ÖTEKİLİĞİN ÖZELLEŞTİRİLEREK NESNELEŞTİRİLMESİ – Kemal Çalgan

FacebookTwitter

Öznel Olanın Özel ile Bağdaşmazlığı

“Ötekileştirmek”, bir şiddet biçimidir.

Bir toplumsal yapıda iki veya daha fazla “öteki”nin olması, sınıfsal ve ulusal baskılamayla (başkalaşmayla) alakalıdır. “Ötekileştirme” ise, neden ve sonuçların aynı “yapıda” birleştiği (aynılaştığı) hiyerarşinin insanı türsel eşdeğerlilikten düşürmesidir. Hiyerarşik tahakküm, toplumu toplumsal olanın gelişme dinamiklerinden alıkoyar. İnsanın “duygusal”, “zihinsel” ve “edimsel alanları” ayrıştırılarak, “ötekinin” inşasına gidilmektedir.

Kabul edilmelidir ki “toplumsal ötekileştirmeler”, farklı olan/farklılaşan toplumsal özellikler üzerinden yapılmaktadır. Egemenler insansal duruma ilişkin her noktayı politik argümanlaştırma içinde ele almakta, “ötekileştirmenin araçları” ise bu yolla yaratılmaktadır. “Ötekinin oluşumunda” doğulan yer, yapılan iş, cinsiyet ve cinsel yönelim, hatta boy ve kilo, dini inanç ile dil ve diğer her şey bir ayrıştırma işlevi görmekte ve dışlamanın karşı aracına dönüştürülmektedir.

Hiyerarşik toplum yapısında, güncel kadar tarihsel ötekileştirmelerle de karşılaşılmaktadır. Farklı sınıf ve gruplar arasındaki statü, güç, kaynak ve haklara erişim konusundaki eşitsizlikler “ötekini” yaratma süreçleridir. Türsel reflekslerden düşmüş “yapı” ve “grupların” hiyerarşik eşitsizlikte ortaya çıkan farklılıkları “küçümseme” ve “dışlama” gerekçesi haline getirmeleri, “ötekileştirmede” temel belirleyene dönüşmektedir. Elbette ki insan hem genel türselliği içindeki bireyselliğiyle hem de sınıf ve cemaati içinde birbirinden farklı tutum, algı ve edimleriyle aynı değildir. Her sınıf ve topluluğun oluşturduğu “değer yargısı” başkasına/ötekisine karşı bir “önyargıya” dönüşebilmektedir. Ötekileştirmeler, “kendinden saymamakla” alakalıdır. O açıdan “dışlanmalar” sadece grup dışı ilişkiler içinde açığa çıkmaz, grup içi ilişkilerde de benzer belirginlikte ortaya çıkabilmektedir. Alt grupların iki defa, hatta birçok defa “ötekileştirildiklerini” söylemek mümkündür. Bu yönüyle “ötekileştirmeler” tam da hiyerarşik sınıfsal bir eşitsizlik/eşdeğersizlik üzerine oturtulmaktadır. Türkiye örneği üzerinden pekiştirmeye çalışırsak, bu ülkede Kürtler kabullenilmeyenlerdir/ötekileştirilenlerdir. Ama herhalde ötekileştirilen Kürtler Mehmet Metiner ile Bekir Bozdağ gibileri değildir. Hatta benzeri tipler kabullenilmeyişlerinin ötesinde, resmi kabulün kriteri olarak değerlendirilmektedirler. Kürtler arasındaki sınıflaşmayı hesaba kattığımızda, homojen bir Kürtlükten bahsedilemeyeceğini söylemek mümkündür. Kürtler içinde de Alevi Kürtler inanç ve yaşam tarzlarıyla daha fazla ötekileştirilmişlerdir. Alevi Kürt Müslüman bir Kürt’e, solcu bir Alevi sıradan bir Alevi’ye, solcu bir kadın ise kendi yoldaşına göre daha fazla ötekileştirilebilmektedir. Aynı şey Türkler arasında da geçerlidir: Alevi Türkler Kürt Aleviler kadar ötekileştirilmişlerdir. Solcular cumhuriyet tarihi boyunca kabullenilmemiş, katliama uğramaktan kurtulamamışlardır. Kadınlar ile farklı cinsel eğilime sahip insanlar da hakeza öyle. Daha da çoğaltılabilir; Çingenelerden diğer etnik ve dini azınlıklara kadar ötekileştirilen birçok kesimden bahsetmek mümkündür. Demek ki, “ötekileştirilenler” hiyerarşik yapının neresinde durduklarına göre aynı “etkilenme” içinde bulunmamakta, birkaç defa “ötekileştirilebilmektedirler”. Kendini tekbiçim (uniform) üzerinde oluşturmuş tahakkümcü hiyerarşik yapı, toplumu da tek-nitelik etrafında kendi biçimine (egemen biçim) uydurma arayışındadır; laikler, kadınlar, LGBTİ+ bireyler, kendinden olmayan Müslümanlar, gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları ve barış yanlısı aktivistler ile daha birçok kesim bu kapsama dâhil edilmiştir.

