Cemil Koray Özgen:
Okuyucularımızın sizi daha yakından tanımaları için soruyoruz: Hüseyin Satoğlu kimdir, kendini nasıl tanımlar, günlük hayatı nasıldır, bir günü nasıl geçer, hayata, dünyaya, doğaya bakışı hangi pencereden, yazarlığın ve şairliğin Hüseyin Satoğlu’nun duygu ve düşünce evrenindeki anlamı neleri içermektedir?
Hüseyin Satoğlu :
Kendimi tarif ederken çoğu zaman kelimeler dar geliyor; çünkü insan dediğimiz şey, yaşadıklarının, taşıdıklarının ve sakladıklarının toplamından daha fazlası. Yine de kısaca söylemek gerekirse, ben bir hikâyenin içinden çıkıp başka hikâyelere doğru yürüyen biriyim. Hınıs’ta doğmuş, yoksulluğun, doğanın, sevginin ve acının birlikte yoğurduğu bir coğrafyada büyümüş bir insanım. Belki de bu yüzden kelimelere hep bir sığınak, bir tanıklık, bir direnç mekânı olarak yaklaştım.
Günlük hayatım sanıldığı kadar “yazar romantizmi” taşımıyor; sade bir yaşamım var. Çalışıyorum, insan gözlüyorum, sokaklara kulak veriyorum. Yazmadığım anlarda bile içimde cümleler dolaşıyor. Bir günüm çoğu zaman sessiz bir iç muhasebe, biraz çalışma telaşı, biraz dost sohbeti ve gecenin sonuna doğru kâğıdın üzerinde yankı bulan birkaç kelimeyle tamamlanıyor.
Hayata ve dünyaya bakışım, doğayla kurduğum ilişkiyle daha da berraklaşıyor. Doğa benim için sadece bir manzara değil; insanın kendini tanıdığı aynaların en sahicisi. Bir ağacın direncinde insanın kaderini, bir derenin akışında zamanın acımasızlığını, bir rüzgârın uğultusunda insanın iç sesini duyuyorum. Belki de bu yüzden yazdıklarımda hep bir doğa nefesi, bir içsel yolculuk izi vardır.
Yazarlık ve şairlik ise benim için sadece bir uğraş değil; varoluşun kendisi. Yazmak, hem kendimi hem toplumu hem de çağımı sorgulama biçimim. Bazen bir isyan, bazen bir merhem, bazen de görmezden gelinen acılara tutulmuş bir ayna. Kelimelerle dünyayı değiştirebileceğime inanmıyorum belki ama insanın kendisini değiştirebildiğine tanığım. Benim için yazmak, hem içimdeki çocuğa hem içimdeki yaraya hem de içimdeki umuda ulaşmanın yolu.
Kısacası; Hüseyin Satoğlu, kelimelerle kendini arayan, buldukça kaybolan, kayboldukça yeniden yazan bir yolcudur. Bu yolculuğun adı da çoğu zaman şiir, bazen deneme, bazen de sadece insan olmaktır.
Cemil Koray Özgen:
Türkiye’deki toplumsal ve siyasi hayata dair yazılarınızda ‘dava’ bilincinin belirgin olduğuna tanıklık ediyoruz. Öncelikle sorayım: Dış dünyaya bakan yazılarınızda bir ‘dava bilincinden’ bahsedilebilir mi? Yazdıklarınızı siyasi uçlarıyla ‘kavga yazıları’ bağlamında görüyor musunuz?
Hüseyin Satoğlu:
Evet, yazılarımda bir “dava bilinci” olduğu söylenebilir ama bu, belirli bir parti ya da ideolojiye ait dar bir aidiyet değil. Benim için dava, insanın onurunu koruma mücadelesidir. Bu, bazen bir işçinin hakkı olur, bazen bir kadının çığlığı, bazen bir hayvanın sessiz acısı, bazen de bir ülkenin özgürlük talebi. Yani dava dediğim şey, insana ve hayata dair sorumluluk duygusudur.
