Güray Köksoy’un Uzun Vedalar Kenti adlı şiir kitabı üzerine…Ayfer Karakaş – Güray Köksoy Söyleşisi

FacebookTwitter

A.K ; Kapak fotoğrafı size ait. Fotoğrafçılıkla bir ilginiz var mı? Şiir de bir tür fotoğraf çekmektir bence; anın, durumun, duyguların, meselelerin… Siz ne dersiniz?

 

G.K; Evet, fotoğrafla ilgim 2004 yılında çalıştığım bir dergide başladı. Daha sonra fotomuhabir olarak çeşitli basın kuruluşlarında çalıştım. Okul ve ürün fotoğrafçılığıyla da bir süre meşgul oldum.

Fotoğrafın elbette şiir üzerinde çeşitli etkileri var, tıpkı diğer sanat ve kültür alanlarının etkileri gibi. Bir fotoğrafı çekerken duygum, -her ne kadar bir odağın ve çevresindekilerin anlatımını öne alsa da- deklanşöre bastığım anın dışında kalanları da içeren bir boşluk duygusudur. Bunu şiirde de yaşarım. Çünkü fotoğrafta da şiirde de o kareye ya da dizeye girmeyen ya da giremeyen bir figür, motif, renk, ışık, sözcük, vurgu vs vardır ki bunlar sayılamayacak denli çoktur. Hayatın akışına da uygundur bu. Şiirde nasıl ki bir kesin bitiş yoksa fotoğrafta da yoktur. Örneğin, ben bir fotoğrafa bakarken karenin dışına taşan yaşama giderim; burada artık fotoğraf, zaman ve mekân algımı sarsarak beni yeni bir imgeye çağırır. Bunu şiir okurken de yaşarım. Şiirin bittiği yerde okurun düş dünyasındaki yolculuk başlar. Böylece şiir, okuyucusunda; fotoğraf da izleyicisinde sürer gider.

 

A.K; “En Uzun Gece” şiirinizde “Pazara gidelim, daha ucuza buluruz/ Neleri kaybettiysek daha ucuza” diyorsunuz. Bu dizeler bana “Dağılmış Pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar/ Ve dağılmış pazar yerlerine memleket” dizelerini anımsattı. Siyasete bulaşmadan nasıl olur bilmiyorum ama edebiyat belki biraz da bunun için var. Pazardan neleri ucuza alabiliriz sizce?

 

G.K; Sorunuzda, dizelerine yer verdiğiniz Edip Cansever ve genel anlamda İkinci Yeni şairleri; toplumun gerçeklerinden, sokağın sesinden uzak olmakla, halktan kopuk bir şiir dili kurmakla eleştirilmişti ve bugün de onları benzer şekilde eleştirenler var. Ancak Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın ardından yazılmış belki de en iyi şiirlerden biri yine Edip Cansever’e ait Ölü mü Denir adlı şiirdir. Cemal Süreya’nın Göçebe, Turgut Uyar’ın Öndeyiş veya Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı şiirleri toplumdan, politikadan uzak mıdır? Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Günümüz şiirini apolitik vazeden bazı “usta” şairler de var. Bunlar, dillerinden düşürmedikleri diyalektiği, günümüz koşullarına uyarlamanın zorluğunu kıyasıya yaşayan ve şiiri, kadrolaştırdıkları “toplumcu gerçekçi” kamp içine sığdırmaya hevesli bir edebiyat zümresidir. Yerleri sağlamdır. Bilirkişilerdir. Her daim jüri üyesidirler.

Oysa şiir, tarih boyunca politik olmuştur. Zira bunun aksi şiirin varlığına aykırıdır. Şiir, doğası gereği zulmün, kötülüğün, haksızlığın karşısındadır. Saraylara karşı halkın isyanına bayrak olmuştur. Devrimcidir, ilericidir. Yaşamı, adaleti; haklıdan, ezilenden yana olmayı; barışı, aydınlığı, doğruluğu, güzelliği savunur. Bu savunu, zaten başlı başına politik bir tutumdur.

Bugün ülkece baskıcı, totaliter bir rejimin içinde acı çekiyoruz. Hukuk askıya alınmış durumda. Medyanın büyük bir kısmı satın alınmış. İktidardaki bir avuç sermaye koruyucusu, tahtını bir milim sarsana zindanı gösteriyor. Bu nedenle, toplumun her kesimi öyle ya da böyle memleket meselesinin bağrında yer alıyor. Sorunuzdaki semt pazarları da artık yaşama uğraşının bir sembolü haline geldi. Eline mikrofon alan, çarşıya pazara dalıp hayat pahalılığından bezmiş yurttaşa sorular soruyor. Buradan da bir video pazarı besleniyor.