Örneklerinden de görülebileceği gibi, ötekileştirme uygulamaları ötekileştirilenlerin “geri tutum” ve “yaklaşımlarından”, kendini aşmamış “bilinç” ve “edimlerinden” kaynaklanmamaktadır. Türkiye gerçeğinde olduğu gibi “aydın” ve “entelektüellerin” cumhuriyet tarihi boyunca hep dışlanmayla, sürülme ve baskıyla karşı karşıya kalmaları, “ötekileştirmenin nedenini” de ortaya koymaktadır: Devletin egemen erkiyle birlikte olmayan herkes “başkadır”. Egemenlerimiz nezdinde bu “başkalık”, bir yok etme gerekçesi haline gelebilir. Bu ülkede Kürtlerin, Aleviler ile diğer inanç ve azınlıkların, solcular ile kadın ve farklı yaşam ile farklı cinsel tercih sahibi olanların defalarca baskı ve katliamla karşı karşıya kalmalarının nedeni budur.

Egemenlerin baskı ve aşağılanmaya maruz bırakılanları “ötekileştirmede” güttüğü amaç, onlarda “doğal bir kabul (sorgulanmayan bir kabul ediş)” oluşturma istemidir.

“Ötekileştirme”, “ötekileşenin” kendi haklarından feragat etmesini yaratmaya dönüktür. Gerçekten de dışlanan toplum kesimleri kendi bireysel ve toplumsal haklarından vazgeçmeseler, egemenlerin dışsal baskısı bu denli etkili olamaz. Demek ki “ötekinin” biyolojik ve toplumsal haklarından edilmesinin ötekileştirilenlerce bir kabule dönüşmesi, aynı zamanda bir feragat biçimidir. Egemen yapıların yarattıkları olanaksızlık ve baskılamalar ne kadar büyük olursa olsun, insanın temel istenç ve isteklerinden ayrılmaması, ötekileştirmeye en büyük engeldir.

Demek ki kendi başına ne bir “ötekileştiren” bulunmakta ne de bir “ötekileştirilen” bulunmaktadır. “Ötekileştiren” ile “ötekileştirilenin” toplumsal dizaynda sahip oldukları/maruz kaldıkları “etki” ve “tepki” durumu, toplumsal konumlarının sınırlarını belirlemektedir.

Ötekileştirenin “etkisi” (yaptığı tesir), olması gereken toplumsal eşitliğin bozulmasını sağlamaya dönüktür. Bir “etkinin” etkilenen kuvvete sürekli etkir halde bulunması, karşılıklı toplumsallıktan düşmesini (arınmasını) getirir. İnsan kendi türselliği içinde “eşdeğerdir”. Her “ötekileştirme” ile “ötekileşme” durumu, eşdeğerlikten çıkmayı getirir. Gerçekten de “eşitler”, ötekileştirmez. Sınıfsal uygarlık ve yapılanma ancak “eşitsizlik” düzleminde kendini inşa edebilir. Eşitsizlikler üzerinden “süreklileşen etkimeyi” “sınırsız etkilemede” bir yapısal gerçeğe dönüştürme isteği, toplumsallığı arkalama isteğidir. “Belli bir iktidar biçimi toplumsal beden içinde uygulandığı andan itibaren hükümran mitolojisi artık mümkün değildir[1]”.

İktidarlar, ancak toplumsallıktan arınarak ayakta durabilirler. Toplumsallaşma ise iktidar ve tahakkümden arınmanın bir biçimidir. İnsan faaliyetliliği (bütün sosyal ve zihinsel üretim ve yaratım süreçleri) toplumsal içeriğinden edilmeden verili iktidarların tahakküm aracı haline getirilemez. Demek ki, “her toplumsal faaliyet” iktidar araçlarının denetiminden çıkmayla eşdeğerdir. İnsan “zihni” ve “duyusu”, diğer bir söylemle “bilinç” ve “edimi” ne oranda iktidardan koparsa, yani toplumsallığımıza ne kadar hitap eder hale gelirse, o denli kendine dönmüş olur. Bir şeyin kendine dönmesi, kendinin faaliyet ve yaratımıyla ilgili hale gelmesi, o şeyin kendini kendi üzerinden bir ifadeye kavuşturmasıdır.

İnsanların kendilerini faaliyetliği içinde değil, biyolojisi veya fizyolojisiyle tanımlamaya kalkması, egemen erkin yarattığı zeminle alakalıdır. Elbette ki her insan bir diğerinden farklıdır. İnsan, benzerlikleri içinde türselliğini korumakta, öznelliğiyle de biricik kalmaktadır. Ancak farklı yönlerimizden kalkarak toplumsallığımızı yaratabiliriz. Eğer farklılığımız olmasaydı, toplumsal iş bölümü olmaz, karıncalar misali hepimiz aynı işi yapmaya kalkardık. Biyolojik ve toplumsal benzerliklerimiz türselliğimizin devamını sağlamak, biyolojik ve toplumsal benzeşmezliklerimiz ise özgünlüğümüzü yaratmak içindir.

Demek ki insan dediğimiz varlık aslında sadece benzerlikleriyle değil farklılıklarıyla da ortaya çıkmaktadır. Bu “farklılıkların kolektivizasyonu” ise, bir kimlik oluşumuna tekabül eder.

