“Mardin Kitabı” üzerine söyleşi / Aytaç Çalık

metin fındıkçı
FacebookTwitter

“Bu sıradan insanlar meramlarını yüz yüze çözmeyi akıllarından bile geçirmezler. Yetersiz oldukları için, herhangi bir mekanda arkadaşlarını etraflarına toplayıp aralarında (sana karşı olan) kinlerini kusmaya çalışırlar.” 

 

Metin Fındıkçı’nın Klaros Yayınları’ndan çıkan kitabı  “Mardin Kitabı” üzerine;

Aytaç Çalık

 

Aytaç Çalık: Kitabın adıyla başlamak isterim. Neden “Mardin Kitabı”

Metin Fındıkçı: “Mardin Kitabı” adı, şiir kitabı olur mu? Demek istiyorsun. Eğer bir şehir, bir çocuğu derinden etkilemişse, o çocuk şiir yazdıkça bu şehir peşinden geldiğini görüyorsa; renkleriyle, sesiyle, sokaklarıyla, yazdığı her şiirde mutlak surette bir imgesine bir dizesine siniyorsa bir nedeni olmalı.

Evet, Mardin şehir olarak peşimi bırakmadı. İnsan yaşlanınca çocukluğuna özlemi artar diyorlar. Doğrudur. Ama ben Mardin’e olan şiir anlamında bir bağlılıktır. Demin ifade ettiğim gibi: Mardin, şiirsel anlamda, sesiyle, dilsel renkleriyle beni etkilemiş ve peşimi bırakmadığı için bir çeşit vefa borcumu ödemek istedim, bu yüzden “Mardin Kitabı” adını seçtim.

Bunu ısrarla belirtmek isterim. Kitap Mardin’i anlatan bir gezi kitabı değil.

 

A.Ç: Kitabın önsözünde “Bazı şehirler, bazı şairlerde etkisi daha ağırdır.” Cümlesini kurmanız ondan mıdır?

 

M.F: Mardin’e gittin, bilirsin. Mardin Dilsel zenginliğiyle, mimari yapısıyla ve kültürel zenginliğiyle bence başka şehirlerden farklı bir yapıya sahiptir. Arap desen Arap şehri değil, dilsel olarak da değil. Süryani desen değil, Kürt desen hiç değil.

Çocukluğum Mardin’de geçti, şehir olarak bende etkisi büyüktür. Zaten bu kitap, ben ve ben, ben ve Mardin, Mardin ve ben arasında kurgulanmış bir kitaptır. Demin de dediğim gibi Mardin başka şehirlere benzemez. Mardin’den çıktıktan sonra, yaşadıkça birçok şehri dolaştım, birçok ülkenin başkentine yolum düştü, bunların çoğu Ortadoğu şehirleridir. İzlenimlerime göre, gerek kültür olarak ve gerekse mimari ve dilsel zenginlik olarak Mardin kadar beni çeken bir şehir olmadı.

Bir şehrin, bir şairde bu denli etkisi büyükse ve ağırsa es geçmemek gerek.

Tabi ki, bu şairden şaire değişkenlik göstermesi gayet normaldir. Çocukluğumun Mardin’ine dönüp baktığımda, ah keşke bu zorba göçler, zorba ve şehir kültürünü katleden, bozgun denebilecek, yeni şehirler kurulunca azıcık itinalı kurulsa, diyorum.

 

A.Ç: Kitapta, Taş başta olmak üzere, çarşılar, rakı, sinema vs. imgelerin şiirlerde ağırlıkta kullanıldığını neye bağlamalıyız?

 

M.F: Bazı imgeler bir şairde hastalık düzeyindedir. Bazı şairler yazdığı şiir olmazsa olmaz dert edindiği imgeleri vardır, bende o şairlerden biriyim. İşte özellikle bu kitabı oluştururken olmazsa olmaz imgeler tekrardan su yüzüne çıkmış oldu. Taş, daha önceki kitaplarımda da büyük bir yer tuttuğunu biliyorum; nedeni belli, Mardin’in oluşumu, varlığı taştır. Mardin’i taş olmadan düşünemezsin. O muhteşem mimarisini oluşturan taştır. Bir de taşın güneşle, taşın ovayla, taşın sokaklarla olan ilişkisini yakından bilirsen, neden taşın şiirimde ön palana çıktığını anlamak hiç de güç olmaz.

Çocukluğumda Mardin gibi küçük bir şehirde üç sinema bulunurdu. Bu da Mardin için korkunç bir zenginlikti. En azından benim için öyleydi. Sinema bir şenlikti, bir sonsuz düştü benim için.

Şehrin yapısı gereği, çarşıların diziliş şekli yapıları her zaman beni çok etkilemiştir. Çocukluğumda da bu böyleydi bugün de.

Çocukluğumda düğünler rakısız yapılmazdı. Rakısız düğün olmazmış gibi bir gelenek vardı. Veya bana öyle geliyordu. Ama öyleydi. O zamanlar şehirde içki içilecek iki mekan vardı, Öğretmenler Lokali ve Turistik Otel. Her iki mekan da şehrin göbeğindeydi ve herkes o mekanların yolunu tutardı, özellikle hafta sonları. Bir baba oğluna neden içki içiyorsun demezdi. Birçok baba oğul birlikte içki içtiğini yakından bilirdim.

Durum böyle olunca bir şair olarak şiirime bu ve buna benzer imgeleri dert etmişimdir.