Dış dünyaya bakan metinlerimde bir tür “taraf olma” hali elbette var. Çünkü tarafsızlık çoğu zaman konforun başka bir adıdır. Ben konforu seçen değil, derdin içinden konuşan biriyim. O yüzden haksızlık gördüğüm yerde susmam, sessizliğin tarafında durmam. Bu anlamda, toplumsal-siyasal yazılarım bir bakışın değil, bir tavrın izlerini taşır.
Yazdıklarımı “kavga yazıları” olarak görüp görmediğime gelecek olursak…
Ben kavganın kendisini değil; kavganın altında ezilenleri, görmezden gelinenleri, sesi bastırılanları yazıyorum. Bir politikacıyla ya da bir siyasal yapıyla mekanik bir çatışma değil bu; daha çok adaletsizlikle, çürümüş düzenle ve toplumsal körlüklerle hesaplaşma. Bazen sertleşiyor çünkü gerçek, cümleyi de insanı da sertleştiriyor. Bazen lirikleşiyor çünkü acı, en çok şiire sığınıyor.
Yani yazdıklarım kavga değil; kavganın insan yüzünü görünür kılma çabası. Eğer bir mücadele varsa bu, insan kalabilme mücadelesidir. Ve ben yazarken o tarafı seçiyorum:
İnsanın, vicdanın, adaletin tarafını.
Cemil Koray Özgen:
Bir denemenizde yazarlığın ‘kamusalın ortasına bir irade’ koymak anlamına geldiğini belirtmiştiniz. ‘Yumruğunu masaya vurmak’ diyebilir miyiz buna? Sizin için yazı yazmak ile eylemsel olanın birleşik-bütünleşik ve tutarlı bir ilişkisinden bahsedebilir miyiz? İlk önce yazmak mı yaşamak mı?
Hüseyin Satoğlu
“Yazarlığın kamusalın ortasına bir irade koymak” dediğimde aslında şunu kastediyorum: Yazar, yaşadığı çağın seyircisi değil; tanığı, müdahili ve hafızasıdır. Bu, ille de “yumruğunu masaya vurmak” gibi öfke dolu ve gürültülü bir duruş olmak zorunda değildir; bazen bir cümlenin fısıltısı bile masaya vurulmuş bir yumruk kadar sarsıcıdır. Ben de yazarken daha çok o fısıltının gücüne inanırım: Sessiz ama kararlı bir irade.
Yazmak ile eylem arasındaki ilişkiye gelince…
Benim için bu ikisi birbirinden ayrı değil. Yazı, eylemin düşünsel formudur; eylem de yazının sahadaki karşılığıdır. Bir insanın sokakta “haksızlık var” diye haykırmasıyla bir yazarın kâğıda aynı cümleyi ince ince işlemesi arasında özde bir fark yoktur. Yöntem farklıdır, ama niyet ortaktır: Gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırmak.
Benim yazdıklarım da bu anlamda bir tür eylemdir. Kalemim, meydanda konuşur gibi konuşur; cümlelerim bazen yürüyen bir kalabalıktan daha gür çıkar. Çünkü ben yazıyı, sadece düşüncelerin değil, vicdanın da bir alanı olarak görüyorum. Yazarken hem tanıklık ederim hem hesap sorarım hem de kendimle hesaplaşırım. Bu yüzden yazdıklarımın eylemsel bir damar taşıdığını rahatlıkla söyleyebilirim.
“İlk önce yazmak mı, yaşamak mı?” sorusu ise aslında benim için şöyle:
Önce yaşarım, sonra yazıya dönüştürürüm.
Çünkü yazı, yaşamın ham haliyle değil, içsel süzgeçten geçmiş, olgunlaşmış, düşünceye dönüşmüş haliyle kıymetlidir. Yaşamadığım bir acıyı, tanık olmadığım bir haksızlığı, içinde nefes almadığım bir duyguyu yazmak istemem. Yazı, yaşamın içinden süzülür; o yüzden önce hayat vardır, sonra o hayatın yansıması olan kelimeler.