Toplumsal kimliğimiz benzer özelliklerimizin bir erek içinde yeniden üretilmesiyle alakalıdır. Bundan kurtulmak mümkün değildir. Ortak özelliklerimizin üretiminden çıkıldığı anda toplumsallığımızdan da çıkmış sayılırız. Bu yönüyle edinilen ortak kimlik toplumsallığın yaratılmasıyla alakalı olabilmektedir. Burası doğru, ama bilindiği gibi edinilmiş kimliklerin bütünü toplumsallıkla içerilmemişlerdir. Egemen erk, sömürü ve tahakkümün içinden bir kimlik oluşumunu dayatmıştır/dayatmaktadır. Hiyerarşik yapılanmada ilkin insanların sosyal konumları belirlenmekte sonra da bu konum birer kimliğe (ortak tutuma) dönüştürülmektedir. Takınılan tutumların büyük bir kısmı özgüllüğümüz içinden oluşturduğumuz özelliklerimiz değil, egemen manipülasyonda bizlere dikte edilenlerdir. İşin acı tarafı ise, şiddetle maruz kaldığımız egemen manipülasyonu kendi öznelliğimiz (edindiğimiz tutum ve özelliklerimiz) olarak algılamamızdır.

Hiyerarşik toplumsal yapılanmada birey, grup ve yapıların ötekileştirilmeleri insansal “nitelikleri” üzerinden yapılmamakta, “konumları” üzerinden sağlanmaktadır. İnsansal niteliklerin pozitif ve negatif etkileri içinde sorgulanarak bireyin konumlandırılması, “gerçek ilişkilerinin[2]” bir sonucu olabilir. Ama birey, grup ve yapıların kendi “gerçek ilişkileri” içinde değil de toplumsal konumlarına (toplumda işgal ettikleri yere) göre değerlendirilmesi, “ötekileştirmeyi” sınıfsal ve hiyerarşik kılmaktadır.

Ötekileştirilenler de (bir kısmı) egemenlerin üzerlerinde ördüğü bu tuzağı görmemekte, dışta dayatılanı kendi doğalarına yorumlamaktadırlar. En büyük yanılgı budur. Baskı ve şiddet uygulamaları içinde, kendi özgünlüğünün peşine düşmektense, sistemin tersten politik argümanları haline gelmeleri tercih edilebilmektedir.

Sistemin ötekileştirdiği kesimlerin “öncülük” talep ve etkinliklerinin özünde “hiyerarşik iktidar” ve “iktidar araçlarıyla” ilgili olduğu kesindir. Çünkü bu kesimler büyük oranda kendilerini bedenen (benzer olanların benzer mekânlarda aynı zamansallık içinde yer alması) ayrıştırma üzerinden şekillendirmektedirler. Konunun daha anlaşılır kılınmasında bazı örneklendirmelere gidelim. Bunu sadece “örgütlü kadın yapısı, feminizm” üzerinden değerlendirerek açmaya çalışayım: Verili kadın çalışmalarının niteliğini belirleyen çoğunlukla toplumsal özellikleri değil, iktidar hesapları üzerinde kendilerini ayrıştırmalarıdır. Bu, farklı grup ve yapıların türselliklerinden ayrışarak kendi öznel isteklerini toplumun özelliği haline getirmek veya toplumsal özellik ve aktiviteleri sadece kendiyle ifade etmektir. Yani nesnellikten ayrışarak bir öznellik oluşturma biçimidir.

Bütün faaliyetleri kendi üzerinde oluşturmak öznelliği özelleştirir. Öznellik, birey, grup ve yapıların kendi yaratımlarını nesnelleştirmede aktif hale gelmeleridir; diğer bir deyişle insanın bireysel üretim ve yaratımlarına dışsal/toplumsal nitelikler katması öznelliğiyle alakalıdır. Buradan biraz daha ilerleyerek devam edelim: Hiyerarşik yapının toplumsal dışlamada yarattığı ötekileştirmeler ötekileşenin özelliklerinin oluşumunda önemli bir etkiye sahiptir. Bu özelliklerin içsel kabulü tam olarak bir “nesne durumuna” tekabül eder. Her “nesneleşme” durumu “nesnellikten” bir kopuştur. Nesnellikten koparak (insanın kendi yaratımını dışlaştırmada yetersiz kalması ile kendi dışlarında yaratılanlara eşlik edememesi) adeta kapalı bir sisteme dönüşmek, yani herhangi bir yapı ve grubun kendini sadece kendiyle sınırlandırması, verili sınırları üretmekle aynıdır. Bir şeyin periyodik olarak hep kendini üretmesi/kendine dönmesi, öznelliğini yitirmiş bir nesne durumudur. Bir kadının “toplumsal kadını” yaratmaktan daha çok “cinsiyetle sınırlanmış kadını” yaratma arayışı, bilinenin aksine kadını özneleştirmiyor. İnsanın koşullaması olduğu temel özellik ve niteliklerden düşerek “salt kendiyle yetinmesi” bir nesnenin özel bir hal almasıdır/özelleşmesidir. Hâlbuki kadın “toplumsal özelliklerini” yaratarak cins ve cinsiyetini etkin hale getirebilir. Kadının toplumsal kendini yaratışı, türümüze toplumsal özellik veren “alanların” iç dinamiklerini yaratmakla alakalı olabilir. Yani kadın kendi ezilen cins ve cinsiyetinden de kalkarak felsefe, bilim, sanat, estetik, çevre vb. toplumsal alanların bütününü yaratmaya çalıştıkça “kendini” güçlü hale getirir. Lakin, hiçbir toplumsal kesim tarihsel şekillenmesi olduğu sosyal özelliklerinden soyutlayarak kendini yaratamaz. Bu, büyük bir safsata olur. Her kesimin duygu, bilinç ve ediminde toplumsal sahayı hedeflemesi o kesimin toplumsal etkinliğini belirgin kılar. Kendini toplumsal bilinç ve edimden düşüren bir yapı, etkisizlik içinde edilginliğin mekanizmasını yaratır. Demek ki, bir toplumsal yapının edilginlik (nesneleşme) mekanizması, kendini kendinden ibaret kılmaktan başka bir şey değildir. Soyutlanmışlık hali soyutlanan şeyi kendiyle sınırlar. Hâlbuki “özne”, kendiyle ilişkide olan durum, konum ve dayatmalar karşısında işlem yapabilme yeteneğidir.

