HÜSEYİN FERHAD’IN ŞİİRİ   – RAMİS DARA

FacebookTwitter

 

Türk şiirinin ayrıksı sesi Hüseyin Ferhad’la, onun şairlik ve deneme yazarlığı, benim yazarlık-eleştirmenlik uğraşımızın başlarında, Şubat 1982-Şubat 1987 tarihlerinde beş yıl, Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Film-Radyo-Televizyon ile Eğitim Merkezinde birlikte çalışmış, bir tür okul arkadaşlığı yapmıştık. Onun ilk iki şiir kitabı ve benim bir şiir yazıları kitabım –ile iki Albert Camus çevirim, tek kitap halinde– o yıllarda yayımlanmıştı. İşyeri okuyup yazmamız, edebiyat çalışmalarımız için çok uygundu ve yazdıklarımızı ilkin birbirimize gösterir, ilk yorum ve eleştirileri birbirimizden alırdık.

Yükseköğrenimini burada gördüğü, işyerine de benden önce girdiği için Hüseyin’in Ankara’da en yakını Ahmet Erhan olmak üzere hazır bir arkadaş çevresi vardı. Adnan Azar, Haydar Ergülen, Behçet Aysan gibi ilk şiir kitapları Yaşar Miraç’ın Yeni Türkü yayınlarının kapağı basma desenli dizisinden çıkan şairlerin yanı sıra Hayati Baki, Adnan Satıcı, Muammer Karadaş, Salih Bolat, Cihan Oğuz gibi şairlerle arkadaşlıklarımız oldu. (Hüseyin’le Adnan’ın ilk kitapları da sonradan bu diziden çıkmıştı.)

Hüseyin ilk kitabının adını “Güneye Savrulur Güvercinler” olarak düşünüyordu, ben bunu tutmadığımı söyleyince ikinci seçeneği Deniz Çobanları’nda karar kılmıştı.

Burada yer yer anılarımızdan da hareketle Hüseyin Ferhad’ın (1954) bugüne değin yayımlanmış sekiz şiir kitabına değinip sonra kısa bir toplu değerlendirme yapmaya çalışacağım.

*

Hatay’ın Suriye’ye –ve  Gaziantep’e– komşu, Amanos dağları eteklerindeki ilçesi Hassa’da doğmuş olan Hüseyin Ferhad’ın (Hameş’in) 1982’de  yayımlanan ilk şiir kitabı Deniz Çobanları‘nda, uyaklara yaslanan halk şiiri ve modern şiir karışımı şiirler bulunmakta. Arka planda mesel ve söylence yaratma hevesi taşıyan şiirler bunlar.

*

1984’te yayımlanan ikinci kitap Ve Yürüdük Gecenin Ateşleri İçinden’de tarih ve mitoloji öğeleri biraz daha baskın. Lirik ve epik evliliği belirginlik kazanmış. Bu dönemdeki şiirlerin son dokunuşlarına tanıklık etmiştim. Hüseyin kardeşim, şiirlerini ve denemelerini kurşunkalem ve silgiyle inci gibi güzel ve okunaklı bir yazıyla yazar, sonra daktiloda temize çekerdi. (Daktiloyla yazdığımız metinler üzerinde de daksil’le düzeltmeler yapardık o yıllar!)

O sıralarda şiirlerinde sık kullandığını fark ettiği “lif” sözcüklerini arayıp bunları ayıklayıp atmıştı şairimiz. Şimdi sonraki kitabına da bakınca lifin yerini bir anlamda o süreçte “çiy” sözcüğünün almış olduğunu görüyorum biraz.

Sevgili Hüseyin’e bir keresinde de başka bir sözcük ayıklaması sırasında tanık olmuştum.

(O yıllar Memet Fuat’ın Adam Sanat‘ı en gözde dergimizdi; orada şairimiz şiirlerini, ben de şairlerle ilgili eleştirel denemelerimi yayımlıyordum.)