Kısacası:
Benim için yazmak bir tavırdır; yaşamakla bütünleşen bir duruştur. Kalemim ne susar ne de sokaktan kopar. İşte bu yüzden yazdığım her satır, hem yaşanmışlığın hem de iradenin ortak sesidir.
Cemil Koray Özgen:
Neredeyse her yazının içsel bir çığlık biçimini aldığını görüyoruz denemelerinizde. Bu hakikat kaygılı sesinizin makes bulduğunu söyleyebilir miyiz? Sesinizin vicdanın karanlık ve yarı karanlık koridorlarında daha fazla yankılanması için başka neler yapılabilir? Ses sese ulanıyor mu? Yazının bittiği yerde ne başlar?
Hüseyin Satoğlu:
Evet, denemelerimdeki o içsel çığlık çoğu zaman kendiliğinden doğuyor. Çünkü yazarken hakikatin etrafında dolanmayı değil, tam kalbine inmeyi seçiyorum. Bu yüzden metinlerim bir sızının, bir arayışın, bir adalet isteğinin sesi gibi duyuluyor. “Hakikat kaygılı” dediğiniz o sesin karşılığını bulduğunu hissediyorum; çünkü okurdan gelen tepkiler, insanların da kendi iç çığlıklarını duyacak bir yer aradığını gösteriyor.
Sesin vicdanın karanlık ve yarı karanlık koridorlarında yankılanması meselesine gelince…
Vicdan dediğimiz şey çoğu zaman sessizdir, duyulmak için çarpıcı bir gerçeğe, sarsıcı bir söze veya bir tanıklığa ihtiyaç duyar. Benim yazıda aradığım da tam olarak budur: Okurun içindeki o saklı odaları açmak, unuttuğu bir duyguyu yeniden yüzeye çıkarmak. Bunu güçlendirmek için yapılabilecek en önemli şey, kelimeleri cesaretle ve samimiyetle söylemeye devam etmektir. Çünkü cesaret bulaşıcıdır; bir ses başka bir sese, bir vicdan başka bir vicdana temas eder. Bu temas bir anda büyümez belki ama zamanla sesi çoğaltır.
“Ses sese ulanıyor mu?”
Evet, ulaşıyor. Bir yazı başka bir yazara, başka bir okura, başka bir düşünceye sessizce dokunuyor. Kimi zaman hiç tanımadığım insanlar, benim cümlelerimde kendi çocukluklarını, kendi yaralarını, kendi umutlarını bulduklarını söylüyorlar. İşte o an anlıyorum ki ses yalnız değil; diğer seslerin arasına karışarak büyüyor. Yazının kaderi budur: Tek bir ağızdan çıkıp çoğul bir yankıya dönüşmek.
“Yazının bittiği yerde ne başlar?”
Benim için yazının bittiği yerde düşüncenin yeni evresi başlar. Yazı bir kapıdır; o kapıdan geçen herkes kendi iç dünyasına doğru başka bir yolculuğa çıkar. Yazının bittiği yerde okurun sessizliği başlar, ki o sessizlik çoğu zaman yeni bir farkındalığın, yeni bir sorunun, yeni bir itirazın başlangıcıdır. Bazen de yazının bittiği yer yaşamın yeni bir sorumluluğudur: Bir iyileşme, bir direnme, bir yüzleşme.
Kısacası yazı asla bitmez; sadece okurun içinde başka bir forma dönüşür. Kelimeler benim elimden çıkar ama yolculuğuna başkalarının vicdanında devam eder.
Cemil Koray Özgen:
Susturulan halklar, diller ve kültürler’ günümüzde hak ettiği değeri görüyor mu? Çözüm sürecine ve Terörsüz Türkiye projesine bakışınız nedir?