 

Sözünü ettiğiniz şiirdeki “Pazar” sanırım artık çok eskilerdeki pazarları anımsatıyor. Zira artık yakıcı hayat pahalılığı çemberi içinde ucuza alınabilecek bir şey kalmamış gibi. Ben de sanırım bu eski anılar pazarından bir cümle seçtim. Geçenlerde pazara giden bir arkadaşımla konuşurken dedi ki: “Tezgâhtaki fiyatlar da artık marketlerdeki gibi.” Dedim, o halde neden pazardan alıyorsun? Cevabı şu oldu: “Eski bir alışkanlık!

 

A.K; “Hiç” şiirinizde “Dağılacaksın başka yolun yok/ Her parçanda birer şiir fişeği” dizelerini çok sevdim. Dağılmak ve ardından toparlanmak… Nasıl olur, ne ile olur, kim ile olur?

 

G.K; İnsan, doğumla ölüm arasına sıkışmış, kendini kısacık ömründe var etmeye çalışan, belirsizliklerle kuşatılmış bir varlık. Bu varoluş savaşı kendinle bile güçken dışarıyla verilen savaş çok daha güç elbette. Sözünü ettiğiniz yerdeki insan, ölüm-yaşam çelişkisi içinde bocalayan bir figür. Hiç şiiri, bir yandan da ölülerin yaşamı onardığına dair bir imge geliştiriyor. Dağılmak ve toparlanmak karşıtlığından daha çok, hiçlik düşüncesi ve var olma sorunu üzerine inşa edilmiş dizelerdir diyebilirim.

 

A.K; “Sabahın Ağrısında” şiirinizde “ Başucumda Nilgün ve Füruğ/ Bir uzaklar kitabından vuslatlar okuyordu” dizelerinde Nilgün Marmara ve Füruğ Ferruhzad ile karşılaştım. Bu dizeler özelinde bu iki kadın şairin sizdeki yansımalarını ve etkilerini öğrenebilir miyiz?

 

G.K; Hem Marmara, hem de Ferruhzad, bazı şiirleriyle beni etkilemiş şairlerden. İkisi de çok genç yaşta hayatını kaybetti. Kendi biricik günlerinin öğlenine bile varmamışlardı henüz. Onların fotoğraflarına baktığımda, şiirlerini okuduğumda hüzünden doğan bir ışık görürüm. Sabahın ağrısıdır bu ışık; yarım, eksik, buruk bir ışıktır. Şiirin başında, Sezilmemiş Aşka Gazel adlı şiirinden alıntı yaptığım Lorca gibi. O da henüz 38 yaşındaydı faşistler tarafından öldürüldüğünde. Başucumda, umut verici dizeler okumalarını düşlemem bundandır. Gencecik ölümlerin boğucu sıcağını dağıtan bir rüzgâr çıksın diye duyduğum ozanca bir istektir.

A.K; “Sizeben” şiirinizi dize ve sözcük kurulumu bakımından diğerlerinden farklı buldum. Bana İkinci Yeni tadı verdi. Geleneği düşünerek sizin kendinizi yakın bulduğunuz bir dönem var mı?

 

G.K; İkinci Yeni’nin, çağdaş şiirimizde kapladığı oylum ve gelecek kuşağa aktardığı birikim kuşkusuz önemli. Birinci Yeni ya da daha çok bilinen adıyla Garip de öyle. 1940 Kuşağı’nın toplumcu gerçekçileri de, 12 Eylül sonrası şiirindeki arayışlar da, Yenibütüncü Şiir de… Ben 2000 sonrası kuşağın içinde yer alan ve bu geniş dağardan yararlanan biriyim. Öte yandan halk edebiyatının, tasavvuf edebiyatının çağladığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Muazzam bir gelenek var. Tüm bunların yanı sıra Dünya Edebiyatı’nın esin verici kaynakları da gelişime büyük olanak sunuyor. Her şairi, hatta her şiiri kendi kuralları, işleyişi olan bir okul olarak kabul ediyorum. Bu bakımdan kendimi bir geleneğin, ekolün ya da ailenin parçası olarak değil, büyük şiir ülkesinin bir yurttaşı olarak görüyorum.

 

A.K; Bir şair olarak şiire dair birkaç söz söylemek isterseniz neler dersiniz?

 

G.K; Şiir, hayata inancımı artıran bir dayanak noktası benim için. Özellikle ülkemizde ve dünyanın pek çok coğrafyasında her gün diz boyu bin türlü kepazelik yaşanırken, şiirin dili örgütleyerek çizdiği eşsiz ufuk, geleceğe dair umudumu diri tutuyor. Şiirin değiştirici, devrimci gücüne her zaman inandım. İnsanlık tarihinin en zorlu, en karanlık günlerinde bile bir dizeyle meydanlar ayağa kalkmış, büyük kitleler bir şiirin coşkusunda kenetlenmiştir. Bugünün meta fetişizmine yaslanan, pespaye, sığ iletişim kültüründe şiir, kırılma noktasındaki eşiği belirleyen diyalektik güç olacaktır.

FacebookTwitter
FacebookTwitter