Bir yapının “nesne” olmaktan çıkması ile “özne” halini alması da dışsal etkiyle belirlenen sınırların ötesindeki etken ve sonuçlarla ilgiyi kurabilmekle alakalıdır.

Ötekileştirilmiş herhangi bir yapı ve grubun kendi özgünlüğünden kalkarak toplumsal yönlerini üretmesi onu “özgül” kılacağından, büyük ortaklaşmalara da götürür. Sorunların giderilmesinde farklı kesimlerin kendi özgüllükleri ile özgünlüklerini aşarak bir çaba içinde olması, sorunun çözümünde kolektif katkılar sağlar. Bir yapının bilinç ve edimiyle hem “nesnelliği yaratması” hem de “özne” olarak kalmasını sağlayan temel öğe budur. Bu, toplumsal bir sorunun toplumsal bir çözümüdür. Ama kendini her ayrıştırma çabası, farkında olunsun veya olunmasın, hiyerarşik mekanizmada daha üstlerde konumlanma dürtüsüyle alakalıdır. Bu, kendini sadece kendiyle ele alan yapının salt yönetmeye göre bir düzenleniş içine girmesi demektir. Bir yapının kendi özgün sorunlarını yaşanan diğer toplumsal problemlerle iç içe/birlikte çözme isteği simbiyotik etkide bir gelişme ve büyümeye yol açarken, kendini kendi üzerine kuran, yani kendini sadece kendiyle ifade eden “soyut yapılar” daha üstte (hiyerarşik) konumlanma çabası içinde olurlar. Verili koşullarda buna güçlerinin yetmeyişi, bu söylenenleri boşa çıkarmaz.

Bir yapının kendi özgün sorunları ile genelin birikmiş problemlerini çözme arayışı, kendini aşmış öznenin toplumsal içeriğiyle mümkündür. Kendini aşmış bu özneye “toplumsal özne” de denebilir.

Toplum ile toplum dinamiklerinin oluşum ve şekillenmesinde “toplumsal öznenin” varlığı oldukça önemlidir. Toplumsal özne[3] toplumsal dinamiklerin gelişimiyle birlikte ortaya çıkar. Veya kendini açığa çıkaran (toplumsal alanların içsel gelişimi) toplumsal dinamikler “toplumsal öznenin” belirmesine, “toplumsal öznenin” gelişimi de dinamiklerin oluşum ve sıçrayışına neden olur. Öznel ile nesnelin birlikteliği bu faaliyetin içinde oluşur ve gelişir. Aralarındaki diyalektikselliğin ortadan kaldırılmasıyla bu birliktelik de parçalanır. Nesnel ile öznel ortak şekillenmede (diyalektik ilişkide) ortak “biçim” ve “içerik” meydana gelir. Yani özne nesnelde açımlanır. Nesnellikte açımlanmayan özne, “öznel” olarak belirlenmiş “öznedir”. Yani, öznenin oluşmuş hiyerarşik yapıda hep kendini yaratması, “öznelin” “özneli” yaratmasıdır. Bu, süreklileşen faşizm ile aynı şeydir. Yani nesnele dayanmayan bir “özne” öznellikten de çıkar ve kendini tahrip eder. Hatta kendini tahrip edişi kadar karşı özneyi de tahribe yönelir.

Hiyerarşik iktidar cephesinde de benzer bir durum söz konusudur. Egemenler nesnellikle ilgili olmadıkları halde öznel yönlerini süreklileşen (sabit) nesnelliğe dönüştürme arayışındadırlar. Öznelliğin süreklileşen bir etki içinde nesnel hale getirilmesi (dışlaştırılması) nesneli öznel kılmanın (öznel olanı salt öznelin etkisinde bırakma) ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Hiyerarşik yapılanmada egemenlerin hep piramidin en üstünde kalmalarının nedeni budur.

“Egemenler” de, diğer sosyal yapılardan soyutlanmış “ötekiler” de kendilerini “özel” kılarak “özneleştirirler”. “Özel kılınmış” bu öznellik, “mutlak öznelliktir”/mutlak özne olmaktır.

Mutlak nesne, “sabitlenen nesnellik” içinde açığa çıkar… Sabitlenen nesnellik, nesnelin değişmezliği değil, egemenliğin dışsal etkide “nesne” ve “özneleri” sabitleme istemidir. Nesnelliğin sabitlenmesi ortaya çıkan öznenin kendini süresiz (mutlak) kılmasıdır.