Hüseyin Satoğlu:
Susturulan halkların, dillerin ve kültürlerin bugün hak ettiği değeri gördüğünü söylemek maalesef mümkün değil. Türkiye’nin çokkültürlü yapısı, yalnızca tarih kitaplarında romantik bir anlatı olarak kaldığında bir anlam ifade etmiyor; asıl mesele bu çeşitliliğin güncel yaşamda özgürce nefes alabilmesi, görünür ve saygın olabilmesidir. Fakat bugün bile birçok halkın dili, kültürü, müziği hatta kimliği bir “tehdit” gibi algılanabiliyor. Bu yüzden mesele sadece kültürel bir talep değil; aynı zamanda bir insanlık onuru meselesidir.
Benim için bir dilin yasaklanması, bir kültürün yok sayılması, bir halkın kendi adını söylemekten çekinmesi sadece politik bir sorun değildir; insanın varoluşuna müdahaledir. Çünkü kimlik dediğimiz şey doğuştan getirilen bir hak, bir armağandır. Bu armağana kelepçe vurulduğunda, toplumun bütünü sakatlanır. Bu nedenle tüm halkların ve dillerin eşit yurttaşlık zemininde özgürce yaşaması gerektiğine inanıyorum.
Çözüm Süreci ve “Terörsüz Türkiye” projesine bakışım ise şudur:
Savaşın kazananı olmaz. Kazanan, ancak barışın gölgesinde konuşabilenlerdir. Çözüm Süreci, her ne kadar eksikleri ve hataları olsa da Türkiye’nin en cesur girişimlerinden biriydi; çünkü ilk kez devlet, “sorunu güvenlikten ibaret görmeyelim” dedi. Silahların sustuğu her gün, aslında çocukların geleceği için kazanılmış bir gündü.
“Terörsüz Türkiye” idealine gelince…
Bu kavram, yalnızca silahların bırakılmasıyla gerçekleşmez. Yoksulluk, dışlanmışlık, adaletsizlik ve temsil edilmeme duygusuna bakmak gerekiyor. Eğer bu zemin kurulmadan sadece dağdaki silaha odaklanırsak, yarın aynı acı başka bir biçimde yeniden belirir. Barış, ne tek taraflı bir tavizdir ne de tek taraflı bir beklenti. Barış, yüzleşme, adalet ve eşitlik üzerine kurulur.
Benim için asıl mesele şudur:
Bir halkın dilini özgürce konuştuğu, bir annenin ağıt yakmak zorunda kalmadığı, bir çocuğun kimliğinden utanmadığı, bir insanın düşüncesi yüzünden korkmadığı bir ülke mümkün müdür?
Evet, mümkündür. Ama bunun yolu güvenlikten önce adaletten, inkârdan önce eşitlikten, öfkeden önce yüzleşmeden geçer.
Kısacası, bana göre “terörsüz Türkiye” ancak “eşit yurttaşlık” ile mümkündür. Susturulan her halkın sesi duyulmadıkça, barış tam olarak elimizden kayıp gitmeye mahkûmdur. Bu yüzden ben yazılarımda hep bunu vurguluyorum: Barış, cesaret ister; en çok da susanlara cesaret vermeyi.
Cemil Koray Özgen:
Yazılarınızın en temel niteliği, samimiyet. İçtenlikli oluş. Yüreğinizi ortaya koyarak yazmışsınız. Sizce de ‘kalbiyle yaşayanlar’ ve kalbinin penceresinden görenler dünyayı değiştirebilecek mi? Her şeyin paraya tahvil edildiği bir çağda?
Hüseyin Satoğlu:
Samimiyet, benim için yazarlığın değil, insanlığın ilk sınavıdır. Çünkü kalpten gelen söz, karşılığını mutlaka bir başka kalpte bulur. Kalbiyle yaşayanların dünyayı değiştirip değiştiremeyeceği sorusu aslında şu anlama geliyor:
İyilik, adalet ve vicdan hâlâ bu çağda bir karşılık bulabilir mi?
Ben inanıyorum ki evet, bulabilir.
Para her şeyi kuşatmış gibi görünse de insanın ruhuna sığmayan bir boşluk var; o boşluğu para dolduramıyor. Kalple görenler işte o boşluğu fark edenlerdir. Onlar dünyanın gidişatını belki bir anda değiştirmez ama yönünü değiştirir; çünkü büyük dönüşümler hep küçük vicdan kıvılcımlarıyla başlar.