Odasına sohbet için gittiğim bir ikindiüstü onu derin bir çalışma içinde bulmuştum; bana, son yolladığı şiirlerle ilgili Memet Fuat’tan mektup aldığını, Memet ağabeyin şiirlerindeki eski sözcüklere karşı çıktığını, bunun bir moda gibi yaygınlaşmasının dile zarar vermeye başladığını yazdığını; bu sebeple şiirlerindeki eski sözcükleri değiştirmekte olduğunu söyledi. Genelde eleştirilerimizi birbirinin yüzüne çekinmeden söylerdik, bu çok hassas konudaysa arkadaşım kırılmasın diye bir şey diyemedim, ama içimden bu sözcük değiştirme işlemini onaylamamıştım, şimdiyse çok da önemli değil, olabilir, duygusundayım.

(Bu arada şairin şiirlerinden sözcük ayıklayıp atma konusuna son kitabında kendisinin de değindiği görülüyor: “Şiir ve yazılarımda üstünü ilk çizdiklerim, ayıkladıklarım ‘gibi’ ilgeçleri olmuştur hep” (s. 547).)

Yeniden kitaba dönersek, o sıralar Octavio Paz’dan, Bozkurt Güvenç çevirisiyle Yalnızlık Dolambacı kitabını okumuş ve çok sevmiştik. Onun “Uçurumlar Dolambacı, I” ve “Uçurumlar Dolambacı, II” şiirlerindeki adın ve az da olsa atmosferin buradan geldiğini düşünüyorum.

Yine bir şiirin içinde geçen “bir sandığa kilitlenmiş Geçmiş’le Gelecek” (s. 39) dizesindeki “Geçmiş’le Gelecek” ifadesinde, Sabahattin Kudret Aksal’ın bu addaki, o yıllar bayılarak okuduğum deneme kitabından bir esinti var sanıyorum.

Gerçi Hüseyin’inin, biraz da Hilmi Yavuz sevgisiyle Zaman, Şiir, Gece, Ölüm, Hayal, Hakikat… gibi bazı özel değer atfettiği sözcüleri büyük harfle yazma tutkusu da vardı ya.

Şairin o yıllarda bazı şiirlerinde, deneme inceleme kitaplarından; en yakınımızdaki Ahmet Erhan’ınsa daha çok romanlardan ve filmlerden esinlendiğini gözlemlemiştim.

*

Hüseyin’in üçüncü kitabı Söyle Gölgen de Gitsin‘de (1993) düzyazı-şiirler ve zaman zaman uyaklarla desteklenen serbest şiirler, bir denge oluşturuyor.

İlk kitapta hedefini “Büyük Şiir” (s. 13) olarak koyan şairimiz, burada şiirin yanına “yüreği” ekliyor: Kitabın giriş şiirine, “Şiirin ve Yüreğin Tarihini Yazmayı Deneyenlere” adını koyuyor (s. 51). Yürek için burada, hayatı hissediş, algılayış, ya da insan diyebiliriz belki de.

İkinci bölümün ilk şiiri Anka’nın parantez içindeki açıklama başlığı, Şiirin Yeniden Doğuşu. Burada, hayat bir gün sekteye uğrarsa, onun şiirle birlikte yeniden doğacağı dile getiriliyor (s. 103).

Şairin aşkı-sevdayı somut nesnelere: “bukağı, zincir, maytap, şarap, zehir…” (s.  64), “kaplan tırnağı, tütün yaprağı, bir matara pekmez, bir çamçak şarap, kavrulmuş mısır…” (s. 74) gibi sözcüklere dayandırarak anlatması şiirini ilginç kılıyor.

Kitabın yayıldığı tarihi coğrafyaysa, çok geniş:

Orta Asya, kadim yurdum” (s. 95), “Türkiyem, sevgili yurdum, kolları bağlı ülke” (üç kez: ss.119-120) ve, “Haritalara sığmaz Osmanlı İmparatorluğu” (s, 142).

Öte yandan Türkler öncesi Anadolu da var: “Hektor yıkılmadı daha, Troya’da.” (iki kez: s. 127).