“Öteki”, nesnelden koparak nesneleşmektedir. Bu, tahakkümcü hiyerarşik yapının tasarlayarak oluşturduğu bir durumdur.

Nesnelin üretilmesi, öznel olanın özneninkinden çıkarak tekrardan nesnel olana dönmesidir. Nesnelden kopanın “belirlenmiş” bir alan içinde özneliği ile öznelliğini ilana kalkması ise, belirlenmiş olanı yeniden belirlemektir. Yani burada “öteki” olarak addedilen kesim ve olgular egemenlerce belirlenmiş bir alanda öznelliğini dayatmakta, bu da egemenliği egemenin koşulları içinde tekrardan yaratmaktadır.

Demek ki herhangi bir birey, yapı ve kesim, sadece kendinden ibaret/kendini kapsayan bir öznelliğin peşine düşerse, öznellikten düşer ve kendi olmaktan çıkar. Artık “öteki”, sistemin verili yapısına karşı dönüştürücü etkide bir mücadelenin yürütücüsü ve sürdürücüsü olma yerine, reaksiyoner davranışların ötesine geçmeyen bir tekrarla aksiyondan düşer.

Temel felsefi perspektiften yoksun yapıların aksiyonerliği, “salt reaksiyonerdir”. “Salt reaksiyonerlik (davranışının niteliğinin karşıt davranışça belirlenmesi)” toplumsal hedeflerden düşmeyle aynı şeydir. Bir hareketin reaksiyonerliği kendini üretmekten daha çok, hareket ve davranışını üzerinde gerçekleştirdiği karşıtını üretmeye/yaratmaya ayarlıdır.

Öteki/ötekileştirilen, elbette ki hiyerarşik tahakkümle dayatılan şekillenmede birçok toplumsal problemi bağrında taşımaktadır ama her çözüm modeli o toplumsallıkla uyuşmayabilmektedir. Böyle yapanlar da vardır, bir türlü yapamayanlar da. Bunu hukuken oluşmuş siyasal partilerin bir tutumu olarak belirtmiyoruz. Verili rejimin aparatları olan siyasal oluşumlar toplumun ihtiyaçlarına cevap olur nitelikte değildirler. Kabul edilip edilmemesinin bir önemi yoktur: Siyasal parti ve oluşumlar “toplumsal muhalefetle” özdeşleştirilemezler. Siyasal partiler toplumsal muhalefeti dizayn etmenin araçlarıdır. Ama bazen ötekileştirilenlerin bir kesiminde olduğu gibi, kendini toplumsal muhalefet olarak gören yapılar da, siyasi parti çizgisinde yürümeye azmetmektedirler. Alternatifini yaratma yerine salt “talep eden” bir muhalefet, “muhalif” olmaktan çıkar.

Türkiye’de gerçekten de muhalefetin çok büyük bir kısmı “muhalif” değildir. Muhalifliği toplumsal bir kimlik (kriterler) üzerine oturtmaktan daha çok, günlük yaşamın zorlukları üzerine oturtmak (palyatif sorun ve çözümler) belki “muhalefet etmektir” ama “muhalif olmak” değildir. “Muhaliflik”, verili olay ve durumların içinde oluşan konjonktürün ötesine geçerek, sübjektif problem yaratıcı mekanizmayı hedeflemekle alakalıdır. Muhalefet etmek, bir şeye “şerh koşmaktır”. Muhalif olmak ise, “şerh” konan durumun sistemin temel özelliği olduğu varsayımına dayanır ve olgusal olana yönelir. Olaylar önemlidir ama kendi başına bir şey ifade etmez. Önemli olan olaylardan olgulara yükselebilmek, tek tek olaylardan içerilmiş olguyu, yani sorun yaratan sistemi/sistemin özelliklerini çözebilmektir.

Sistemle birlikte yürüyen muhalefet asla “muhalif” değildir. Açıkçası muhalif olmayan bir muhalefete “mefhum-i muhalefet” (sadece isminden ibaret) demek de mümkündür. Ve bu muhalefette “kendilik bilinci” bulunmamaktadır; kendini salt kendinden oluşturan bir muhalefet “ötekileştirilmiştir” ama “öteki olma” niteliğinde değildir.

Şimdiye kadar anlatılanlardan yanlış sonuçlara gitmemek için, ortaya konan temel öğeler arasında bağıntının yeniden kurulmasına ihtiyaç vardır: İnsanların kendi öznel yanıyla egemenlerin tutum ve yaklaşımları ne olursa olsun “birey”, “grup” ve “yapılar” ile “toplumsallıkları” karşı karşıya konulmamalıdır. İnsanın bireyselliği ile toplumsallığı iç içedir. Ezilenler kendilerini egemenlerinden ayrıştırmakla yükümlüdürler ama temel hak ve ayrıcalıklardan yoksun olanlarla her olay ve durum üzerinden bağıntılarını oluşturmak zorundadırlar. Ayrışmalar ile birleşmelerin “sınıfsal” ve “insansal sınırları” gözetildiğinde, bilinç ve davranışta da bir netlik ortaya çıkmaktadır.