Bugün hâlâ bir annenin duasını, bir çocuğun gülüşünü, bir dostun sessiz dayanışmasını, bir yabancının iyiliğini kıymetli buluyoruz. Bu bile insanlığın tamamen metalik bir çağda kaybolmadığını gösteriyor. Yani kalple bakanlar azalmadı; sadece görünmez oldular. Ama görünmezlik güçsüzlük değil; bazen en büyük gücün saklı hali.
Her şeyin paraya tahvil edildiği bu çağda kalbin sesi kısık olabilir ama asla susmaz. Para çağın diliyse, kalp insanın kendi öz dilidir. O öz dil unutulduğunda toplum çoraklaşır, insan kendi gölgesine bile yabancılaşır. Ama bir yerde biri samimi bir cümle kurduğunda, bir diğeri onu duyar; bir yerde biri adalet için ses çıkardığında, başka biri cesaret bulur.
Bu yüzden ben kalbiyle yaşayanların dünyayı değiştireceğine inanıyorum — çünkü paranın hükmü güç verse de anlam vermez.
Anlamın olduğu yerde ise değişim kaçınılmazdır.
Kalp görünmezdir, ama en derinden dönüşümü orası başlatır.
Cemil Koray Özgen:
Denemelerinizde Türkiye’deki ekonomik durumlara ve eğitime bakışınız karamsarlıkla ıralı. ‘Enseyi karartmışsınız’ gibi bir ruh hâli hâkim yazılara. Ancak bir yandan da Maarif Modeli projeleri var, siyasi yetkililer Avrupa ekonomisinde ilk 7’ye girdiğimizden bahsediyorlar. SİHA’lar, İHA’lar, insansız hava araçları vb. savunma sanayiinde bir atılım söz konusu. Türkiye’de tam olarak durum nedir? Manzarayı nasıl görüyorsunuz?
Hüseyin Satoğlu:
Son dönemde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ve ekonomik otoriteler, enflasyonda yavaş da olsa bir düşüş ve fiyat istikrarı hedefinden söz ediyorlar.
Birçok açıdan ekonomik göstergelerde kırılganlık hâlâ devam ediyor: Gelir dağılımı, iş güvencesi, enflasyonun halkın alım gücüne etkisi, gençlerin/vasıfsız işçilerin durumu gibi sorunlar — bunlar görmezden gelinmiyor. Buna dair toplumsal algıyı gösteren anketlerde halkın büyük kısmı “ekonomi, işsizlik ve enflasyon” sorununu birinci sıraya koyuyor.
Yani resmi verilerde iyileşme planları görünse de — özellikle alt-orta sınıflar, emekçiler, gençler açısından — somut yaşam koşullarının kolaylaştığını söylemek hâlâ zor. Bu yüzden yazılarımda hissettiğiniz “karamsarlık”, bana kalırsa bir önlem alma çığlığı: Gerçek refah, sadece iyi rakâmlarla değil; adalet, eşitlik ve sosyal hakkaniyetle mümkün.
Evet: Son yıllarda savunma sanayiinde önemli atılımlar oldu. Özellikle insansız hava araçları (İHA/SİHA) ve yerli savunma projeleriyle hem iç ihtiyaçlar karşılanıyor hem de ihracat sözleşmeleriyle Türkiye – dış dünyada rekabet eden bir konuma kondu.
Bu başarı teknik, stratejik ya da politik açıdan önemli — ama bu “gelişme”leri doğrudan halkın gündelik sorunlarıyla bir tutarsak, büyük bir yanılsamaya kapılmış oluruz. Çünkü bir ülkenin savunma kabiliyeti ile bireyin fırında ekmek bulup bulamaması arasında büyük uçurumlar olabilir.
Bu manzara etrafında birlikte düşündüğümüzde; Benim yazılarımda yer alan ruh hali bu: Bu ülke hem potansiyele sahip hem de derin yapısal sorunlarla yüz yüze.
