“çünkü anneler bu patlama seslerine kaderim demişti”
Epeyce kere okudum Hicran Aslan’ın Otoportre adını verdiği şiir kitabını ve her seferinde ilk defa okuyormuşum hissi hiç uzaklaşmadı kalbimden. İbni Haldun’un, -yaşasaydı eğer belki de çok kızacaktı bize sürekli bu iki kelimeye sarıldığımız için- “Coğrafya kaderdir” cümlesine “Çoğu zaman da keder” cümlesini ekleyen ben, bu iki ifadenin tam karşılığını bu kitapta buldum.
“Ve acıdan dili tutulunca insanın, bir tanrı çektiğimi anlatayım diye bana dil vermiş” demiş olsa da Goethe, Hicran Aslan gözüyle ruhuyla şahit olduklarını, konuşmak yerine yazmayı yeğlemiş. İlk cüzde doğduğu evi anlatmış şair, mahallesini sokağını –ki bu evler değiştikçe her seferinde siz de taşınacaksınız Hicran Aslan ile o sokaklara- Sur demiş adresinde ve Sur’a düşen ateşi kalbimize de düşürmüş. Sanırım bu nedenlerle sarılıyoruz yukarıdaki iki kelimeye.
“bu şiirler ömrümün cüzleridir her sokak-çıkmaz-apartman
her kardeş anne baba akraba
annemin haritasındaki bütün yollar birer cüz
benimleler umutla ve yakarışla”
Hevsel’in yeşili, On Gözlü Köprü, Dicle’nin allı pullu balıkları, bolluk bereket derken sorgu odalarına geçiyor Hicran, sonrası derelerdeki cesetler, plastikleşen balıklar; insana ağlarken yok edilen doğaya da ağlıyor şair. “Kırmızı kar yağdığında almaya gelecekler beni” diyor ilk cüzde birkaç kere, sanırım bu bir olmazın, umutsuzluk hâlinin betimlemesidir diye düşünüyorum. Bölgenin acımasız geleneklerinden de payını alan aile, babanın ölen kardeşinin eşiyle evlenmesiyle farklı bir biçime bürünür. “Babam bedensizliğinin en yüksek noktasında” diyerek, onlara göre babanın yaşayan bir ölüye dönüşmesi, “Annem acısının dayanılmazlığı ile kıvrandı durdu” ile annenin kederi anlatılır dizelerde. Sonra evin büyük çocuklarının sorumluluk yüklenmesini ve birlikte büyümelerini dile getirmiş Hicran, “Çünkü öncesini yitiren bir yara gibi büyür insan”
“Çocukluk günleri bitti ve biz yine taşındık Melikahmet Mahallesi Yıldız apartmanı” Doksanlara gelmişlerdir artık, ölümler hâlâ devam etmekte, gençler pikniğe gider gibi dolmuşa dağlara yollanmaktadır. Gözaltında kayıplar, kilitli dolaplarda cesetler. Birbirinden şüphelenme, bol kilitli kapılar, geride gri bir duman bırakan kitaplar.
“çok yaşayanlarımızdan bir daha göremem
gider öldürülür ölür diye çok sevdik
ve kaybetmekten korktuk
çünkü ilk yudum kurbanın gururu gözün hikayesidir”
Kendi coğrafyasındaki yaşam ve acı arasında dolaşan şairin dizelerine Şahmaran da konuk olur, Medusa da, birkaç sayfa daha çevirdiğinizde Kafka’nın panteri ve Sartre’ın köpeği ile karşılaşır, başka bir coğrafyaya taşınırsınız. Gözünü kaybeden dayının aşk hikâyesi, saçları kız gibi uzatılan erkek çocuğu, ninenin çiçekli pazen elbisesi, yaptığı ot yemekleri ne kadar da biz. Bunları anlatırken çok zengin bir dili var Hicran’ın, o kadar zengin ki sanki her bir kelimeyi bir defa okuyormuşuz hissi veriyor. Kitabı bitirince fark ettiğimiz şey Otoportre’nin sadece bir insanın değil, aynı zamanda bir şehrin de otoportresi olması ve annenin mırıldandığı şarkının aslında uzun mu uzun bir ağıt olması, aynı bugünün dengbejlerinin söylediği gibi. Bu kitabı okuyarak resmi olarak yazılmayan tarihle hemhâl olmak hepimizin boynunun borcu olmalı diye geçiyor içimden, Otoportre okunmalı illa ki…
“yerle göğün birleştiği bu rölyefte
kemik tozlarından merhemleriyle iyileştirmeye gelecekler beni
beni sesi seyir hâlinin acısı borçlar histerisi beni”