 

A.Ç: -Kitapta dert edindiğin imgelerin yanında kitabın iskeletini neredeyse oluşturan (Yalnızlık) imgesi de var, yalnızlık için ayrı bir pencere açılmış gibi veya bana mı öyle geldi?

Hatta kitabın arka kapağında koyduğun şiir dahil, kitabın birçok şiirinde yalnızlığı can acıtan şekliyle dile getirmişsin, örneğin:

“Kimseler bilmemeli, duymamalı

Bir zamanlar burada Metin Fındıkçı’nın da yaşadığını,

Bu şehirden uzakta yalnızlığını hayata not düşerek,

Akan zamanla aktığını, kimseler görmemeli.”

 

M.F: Doğru tespit etmişsin. Kitaptaki şiirler her ne kadar. Çocukluğum ve Mardin, Mardin’deki ben ve de Bendeki Mardin’i anlatsa da; son yirmi yılda insanın veya (benim gibi insanların) hayatı nereden nerelere sürüklendiğini azıcık duyarlı olan her insan bunu görmektedir. Yalnızlık deyince benim yalnızlığım mı yoksa ülkemin dünyada durduğu yer mi? Bunu anlamak gerek. Ülkemde cehaletin su yüzüne çıktığı yerde veya cehaletin insanları yönettiği yerde, entelektüeller, aydınlar, şairler vs, kültürle ilgili olan insanlar bu felaketi izlerler ve kendi ilgilendikleri alanlarda bir şekilde yorumlarlar. Yorumladıkları ülkenin durumundan dolayı su yüzüne çıkan cehalet tarafından cezalandırırlar hakaretlere uğrarlar vs. Şair, aydın ve onurlu insan susmaz, ama bulunduğu ortam gereği, içine kapanır gibi, yalnızlığa itilmiş gibi bir durum ortaya çıkar. Benim dile getirmek istediğim yalnızlığım bu yalnızlıktır. Cehaletten biraz uzak durmaktır. Cehaletten çocukluğuma bir çeşit kaçıştır.

 

A.Ç: -Günümüzde yaşananlar. Örneğin: Düşmanlık, din adına kin ve nefreti işlemek yerine (içine kapanma, içe doğru konuşmayı mı tercih ettiniz? Bugün Türkiye’de yaşatılanlar ve sizin Ortadoğu’yu iyi bilmenizden dolayı farklı bir tarzda şiirler yazabilir miydiniz?

 

M.F: Sanırım, demek istediğinizin karşılığı, Şahmeran şiirinde bulabilirsin. Şiirde o cehaleti ve katı muhafazakarlığın hayatımıza kattığı olumsuz durumunu anlatır. Hatta bir adım öteye gidip, Dinin tarikatların elinden çektiğini, kimse çekemez.

 

A.Ç: -Kitabın sonunda “Bu kitabın sakinleri” diye ayrı bir bölüm bulunmaktadır. Doğrusunu isterseniz ben ilk defa şiir kitaplarında böyle ilginç bir duruma rastlıyorum. Ne dersiniz?

 

M.F: Şiir kitaplarında daha önce bir şairin bu üslubu kullandığını hatırlamıyorum. Su yüzüne çıkan cehaletin kopardığı sahte ve küçük fırtınada, yazık ki, bunu fırsat bilip katılan veya kapılan küçük insanlar ve şairler gördüm, görüyoruz, çok üzücü.

Yirmi yıldır tanıdığın insanlar olur, hakkında bir dedikodu duyuyor. Yirmi yıldır tanıdığı arkadaşına işin aslını soracağına, nedense işine gelip o da gidip bu dedikoduyu bir başkasına aktarıyor.

Özellikle Belediyelerin kültüre katkı olsun diye, şiir festivali düzenlerler, çok güzel katıldığım bir eylemdir. Ama kime yetki verdiklerini iyi bilmeliler. Sıradan insanlara yetki vermemeliler. Yetkiyi alan zat, güç bende deyip etrafına küçük insanları (şairleri) toplayarak, birilerini hedef almamalı. O mekandaki o zatın gücüne kapılan bazı insanlar, seni hedef gösteren zat, o küçük şairleri sana kışkırtırken, dönüp soran olmuyor. Yahu bu adamı tanıyorum veya tanımıyorum, ama bana karşı böyle bir hareketi olmadı. Bu adama karşı neden kin duyayım, diye kendine sormayan insanlar (şair demeye dilim varmıyor) var.

Seni yeterince tanısın tanımasın, Bu sıradan insanlar meramlarını yüz yüze çözmeyi akıllarından bile geçirmezler. Yetersiz oldukları için, herhangi bir mekanda arkadaşlarını etraflarına toplayıp aralarında (sana karşı olan) kinlerini kusmaya çalışırlar.  Kendini büyük şair sanan, şiir dünyasında benden büyük yok, diyen, etrafına birkaç tanıdık alarak nedensiz, amaçsız kin kusan “büyük şairler” gördüm.

Bu durum edebiyatçı ve şairler içinde yeni bir moda değil, eskilere dayanmaktadır. Kısacası şiire ve gerçek şaire büyük zarar veren bu küçük insanlardır. İşte bu tür insanları “Bu kitabın sakinleri” olarak konuk etmek istedim.

Ama bu bölümün öbür yüzende de, saygın ve saygı duyduğum insanlar da var. İlhan Berk gibi. Metin Deniz gibi. Murathan Mungan gibi. Asıl onları ön planda tutmak gerek.

 

FacebookTwitter
FacebookTwitter