Eğer “başarı hikâyeleri” savunma, teknoloji veya yüksek makroekonomi rakamları üzerinden okunursa, bu salt söylendiği ölçüde umut verici olabilir.
Ama gerçeklik, sokakta, evlerde, iş yerlerinde yaşayan insanlardan okunmalı: Eğitim, sağlık, gelir eşitsizliği, gençlerin geleceğe dair umudu… Eğer bu alanlarda eşitlik sağlanmazsa, bütün “ilerleme” iddiaları metaforik kalır.
Bu yüzden ben hâlâ “uyarı kalemi” elden bırakmıyorum: Çünkü sadece başarılı projeleri alkışlamak değil — o başarıların yanında toplumsal adaleti, eşitliği, hakkaniyeti de savunmak lazım.
Benim Değerledirmem ;
Evet manzara hem mat hem canlı. Kimi göstergeler umut veriyor, kimi durumlar tedirgin ediyor. Bu çelişkinin farkında olarak yazmak; susmamak; hem “kazananlar”ın hem de “kaybedenler”in hikâyelerini görünür kılmak gerekiyor.
Ben bu yüzden karamsarlığı sadece bir duvar gibi değil, uyanışın bir daveti olarak görüyorum. Çünkü gerçek değişim sadece “başarı rakamlarıyla” değil, “insanın hayatında hissedilen eşitlik ve adaletle” başlar.
Cemil Koray Özgen:
Türkiye siyasi hayatına tekli bir bakışınız var. Türkiye’ye Cizre koridorlarından ve Diyarbakır zindanlarından bakan bir bakışınız var. Berkin Elvan var, Eren Bülbül yok mesela. Bu anlamda tarafsız ve nesnel olduğunuzu düşünüyor musunuz? Yazılarınızda iki kadim milletin uzlaşımcı/köprüler kuran diline rastlamadık. Siz bu konuda ne düşünüyor musunuz?
Hüseyin Satoğlu:
Türkiye’ye Cizre koridorlarından, Diyarbakır zindanlarından bakıyor olmam bir tercih değil; bu coğrafyanın bana yüklediği tarihsel ve insani bir sorumluluk. Ben o acıları, o karanlık duvarları, o suskunluğu ve çığlığı görmezden gelirsem kendime ihanet etmiş olurum.
Bu bakış açısı, başka acıları yok saymak anlamına gelmez; ama kendi tanıklığımın doğrudan içinden geldiği yeri inkâr edemem.
Bana “Berkin Elvan var, Eren Bülbül yok” denmesi, aslında toplumun yaralarından birine işaret ediyor:
Biz acıları bile sınıflandırıyoruz.
Oysa ben bir yazıda Berkin’i anarken, başka bir yazıda Eren’e kayıtsız olmadığımı belirtmesem bile içimdeki adalet arayışı ikisini de aynı yerde tutuyor. Çünkü ben kimsenin ölümüne kategori açmam.
Çocuk ölüyorsa, yürek orada durup iki kere düşünmelidir.
Benim tekli bakışım yok; tekli acı yok, tekli vicdan yok.
Yazılarımda neden daha çok “görünmeyen acılara” eğiliyorum?
Çünkü görünmeyen yaralar, görünmez kaldıkça büyür.
Cizre’de, Roboski’de, Diyarbakır zindanlarında yaşananlar bu toplumun hafızasında yeterince yer bulmadı. Benim yazı dilim bazen bu yüzden tek taraflı gibi algılanıyor; ama aslında tek yaptığım, sesi kısılmış olanın sesini biraz daha duyulur kılmak.
“Tarafsızlık” meselesine gelince:
Ben gazeteci değilim, siyaset bilimci değilim. Ben bir yazarım.
Yazarın tarafı hakikattir; hakikatin olduğu yerde de tam anlamıyla tarafsızlık yoktur. Ama nesnel olmaya gelince: Ben duygusal bir taraf seçmiyorum, vicdani bir taraf seçiyorum. Eğer bir anne yıllarca oğlunun kemiklerini arıyorsa, bir çocuk çatışmanın ortasında ölüyorsa, bir genç köyünden koparılıyorsa… Orada nesnellik ile kayıtsızlık arasında ince bir çizgi vardır. Ben kayıtsız olan tarafta durmak istemiyorum.