Kendini diğer ötekileştirilenlerden ayrı konumlandırma, ayrıştırmadan farksızdır. Elbette ki buradaki kastımız, kendi “özgün” ve “özgül” yanlarımızı kaybetmemiz değil, bizleri tek “konum” ve “durumda” birleştirmeye çalışan hiyerarşik yapıya karşı “birleşik” bir pozisyonda kalabilmektir. Egemenlerin sömürü ve baskıya maruz bırakılanları sabitlenmiş zaman ve mekân içinde tek “kütleye” dönüştürme istemleri, farklılaşmayı dayatmaktadır. Bu anlamda farklı kalmak “özgün kalmakla” aynıdır. Başkalarıyla bir ilişki içinde, yani kendi özgün niteliklerimiz ile başkalarının özgünlüklerinin bağıntısından benzerlikleri oluşturmak “kendimiz olmak” kadar “başkaları da olmaktır”. Daha açıkçası, insanın toplumsal faaliyeti, insan özgünlüklerinin karşılıklı bağıntıda birleşik hale gelmesidir. Bu ilişkilenme ortadan kaldırıldığında, insansal bölünme ortaya çıkar. İnsan faaliyetliğinin bölünmesi, insanın duyguda, bilinç ve eyleminde bölünmesi, “ilişkisinin bölünmesinden” kaynaklıdır. Bilinç, duygu ve eyleminde, kısacası “ilişkisi içinde birleşmiş farklılıklar” türsellik içinde birleşen farklılıklardır. Ki bu farklılıklar toplumsallığımızın en önemli özelliğidir. Ancak bölünmeyle, yani bilinç, duygu ve eylemiyle, kısacası insanın ilişkileri içinde bölünmesiyle “kendi başına kalması” aynı şeydir. Bu, asla bir özgünlüğü ifade etmez, bir soyutlanmışlığı ifade eder. Ya da şöyle diyelim: Bir insanın (tabi ki yapı ve kesimin) duygu, bilinç ve eylemi ne kadar şiddetli olursa olsun, eğer bu “duygu”, “bilinç” ve “eylem” bir “ilişkisizlik” içinde ortaya çıkıyorsa, bu soyutlanmışlıktır. Bilinmelidir ki, “marjinallik” denen şey, tam olarak budur. Kendini olgusal anlamda bir ilişkisizlik (soyutlanmışlık) içinde bulan bir yapının niceliği ne olursa olsun, bu marjinalliktir.

 

“Düşünce kendini hakikat olarak söylemez, doğru sözlülük içinde ifade eder. Düşünce bölünür, anlatılır, bir başkası için tercüme edilir ki o da bundan bir başka anlatı çıkarır, bir başka tercüme yapar, bir şartla: iletişim iradesidir bu şart, ötekinin düşündüğünü tahmin etme isteğidir[4]…”.

 

Egemenlerimiz her ötekileştirmede tesir ettikleri yapıyı “öteki” olarak görmektedirler. Ama aynı şey ötekileştirilmiş olanlar için geçerli değildir: Ötekileştirilenler, kendileri üzerinde baskı ve tahakküm oluşturmaya kalkanları aynı netlikte bir “öteki” olarak görmemektedirler. Ezilenlerin egemenlerin “ötekilik durumunu” onların ayrıcalıklı vasıflarına saymaları, ancak bir tolerans biçimi olabilir. Şöyle de denebilir: Ezilenlerin “ötekileştirilmişliğin” bütün etkilerini duyumsamalarına rağmen bu ötekileşmeyi yaratanlara bir “öteki” muamelesi yapmamaları, egemenlerin sorumluluklarını üzerlerine almalarıdır. Bu, bir yabancılaşma biçimidir.

Bir mücadele içinde olunmadan, “yabancılaşmadan” (bir insanın kendi kendinden -gerçeğinden- ayrılması) kurtulunamaz. “Olmuş” ve “olanları” fark edebilmek, diğer bir söylemle geçmiş ile günümüzün nesnel yapısında egemenlerin sübjektif etki ve etkenlerini görebilmek, dayatılan yok ediş içinde “kendilik” duygu ve bilincini oluşturmak demektir. Bu kendilik “ben” ile ilgilidir, Stockholm sendromundan çıkan “ben”in kendine dönmesidir. “Ben”in “egemen özdeşleşmeden” çıkarak, “kendini kendinde kurmasıdır”. Bir bilinç ve iradenin dışsal bilinç ve iradeden ayrılarak “öznelliğini” yaratması, sınıfsal hiyerarşinin parçalanmasında en etkin öğedir.

Demek ki bir toplumsal yapı ve kesimin egemen etkenlerden azade kendi etkinliğini yaratması, özgürleşmeyle doğrudan bağlantılıdır:

“Boyunduruksuz düşünce, sistemin eleştirisi olarak, sistemin dışında olanı hatırlatan diyalektikle akrabadır; bilginin diyalektik hareketini dizginlerinden kurtaran güç ise sisteme başkaldıran güçtür. Bilincin bu iki konumlanışı birbirlerine tavizler vererek değil, birbirinin eleştirisi üzerinden birbirine bağlıdır[5]”.

Bilinç, eleştirileri üzerinden ilerleyerek nesnesiyle bağıntısını kurar, algı ve düşünce nesnelerine dayanarak da yeniden kendine döner. Etkinliğin bilinçle içerilmesi, biçim ve içeriğin içsel (kendiyle ilgili) ve dışsal (bağıntı içinde olduğu dışsal etkiler) bağıntıda kendini bulmasıdır. Bundan dolayıdır ki “özgürlük” dışsal etki ve etkenleri işlemden geçirmek olduğu kadar, “bilincin kendini tanıması”yla da alakalıdır.