*

Dördüncü kitap Hayal Ülkesinin Keşfi (1995), her biri dokuz bağımsız şiirden oluşma dokuz baplı (kapılı – bölümlü) bir kitap.

Dokuz, Şamanizmin ve Eski Türklerin kutsal sayısı.

Kitapta biraz hayali dinler ve insanlık tarihiyle Türk tarihinden anekdotlar, meseller, hikâyeler, serüvenler anlatılıyor. “Sanki kurgusal bir zaman diliminde” (s. 175) birkaç yüzyıllık, hatta bin yıllık hayatlar yaşayan bir kahraman (şair) ya da kahramanlar aracılığıyla.

Kahraman diyerek tekil de ifade ettim: Kitaplar boyunca şair kendi adını soyadını, sadece adını, sadece soyadını, gündeme getirir durur. Bu gizli büyüklenme duygusunu da, yer yer, şiir kişisini, anlatıcı beni, aşağılayarak dengeler.  Sıklıkla “bencileyin hayta” ifadesine başvurur. Bir kitabında “soytarı” (6. kitap Sîmurg, s. 349), bir diğerinde de “yalancının tekidir Hüseyin Ferhad” (7. kitap Gizli Âyinler, s. 467) der.

Bu arada şair şiirine gerçeklik, sahihlik, yaşamsallık duygusu katmak için, adını vererek kızını anar: “Dicle mehtaba karşı akar, ufka doğru. / Bu yüzden kızıma Dicle dedim.” (s. 184).

Şair sürekli bugünle geçmiş zamanlar arasında bağ kurmaktadır: “Mehmet Âkif’in seccadesi bin küsur yıl öncesine serilidir” (s. 244). Bir başka şiirde: “bin küsur yıl önceki suretim…”, “Yoksa çeker arabamı başka zamanlara giderdim.” (s. 249) ifadeleri görülür.

*

Şairimiz beşinci kitap Hazer İçin Birkaç Sarı Gül‘de (2000) de, önceki kitabın biçimini sürdürüp dokuzar parçalık şiirlere devam eder.

Kitabın başına da Oğuz Kağan Destanından bir parça alır.

Çağlar ve coğrafyalar arasında yolculuklar sürer burada da. Arada bir de bu günlere uğrar: “Devemi ıhtırdım, şimdi’ye indim.” (s. 308)

*

Altıncı kitap Sîmurg (2004), baştan sona kısa dizeli, yarım uyaklı, dörtlüklerle kurulu bir destan gibi.

Üçüncü kitaptaki Anka (s. 103), burada ünlü efsanenin başka bir adlandırması olan sözcükle ve hem de kitaba ad olarak öne gelir: Simurg. Şair, sözcüğü, Farsça telaffuzundaki gibi “î” ile yazar.

Yedi Askı adıyla bilinen İslam öncesi Arap şairlerinden ilki İmruʾu’l-Kays’tan Cemal Süreya’ya Turgut Uyar’a, Divan şairlerine salınışlarla özellikle eski Arap coğrafyasında gezinilir.

Bu kitabın başına ikinci baskıdan itibaren konulan ve şairin şiir kaynaklarını göstermesi açısından çok ilginç bir denemeden, yazının sonunda ayrıca söz etmek istiyorum.

*

Yedinci kitap Gizli Âyinler‘de (2008) de yine kültür şiirleri yer alır, dün bugün döngüsünde. Şairimiz, Dağlarca’nın “Türkçem benim ses bayrağım” ifadesine göndermeyle “artık ses bayrağın değildir Türkçe / yurdundur / yurdun” (s. 410) diyerek iddiasını sürdürür.

Kitapta İbrani alfabesinin ilk on harfine iki bölüm halinde ikişer şiir yazılması da ilginç.

*

Sekizinci ve şimdilik son kitap, Nihayet Bir Cümledir İnsan (2019) adını taşıyor.