“İki kadim milletin uzlaşımcı dili neden yok?”
Aslında tam tersine:
Yazdığım her cümlenin alt katmanında bir çağrı var — yüzleşme çağrısı, kabul çağrısı, birbirini duymanın çağrısı. Köprü bazen sessizce kurulur; bazen bir sızı üzerinden.
Ben acıların birbirine değdiği yerden bir köprü kurmaya çalışıyorum. Bu köprü bazen sert görünür, çünkü gerçekler serttir. Ama o sertlik bir kırgınlık dili değil, bir iyileşme çağrısıdır.
Türkiye’nin yaralı coğrafyasında yazı yazmak kolay değil.
Ama ben şuna inanıyorum:
Acıları ortaklaştırmadan barışı kuramayız.
Benim derdim tek taraflı bir tarih yazmak değil; görülmeyeni göstermek, duyulmayanı duymak ve belki de herkesin unuttuğu o en basit, en insani hakikati hatırlatmak:
Bir halkın acısı, başka bir halkın acısını yok etmez.
Tam tersine, birbirine temas ettiği yerde geçişir, yumuşar, iyileşir.
Benim yazılarımın aradığı da tam olarak budur:
Vicdanın ortak zeminini bulmak.
Cemil Koray Özgen:
Türkiye’deki hayatta, kendini vuranlardan intihar edenlere ve müşterisini aldatan esnafa kadar bir dizi kangren olmaya doğru giden sorunlar var. Aydınların ‘Türkiye’de sosyal problem var’, ‘Türkiye’nin etik insan sorunu var’ görüşlerine katılır mısınız? Çözüm önerileriniz nelerdir?
Hüseyin Satoğlu:
Sorduğunuz gibi — Türkiye’de “kısmen vuranlar”dan “kendini vuranlar”a, haksızlıktan umutsuzluğa uzanan bir dizi sosyal yaraya rastlıyoruz. Aydınların söylediği “Türkiye’de sosyal problem var” ya da “etik insan sorunu var” tespitleri bence gerçekçi ve yerinde. Bu tespitler bazen metaforik, bazen veriyle destekleniyor: son yıllarda intihar vakalarında artış, genç işsizliğinin yüksek seyri, eğitimde yaşanan yapısal zayıflıklar ve yaygın güvencesizlik toplumsal dokuda derin yaralar açıyor. Bu veriler salt birer rakam değil; evlerdeki yoksunluk, geleceğe dair umudun azalması, ailelerin ve bireylerin kırılganlaşması demek.
Bu fotoğrafın bir ucunda teknik “başarı” hikâyeleri, diğer ucunda ise insan hayatının maddî ve manevi koşullarındaki erozyon var. Bunlar birbirini yok sayamaz: Ekonomi politikaları, eğitim reformları, sağlık ve sosyal hizmetler birbiriyle bağlantılıdır — biri bozulduğunda zincirin başka bir halkası da kopar.
Peki çözüm nedir? Benim önerilerim hem kısa vadeli hem uzun vadeli, hem politik hem toplumsal—şöyle özetleyebilirim:
1. Sosyal güvenlik ağlarını güçlendirmek:
Gıda, enerji ve temel ihtiyaç desteği programlarının hedeflenmesi; yoksulluk sınırının altındaki ailelere doğrudan destek.
İşsizlik sigortasının kapsamının genişletilmesi ve aktif iş gücü programlarına yatırım.
(Bu adımlar bireylerin acil yükünü hafifletir ve toplumsal gerilimi düşürür.)
2. Genç istihdamı ve mesleki dönüşüm:
Eğitim ile iş dünyası arasında somut eşleştirme (staj, çıraklık, sektör-üniversite iş birlikleri).