Demek ki toplumsal dönüşümde sadece fiziki karşı koyuş değil, alternatifin toplumsal boyutlarının yaratılması da gerekmektedir. Sadece “karşı koyduğumuz”/“karşısında durduğumuz şey” bizleri ifade etmeyebilir; toplumsal yaratımlarımız karşı koyuşlarımızdan daha fazla bizlerle ilgilidir. İnsanın “karşısında durduğu” olgu önemlidir ama insan yarattığı şey içinde kendini oluşturur. İnsan, karşı olduğu şey kadar bilinç ve ediminde yarattığı şeydir. Reaksiyonerlik, bu yaratımın barajlanmasında en önemli geri tutumdur. Aslında buna bir “bilinç sakatlanması” demek de mümkündür.

Anlaşılması gereken husus bu “bilinç sakatlanmasının” sadece “ötekileştirilenlerde” görüldüğü sanısına düşmemektir. Ötekileştiren birey, yapı ve gruplar kendi farklılıklarını karşıtları oldukları “ötekiler” üzerinden ifade ederler. Bu, bilinçli bir “karşıtlaştırmadır”. Egemenler “karşıtlaştırmadan”, öteki ile olan farklığını ortaya koyamazlar. O açıdan “ötekileştiren” de “ötekileştirilen” kadar bağımlıdır. Şöyle demek de mümkündür: “Ötekileştirilenin” “ötekileştirenin” aksine bağımlılığının farkında olması, onu daha özgür saymamızı getirebilir. Başka bir söylemle: Toplumsal eşdeğerlilik oluşturulmadığı sürece o toplum bütün yapı ve unsurlarıyla zaten özgür değildir. Bu denklem içinde meselelere bakıldığında, ötekileştirilenin öteki olmaktan çıkma mücadelesi başarıya ulaşsa bile, bağımlılığı yeni bir formatta devam eder; kendini ne kadar özgür sayarsa saysın bu, böyledir.

Anlaşılacağı gibi hiyerarşik toplum yapısında ortaya çıkan ötekileştirmeler, oluşum tarihimizin en acı ve utanç verici eşitsizlikler ile “yok saymaları” getirmektedir. Demek ki ötekileştirmeyi önlemek ve öteki ile barışık bir toplum inşa etmek için hem bireysel hem de kolektif olarak sorumluluk gerekmektedir.

Özgürleşmenin en temel kriteri, kendi öznelliği ile egemenliğin sistematik baskı ve mekanizmalarının işlev ve işlerliğinin ayırdına varabilmedir. İnsan kendi tinselliği içinde gerçekliği yakalayamazsa, asla özgürleşemez. Bu, bir direniş biçimidir; eğilmemenin, dıştan dayatılmış tutsaklığı kabullenmemenin direnişi. Ama “ötekinin özgünlüğü” adına, toplumsal olan biyolojik olana indirgendiğinde, özgürlük alanları yok olur. Örnek kabilinde vurgulamak istenirse; dışlanma ve horlanmalarına karşı tepki geliştirme ile kendi cinsel yönelişlerini  istedikleri gibi yaşama hakları olmalarına rağmen LGBTİ+ benzerleri böyledir.

İnsanın sosyal etkinliklerinden daha çok biyolojik-fizyolojik yönleri üzerinden kendini ifadelendirmesi, tarihi egemen zihniyetin olayları ele alış biçimiyle aynıdır. Egemen erk, sınıfsal yapısı içinde ele aldığı hiyerarşi ve kastlaşmaları her defasında “biyolojik farklılıklarla” izaha kalkmıştır. Tarihsel ırkçılığın temel dayanağı da genellikle bu farklılıktı, günümüz ırkçılığının da temel dayanağı bu farklılıktır.

İnsanın kendi etkinliği içinde/etkinliğiyle değerlendirme yerine biyolojik yönleriyle kendini değerlendirmesi, insanın sosyal/toplumsal yönlerinden edilmesidir. Bu, bir hayvan (iş ve ilişkisiyle değil, biyolojisiyle tanımlanması) olarak bizler için geçerli olabilir ama “insan” (toplumsallığıyla) olarak bizler için geçerli değildir. Egemenlerin tercihi, insanı, sadece hayvani (biyolojik yanları) özellikleri üzerinden değerlendirmeye dönüktür. Ne yazık ki egemen kategorizasyonda tarif edilenlerin yapılan (edilmiş) tarifin içinde kendilerini ele almaları, bu planlarının tuttuğunu göstermektedir.    Egemen kategorizasyon, parçalama ve yok etmenin yöntemidir. Bilinç ve edimden düşmüş kesimlerin biçilmiş kategorizasyon içinde bir role soyunmaları, toplumsal hedeflerden kendilerini düşürmeleriyle alakalıdır. Bu, bir pazarlama biçimidir. “Ötekileştirilmiş” her kesim, “ötekileştirmenin” gerekçesini kendini ifade etme nedeni olarak gördüğü anda, kendini pazarlamaya kalkmaktadır. “Bilinç”, “edim” ve “bağıntılarından koparan” ötekileşmiş her durum, kendini pazarlamada yeni biçimler edinmedir; bu biçim ise, artık “özel bir durumdur”.