Gerçeklik boyutu olan bu ifadeyi okuyunca, bunun yerine duruma göre, daha bir özetle, ”insan bir sözcüktür” diye de söylenebilir diyordum ki, önceki kitaplardan Hayal Ülkesinin Keşfi’nde “alelade bir kelime bile yeter” (s. 189) şeklinde de bir ifade bulunduğunu fark ettim. Gerçi şair orada bunu hayat için söylemiş olsa da. Bağımsız dörtlük halinde şöyle:

 

Ne Romeo, ne Mecnun, ne Manas    

ne Hüsrev, ne berceste mısraı;    

alelade bir kelime bile yeter    

taçlandırmak için bazen hayatı.

 

Bu son kitapta da “Nihayet bir cümledir” ifadesi, hem “insan” hem “hayat” için söyleniyor (s. 500).

Kitapta ayrıca “Şair nihayet bir ulaktır.” (s. 499) da deniyor.

Bu kitap, hayallerden, tarihten biraz anılara, yakın geçmişe, bugünlere dönüş kitabı gibi de.

Baştan bu yana şairin sevdiği ikinci tekil emir kipiyle söylenen, sözcük ve seslenme tekrarlarıyla oluşturulan sıcak havalı serbest şiirler ağırlıkta.

Onca şair adının (belki otuz ve bazıları birkaç kez) anıldığı Hüseyin Ferhad şiirleri külliyatında nihayet “Faruk Nafiz ve ‘Han duvarları’” (s. 498) adları da ortaya çıkıyor; önceki kitaplarda da konuşmaya dayalı ya da hikâye havalı bazı şiirler F. N. Çamlıbel’i akla getirmekteydi çünkü.

*

Hüseyin’in, şiirlerinde, deneme inceleme kitaplarından yararlandığına tanık olduğumdan söz etmiştim. Bu durumun sonraları da sürdüğü görülüyor.

Daha önce Varlık dergisinde yayımlayıp oradan altıncı şiir kitabı Sîmurg‘un ikinci baskısının başına aldığı, “Yalnızlığın En Eski Tarifi” adlı denemede bunu kendisi çok güzel ortaya koyuyor. Bu deneme söz konusu şiir kitabını olduğu gibi şairin genel şiir dünyasına da ışık tutuyor. Burada Sîmurg‘daki şiirlerin kaynağının, başlıca iki kitap olduğu belirtilmekte: İgnac Goldziher’in Klasik Arap Literatürü ve Annemarie Schimmel’in Tasavvufun Boyutları kitapları. Birincisi, şiirlerde işlenen tarihi coğrafyayla ilgili fiziki bilgiler sağlarken, ikinci kitaptan kültürel-manevi bilgiler, şairin ifadesiyle hakikati arama ya da tasavvuf yolculuğunda atmosfer katkısı alınır.

Tasavvufun Boyutları kitabı işyeri arkadaşlığımız sıralarında da şairin el altı kitaplarından biriydi. Marguerite Yourcenar’ın Hadrianus’un Anıları kitabıyla birlikte –ki bu kitap Nihayet Bir Cümledir İnsan‘da ayrıntılarıyla ele alınıyor (ss. 545-549).

Hüseyin andığım denemede diğer kaynaklarını da şöyle sıralıyor: “başka kitaplar, filmler, fotoğraf albümleri, Antakya’dan canlı kaynaklar” (s. 325).

Şairimizin aşağı yukarı bütün şiir kitapları, düzyazı şiirler ve yer yer uyaklara yaslanan bildik şiirlerin birbirlerini izlemesiyle kurulu.

Ben kendi payıma kıvamını bulmuş düzyazı-şiirleri bildik serbest şiirlerden daha çok severim. Melih Cevdet Anday’ın, Baudelaire’in çoğu düzyazı-şiirini başeser olarak görürüm. Hüseyin’in düzyazı-şiirlerinin birçoğuysa kitaplar içinde atmosfer oluşturucu metinler konumunda. Düzyazı-şiir görüntülü bu metinlerin, denemelerin çoğu; bilgi verir gibidir, ama burada bilgiler değil, metnin genel yapısıdır hedeflenen, sunduğu atmosferdir.