Bölgesel kalkınma programları ve KOBİ destekleriyle istihdam yaratma; genç girişimcilik fonları.
(Gençlerin “ne yapacağım” umutsuzluğunu azaltır.)
3. Eğitimde kalite ve fırsat eşitliği:
Erken çocukluk eğitimi, ücretsiz okul beslenmesi, okul altyapılarının güçlendirilmesi; eğitim yatırımlarının artırılması.
Eğitim politikalarının eşitlikçi olması; bölgesel farklılıkların kapatılması.
4. Ruh sağlığı ve toplumsal dayanışma programları:
Okullarda ve sağlık merkezlerinde erişilebilir psikolojik danışmanlık hizmetleri; intihar önleme hatları ve toplumsal farkındalık kampanyaları.
İş yerlerinde psikososyal destek, kriz yönetimi eğitimleri. (İntihar gibi uç noktalara gitmiş acıları azaltmak için kritik.)
5. Emek ve hak temelli politika dönüşümü:
İş güvencesi, asgari yaşam maliyetine yakın ücret politikaları, kayıt dışılıkla mücadele; sendikal hakların güçlendirilmesi. Ekonomik büyüme adil paylaşılmalı.
6. Kamusal alanın ve yurttaşçı kültürün yeniden inşası:
Sivil toplum, kültür-sanat ve yerel inisiyatiflerin güçlendirilmesi; mahalle temelli dayanışma ağları. Aydınların ve düşünürlerin görevi burada kritik: kamu vicdanını canlı tutmak, görünür kılmak, çözüm odaklı tartışma ortamı oluşturmak.
7. Siyasetin sorumluluğu ve yüzleşme kültürü:
Politik aktörlerin kısa vadeli çıkarlar yerine uzun vadeli toplumsal dayanışma projelerine öncelik vermesi; hesap verebilirlik mekanizmalarının işletilmesi. Toplumsal yaraları konuşmadan kapatmak, bunları kabuklandırır; yüzleşme ve adalet mekanizmaları gerekiyor.
Son olarak şunu da vurgulamak isterim: Çözüm yalnızca politikacıların işi değildir; aydınların, öğretmenlerin, sendikaların, sivil toplumun, hatta mahalle komşusunun ortak emeğidir. Küçük müdahaleler — bir gönüllü projesi, bir öğretmenin ek emek vermesi, bir yerel dayanışma mutfağı — bir toplumun umudunu tekrar örer. Bunlar siyasetin dışında küçük mucizeler gibi görünse de, biriktikçe büyük dönüşümler yaratırlar.
Benim metinlerimde sıkça görülen o “ense karartma” duygusu, aslında bir uyarıdır: Eğer bu yaraları görmezsek, yarın daha derin çukurlar olacaktır. Ama umutsuzluk, aynı zamanda eylem çağrısına da gebedir. Yaptığımız iş — yazmak, örgütlenmek, ses çıkarmak — bu çağrının yanıtıdır. Veriler bize sorunun derinliğini söylüyorsa, ortak akılla ve adalet odaklı politikalarla bu sorunların üstesinden gelmek mümkündür.
Kapanış olarak söyleyebileceğim tek şey: Eleştirmekten, üretmekten ve birbirimizin yarasına dokunmaktan vazgeçmeyelim.
Biz bu topraklarda acının da umudun da kardeş olduğunu gördük. Her devrin karanlığı oldu ama her karanlığın içinde bir ışık arayan insanlar da vardı. Bugün konuştuğumuz sorunlar, yarın çözülmeyecek kaderler değildir; yeter ki birbirimizi duyalım, birbirimize omuz verelim. Yazmak da konuşmak da direnmenin bir yoludur. Ben kendi payıma, hakikatin sesine kulak vermeye ve o sesi çoğaltmaya devam edeceğim. Umudum şudur: Bir gün bu ülke, adaletin, eşitliğin ve insana saygının gerçekten yaşandığı bir yurda dönüşsün. Hep birlikte bunun mümkün olduğuna inanırsak, o gün mutlaka gelecektir.
Teşekkürler.
