırmak. Kafatasımızın içinde kas taşımıyoruz, biliyorum. Ancak kafatasımızın içinde taşıdığımız şeyi de yıkıma uğratmanın çeşitli yolları olduğunu görüyorum. Bugün bunlardan sadece birine değineceğim. Benim çokça kullandığım ve heyecan duyduğum bir şeyle sizleri de heyecanlandırmaya çalışacağım.
Seksenli, doksanlı ve hatta iki binli yıllarda öncelik verilen IQ (intelligence quotient) zamanla yerini EQ’ya (Emotional Quotient) bıraktı. Pandemi ile birlikte dijital zekânın öneminin arttığını ve son dönemlerde kültürlerarası zekânın toplumu anlama yönünde pay aldığını söyleyebilirim. Ancak burada ders anlatmayacak ve şiirin duygusal zekâya, çeviri şiirin ise duygusal-kültürlerarası zekâya nasıl yön verdiğini açmaya, irdelemeye çalışacağım.
Günlük yaşamda kullandığımız dil ile yazın hayatında kullandığımız dil birbirinden oldukça farklı, düşünürken bazı şeyleri derinleştiriyoruz sanırım. Bazen de bu derinleştirdiklerimizi yazıya dökemiyoruz. Kullanılan dilin farklılığına bir de ‘’ana’’ ile ‘’resmi’’ kavgası eklenince iş tümden karışıyor. Burada dil üzerinden bir mağdurizm yaratmaya çalışmıyorum aksine dilin zenginliğinin düşünceyi nasıl yordayacağını eşeliyorum. Peki dil mi düşünceyi yoksa düşünce mi dili yorduyordu?
Bilmediğimiz bir dilin çevirisini okuduğumuz zaman bizim düşünce kalıbımıza, şemalarımıza ve dil örtümüze uymayan bir şeyi tanımaya çalışıyoruz. Bildiğimiz diller bizim konfor alanımızdır diye düşünüyorum. Bu vesileyle bizler, konfor alanımızın dışına çıkıyoruz. Kabuğu kırmanın yolu da bu değil mi? İnsan doğumla beraber çıkmıyor mu konfor alanının dışına? Peki dil üzerinde nasıl yapacağız bunu? Evet; iki dile de hâkim insanlardan edinilen, akademiyi kültür ile besleyen insanlardan alınan doğru çevirilerle…
Yeni bir şiir kalıbı öğrenebildiğimiz gibi bazen kalıpların şiir içerisinde bizleri ne denli aptallaştırdığını da fark edebiliyoruz. Çeviri şarkılarda, çeviri kitaplarda, çeviri olan her şeyde geçerli bu! Bakmayın bazı edebiyat mecralarının birkaç dili toplayıp ‘’biz evrenseliz’’ mesajı vermeye çalıştığına. Zira benim evimde de akşamları dört dil konuşuluyor ve Margosyan’ın kedisi “Mestan’’ bizimle yaşamıyor.
Konu oldukça soyut, sizlerle yüz yüze olup anlatamıyorum uzunca. Bir örnek üzerinden konuyu işleyeceğim. Okuduğum Ortadoğu Edebiyatı içerisinde savaşlara, göçlere, ölümlere daima rastlıyorum. Basit bir tanım yapmam gerekirse çeviriyi yeniden yapılandırmaya çalışırken “zihnimi mülteci hale getiriyorum’’ ve onu konfor kabuğundan alıkoyuyorum. Bunun örneğini yakın zamanda dinlediğim ‘’Ekim sana ne kadar çok benziyor’’ adlı bir şarkının sözleri ile vereceğim. Dinlemek isteyenler ‘’ Şho Biyişbhik Teshreen’’* şeklinde aratabilir. Ben doğrudan Türkçe halini açacağım.
“Kalbim hala acı çekiyor ama aşkın için verdiği söze de sadık. Seviyor ama emin olmayı da istiyor bir yandan, kimin için attığından! Gidersen Allah yolunu açık etsin ama kalırsan yerin değişmeyecek. Şunu da söylemem lazım, ekim sana ne kadar çok benziyor! Gaddar, hiç uyarmıyor birden kışı getiriyor.’’
Sanıyorum bu anlamı kendi dilimizde de kurabiliriz. Ancak kendi dilimizde kurarken buradaki gibi düşünemeyiz. Kendi kültürümüz, kendi dilimiz bizi daima sınırlandırır. Yani diller bizler için bir sınır, çeviri ise sınırsızlık barındırır. Belki de bu yüzden Mahmud Derviş, Selim Barakat’a kendi dilini koruduğu için teşekkür etmiştir.** Anadili Kürtçe olmasına rağmen, varlığını Kürtçe’nin dışında da belirgin kılabildiği için! Peki, bizlerin varlığı henüz anadillerimizde dahi belirsizken ne yapacağız? Görüşmek üzere!
Ben şimdi zihnimin hiç ışık görmemiş noktalarına doğru ilerliyorum.
Ancak elimde atalarımdan kalma bir fener tutuyorum, inanıyorum.
*https://www.youtube.com/watch?v=d9Wb2SIgZtk
**https://ceviriveotesi.org/2020/11/12/mahmud-dervis-kurdun-yalniz-ruzgari-var/