Hüseyin’in sevilen şiirlerinin çoğuysa konuşma havasında, seslenmeli serbest-manzum karışımı şiirler.

Hüseyin, günümüz şiir ortamında, kendisinin de severek benimsediği gibi, şaman olarak (“Ne de olsa bir şamandım.”, s. 247 ve “Şölen bitti, mağarana dön şaman.”, s. 251) anılırken, kimi eleştirmen ve şairlerce Türkçü, ırkçı, şovenist olarak da suçlandı sanıyorum.

Bazı şiirlerinde bundan duyduğu üzüntüsünü dile getiriyor.

Hayal Ülkesinin Keşfi kitabının “Kurt Şöleni, IV” şiirinde “Anlıyordum; Türkiye Cumhuriyeti beni tedavülden kaldırıyordu, Bizans entrikalarıyla Mîr Hüseyin’i ‘eski çağ’daşlarına havale ediyordu.” (s. 246) diye yakınıyor.

Sîmurg kitabının birinci Zeyl’inde de “Mehmet Âkif’i Mısır’a mecbur kılan kahır” (s. 392) diye bir dize var ve şairin aklından da böyle şeyler geçtiği ima ediliyor.

Ama ben sevgili Hüseyin’in, en azından kendini “pagan” sayıp üç semavi din karşısındaki mesafeli tutumunu göz ardı etmiyorum.

Kitaplar boyunca onun belli bir kültüre, uygarlığa, inanışa bağlanmamasını, hepsine belli bir mesafede durmasını değerli buluyorum.

Daha ilk kitabındaki Metafizik şiirinde sevgilisini kilisede, sinagogta, camide (s. 15) araması gibi; üçüncü kitabında Lir ve Zencefil Yolu şiirindeki “‘cihâd’ denen ol cehennem” (115), Kül Denizi şiirindeki “Kilisede Kur’an okudum camide İncil” (s. 117) ifadelerini önemli sayıyorum.

Tek tanrılı dinlere uzaklık son kitapta da sürüyor: “Havra, kilise, cami: Taşlandım hep, taşlandım ve kovuldum. (…) Kayboldum diyorum, kayboldum sende ey yurdum!” (s. 512), “sunağın eşiğine diz çöküp din savaşlarının olmadığı bir dünya düşündüm” (s. 549).

Şair İstanbul’a bakarken de günümüzle birlikte geçmişi görür: “Bizans, Osmanlı, Cumhuriyet / iç içe üç bahçe…” (s. 517).

Ayrıca şiirlerde Türk, Kürt, Arap, Fars-Acem, biraz Çin kardeş kardeş ağırlanır. Hiçbir kavmin diğerinden üstün ya da geride olması söz konusu değil. Örneğin, şairin 1978’de Yeni Türkü ve Sanat Emeği dergilerinde yayımlanan ilk şiirinin adı “Kürt Çiçekleri”dir.

Bunları da göz önüne alarak ben kendi payıma Hüseyin’in Türkçü, ırkçı, aşırı milliyetçi olduğu eleştirilerine katılmam. 5 yılda haftanın neredeyse 6 günü beraber geçen (cumartesileri de Kızılay çevresinde diğer arkadaşlarla buluşur, çay ya da bira içerdik) dostluğumuz sırasında öyle değildi. TKP çizgisinden geldiğini söylerdi. (Bu, Ahmet Erhan’la birlikte Ataol Behramoğlu’na bağlılıklarından ileri gelen bir siyaset gibi gelirdi biraz bana.)

Hüseyin’in tek isteği farklı şiirler ve edebiyat tadı taşıyan denemeler yazmak, tarihe önemli bir şair yazar olarak geçmekti. Bu istek her şeyin önündeydi.

Sonraları siyasi açıdan eleştirilme sebeplerinden biri, onun bu şiir edebiyat tutkusuna ek olarak, doğallıktan biraz uzak, yapmacıklı, abartılı, özentili, gösterişçi, daha üst bir sınıftanmış, aristokratmış gibi davranmayı seven, seçen yanıydı belki de.