Özne ve nesne diyalektiğinde, “özne” ve “nesne” etkileşimlidir. Aynı zaman ve mekân içinde nesne ile öznenin varlığı veya öznel ile nesnelin etkileşimi diyalektikseldir. Özne, nesnede açığa çıkan etkiyi değişimi içinde “öznel” kılar ama “egemen öznede” açığa çıkan ise mekânı zamanın dışına (üstüne) çıkarmadır. Zaman ve mekânın bağıntısızlığı, egemen öznenin oluşturulmasında nesnelin aşılması içindir. Halbuki, zamanın hareketi ile mekânın hareketinin iç içeliği, zaman ve mekânın diyalektiğini yaratır. Özgürleşme de özgürlükten düşme de bununla bağlantılıdır. “Ötekinin yaratılma felsefesi” ise onun zaten “nesneleştirilmesi” üzerinedir.

Feminizmden LGBTİ+’a kadar ötekileştirilmiş birçok kesim, öz’sel olanın ötelenmesiyle belirlenmiş bir “biçim” üzerinden kendini kurmaya kalkmaktadırlar. Bu, egemenlerce giydirilmiş bir “biçimden” başka bir şey değildir. Biçim gereklidir ama bu, öz’ü olmayan bir biçimdir.

Öz’ü dışta tutan “biçim”, katılaşır ve kendini mutlak (tartışmasız) kılar. Kendini tartışılmaz kılmak, özel hale getirmektir. Her özel olan şey ise, pazarlanmak üzere kendini karşıtına sunar. Ama bu, aşılmak zorundadır. Özel durumlarımız üzerinden “toplumsal özne” yaratılamaz, nesnelliğe açılan “toplumsal öznellik” içinde “özel durumlarımız” problem olmaktan çıkarılabilir. Lakin, ötekileştirme ve yok saymalara rağmen, türselliğimiz içinde oluşturduğumuz benzerlikler ile öznelliğimiz içinde oluşturduğumuz farklılıklar, insanı hep “özgün” ve “özgür” kılar. Hiçbir egemenlik biçimi de tam olarak buna engel olamayacaktır.

 

“İster hoşunuza gitsin ister gitmesin, seçici hayvan anlamına gelen homo eligens türüne dahil olduğumuz ve ne kadar zorlayıcı, zalim ve inatçı olursa olsun hiçbir gücün seçimlerimizi tamamen baskı altına alamadığı, muhtemelen de alamayacağı ve böylece davranışımızı kesin olarak değiştiremeyeceği doğru mu? İstekayı tutanın, bilardo masasında canı nereye isterse gönderdiği bilardo topları değiliz; deyim yerindeyse, özgür olmak için yaratılmışız ve seçim yapmanın zahmetlerinden kendimizi ne kadar kurtarmak istersek isteyelim, önümüzde daima, gidebileceğimiz birden fazla yol olacak[6]”.

 

Sonsöz: Hakikat olmayan bir şeyin süreklileşerek “hakikat” gibi algılanmasına neden olan olgu, “hakiki” olmayanın ontolojik gerçekliğini yaratarak varlığını sürdürmedir. Bir şeyin ne kadar “sahte”, ne kadar “soyut” olursa olsun kendine bir ontolojik gerekçe oluşturması, soyut olanın toplumda somut hale gelmesi anlamına gelir. Egemenlerin kendi egemenliklerini sürdürmelerinde vazgeçmedikleri realite budur. Ötekileştirilenlerin temel yetersizliği de, sahte olanın dayatılmış ontolojisi içinde kendini görememeleridir. Ötekileştirilenler, ötekileştirme nedenleri ile kendi pozisyonlarını gördükleri anda, özgürleşmenin adımlarını atmış sayılırlar. Bundan ötesi ise, yapılması gereken bu yolda sadece yürümesini bilmektir.

 

[1] Michel Foucault, İktidarın Gözü, Ayrıntı Yayınları sf. 23, Çeviren: Işık Ergüden

[2] “Gerçek ilişki’deki” kastımız; birey, grup ve yapıların “tanımlanmış” daha yakın özellikli yapıları ile aynı yapının kendi dışında kalanlarla ilişkileri, diğer bir değişle insanın kendi emek ve yaratımı ile dışsal yaratımda ortaya çıkan yapı ve durumlarla kurduğu ilişki ve oluşturduğu koordinasyonun toplamıdır.

[3] “Toplumsal özne”deki kastım, hiçbir toplumsal faaliyeti olmayan, salt siyasal araçlar üzerinden bir “öncülüğe” soyunan politik grup ve unsurlar değildir. Toplumsal dinamiklere (toplumun kendini üretir ve yönetir hale gelmesi) “güç” (istençli) ve hareket (ivme) kazandıran dışsal ve içsel bilincin kolektivizasyonunu oluşturmaya katkı sağlayan unsurlardır. Toplumsal özne ile politik özneleri aynılaştırmamaktayım.

[4] Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders, Metis Yayınları, sf. 66. Çeviri: Savaş Kılıç

[5] Theodor W. Adorno, Negatif Diyalektik, Metis Yayınları, sf. 39. Çeviri: Şeyda Öztürk.

[6] Zygmunt Bauman, Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır? Ayrıntı Yayınları, sf. 26, Çeviren: Hakan Keser

FacebookTwitter
FacebookTwitter