Gösterişi, ayrıksılığı severken; başka hiçbir şeyi ciddiye almaz görünüşü.

Bizim oraların deyişiyle “dünya yansa bir bölük hasırı yok” diye söylenen tınmazlık. Gamsızlık, kaygısızlık, umursamazlık.

Ne yalan söyleyeyim, benim tufanım yoktur, olmadı, olmayacak da. Zira deryada bir katre olmayı yeğ tutan bencileyin Türk/Moğol kökenli bir kalemşor için bütün kasırgalar mürekkep hokkasında mahfuzdurlar, bütün yağmurlar kalemimin belleğinde…” (s. 539) satırlarında anlatılan portre belki de. Tabii hemen vurgulayayım bir daha: Yanı sıra abartılı gösterişçilik.

Örneğin, Victor Hugo değil Victor Marie Hugo diyor son kitapta şair. Marie adını es geçmiyor (s. 535). Andığı kitapların mutlaka orijinal dildeki adını da veriyor; hatta şiir adını bile: Rimbaud’nun ünlü şiiri Sarhoş Gemi’nin Fransızcadaki adını metne yerleştiriyor, “(Le Bateau ivre”, s. 553) şeklinde. Sanki orijinal dildeki ad Türkçeye serbest çeviriyle-farklı bir yorumla çevrilmiş de şair bunu göstermek istiyor ya da bu şiiri orijinal dilinden okumuş-okuyor gibi.

Hazer İçin Birkaç Sarı Gül kitabındaki “Kanatlı Yılan, I” şiirinin bentleri arasına “Elf leyle ve leyle.” (s. 307) ifadesini yerleştirir, dört kez. Bu bir ifade değil, “Binbir Gece Masalları”nın Arapçadaki adıdır.

Son kitabındaki bir şiirinin başına da “(Proshschay Gyulsary)” (s. 521) sözlerini yerleştirmiştir. Bu da Cengiz Aytmatov’un Elveda Gülsarı öyküsünün Rusça orijinalinin –Latin harfleriyle yazılmış– adı.

Kendi payıma ben Hüseyin’in biraz da, lirik yoldan yürüyerek, son yılların dilimizdeki ilginç jargonuyla kankası, kan kardeşi konumundaki Ahmet Erhan’la yarışamayacağı için de tarih ve mitoloji aracılığıyla epik şiire yönelmiş olabileceğini düşünüyorum.

Gündelik hayatında çok zaman Adanalı gibi görünse de uygarlıklar kavşağı Hatay ili sınırları içinde doğup büyümesinin de bunda payı olabilir tabii. Seslenmeli destansı sesin onun doğasına uygunluğu da.

Hüseyin’in şiirlerinde geçen tarihi dini mitolojik insan ve coğrafi adlarla ilgili açıklamalı bir sözlük çalışması yapılsa ilginç olur.

Diyelim “alarmak”, “karalmak” gibi biraz kenarda köşede kalmış, az kullanılan, “unutulmaya yüz tutmuş kelime”ler (s. 540) de eklenebilir bu çalışmaya.

Yalnız farklı sözcük kullanma ve bunları ait olduğu (Arapça, Farsça) dillerdeki vurguyla yazma çabası bazen başına iş açıyor şairimizin:

Susma anlamına gelen “sükût” ile, düşme anlamına gelen “sukut” karıştırılıyor yer yer. Örneğin “Çu nehri sukut eder mi” (s. 313) diye geçen ifadedeki sözcük sükût olacak. Sözcük ya da bilgi yanlışı şiirlerde çok önemli sayılmayabilir, denebilir tabii.

Bir de hakikat (hakîkat) sözcüğü, inanılmaz şekilde “hâkikat” diye yazılmış üç beş şiirde!

Şair hece ve aruz ölçüsüne övgü düzüyor, bunları sevmeyen şair ve okurların zindana atılmasını istiyor son kitabında, biraz şakadan da olsa:

Aruz, hece, serbest nazım / ödenmiş birer fidye-i necat” (s. 436), “Kaleye zindana kapat / Aruz’a Hece’ye dudak bükeni,” (s. 444).

Hüseyin böyle diyor ama acaba heceyle aruzu kendisi ne ölçüde biliyor, diyebilir miyiz?

Ve uyak konusu.

Diyelim, “kibritini / kirpiklerini” (s. 470) ifadelerindeki “-ni” redifinden önceki i’ler özünde makbul uyak sayılmaz; başka uyak bulunmadığı için mecburen yarım uyak sayılsalar da.

Ya da “cinleri / diğerleri” (s. 471)  ifadelerindeki uyaklar nasıl uyaktır?

Hüseyin bu arada toplu şiirler kitabını “Divan” olarak görüyor.  Divanlar bilindiği üzere aruz vezniyle yazılmış çeşitli tarz şiirlerden oluşur, bazılarında bir iki istisnai hece şiiri de bulunur. Günümüz şairlerinin önde gelenlerinin serbest nazımla yazılmış toplu şiirleri de gelenek içinde modern divan sayılabilir mi, sayılsın diyelim.

Özetle, Hüseyin Ferhad’ın toplu şiirleri Kılıç İpekte Sınanır, birazı kitaplardan okunmuş, çokçası hayali, kurgulanmış bir tarih ya da tarihler üzerine söylenmiş sözlerden, yazılmış metinler ve şiirlerden oluşuyor. Onun Türk şiirinde farklı, ayrıksı bir renk, bir tat olduğu tartışma götürmez.

Okurlar da egzotik, eksantrik, farklı bir estetik tonla, boyuna tarihten, mitolojiden söz eden, yaşanmakta olan zamanla geçmişin masal zamanlarını birlikte dile getiren bu şairi ve şiirlerini seviyor.

Ve… Hüseyin’in toplu şiirler kitabının (dolayısıyla sekizinci ve şimdilik sonuncu kitabının) sonundaki kısa “sunu” metni, benim Ankara’dan ayrılmamla biten mesai arkadaşlığımızdan sonraki 36 yıl içinde onunla üç kez görüştüğümüzü hatırlamama vesile oldu.

İkisi Bursa’da, biri İstanbul’daydı bu görüşmelerimizin.

Hüseyin İstanbul’daki o buluşmamızı anıyor sunu’da. 21 Mart 1998’de, İzmir’den Sina Akyol, Bursa’dan ben, Hatay’dan o, ve Diyarbakır’dan Suzan Samancı, YKY’nın düzenlediği “İstanbul Dışında Yazmak” konulu bir panele katılmıştık.

Ne konuştuğumuzu unutmuştum ki orada okuduğum kısa metni Edebiyatçı Aydın Değildir kitabıma koyduğumu hatırladım.

Hüseyin’se o toplantıda Rimbaud’yla birlikte Hatay’dan Arap ülkelerine yaptıkları hayali yolculuğu anlattığını yazıyor: Rimbaud sonradan Etiyopya’ya giderken, Hüseyin Yesrib’e (Medine’ye) gitmiş. Aziz kardeşim sevgili Hüseyin Ferhad’ın son yıllarda İzmir’de yaşadığını duyuyor, kendisine daha nice şiirli yıllar diliyorum.

 

Not:

Hüseyin Ferhad’ın Toplu Şiirler (1982-2019) Kılıç İpekte Sınanır kitabının Ocak 2022’de yapılan 4. baskısında bulunan 8 şiir kitabı ve ilk yayım yılları:

Deniz Çobanları (1982)

Ve Yürüdük Gecenin Ateşleri İçinden (1984)

Söyle Gölgen de Gitsin (1993)

Hayal Ülkesinin Keşfi (1995)

Hazer İçin Birkaç Sarı Gül (2000)

Sîmurg (2004)

Gizli Âyinler (2008)

Nihayet Bir Cümledir İnsan (2019).

 

(Ramis Dara – Kış Geçer)

 

FacebookTwitter
FacebookTwitter