Şükrü Çiftçi’nin ilk kitabı Kalanın Hikâyesi’nden* ne yazık ki ikinci basımı sonucu haberdar oldum. Özrüm yoğunluğuma sayılsın gayrı.
Bir ilk kitap için öncelikle üslup ve şiir düzeyini başarılı bulduğumu söylemeliyim şairin. Şiirde ne yapmak istediğini iyi biliyor; öyküleme-şiir dengesi yerinde, meramı/sorunsalı konusunda sepeti hayli dolu.
Önsöz yerine geçen şiirli girişe bakılırsa, “dedim bir daha dönmeyecek o / ne tuhaf kimsenin görmediği / yüzümdeki nal izleri //sus, söyleme tarih yazıcılarına” (s:7) gibi “iki nehir arası” bellek enkazını andıran bir tarihten söz edebiliriz. Hüznü duyarlıkça boyu geçiyor, külleri soğumuyor bir türlü. Ağzı var dili yok bir coğrafyada ölüm, neredeyse yaşamın tek gerçeği haline gelmiş. Onca kırımın mazlumu şaşkın ve umarsız; “tarihin hatır bilmez girdabında, / törensiz ölüleri ben taşısam” (s:10) seslenişiyle yetiniyor kan deryası iki nehrin suları karşısında. Bu, aslında “nar çocuklar” adına bir ufuk açmaktır kendince. Çünkü gelecek kuşkulu, geçmişse kanlı bir uğultudan ibaret. Peki, insan neresinde mi bu uğultunun? İnsan, ölümle kalım arası çalkalanan çıkışsız bir yaratık olarak göze batıyor bu çetrefilli serüvende:
“merdivende boşluktum, ardında küheylan
bilmem ne kadar gittim
dik yokuşlar gibi kalakaldım
kördüm, sağırdım
zamanı geçmiş alaca karanlıkta
uğuldayan bir serkeş” (s:15)
Külrengi ortam hakkında bir fikir vermek gerekirse, şu iki dize olup biteni duyurmaya yeter sanırım:
“ölü morluğunda gök, kararıyor her şey
gölgesi yok artık hiçbir rengin” (s:16)
Ve giderek dağın da bir kalbi olduğunu öğreniyoruz; “kuşları yalınayak” bir imgeyle uçmaya çalışıyor dizeler arasında:
“yeteri kadar kuş almamış coğrafyada
bir dağ yediği kurşunları tükürüyor
yalın ayak kalıyor kuşlar” (s:18)
Şair, Ortadoğulu bir geçmişin derinliğine çekiyor bizi. O derinlikte “zaman hırsızları” gibi buğulu bir kavram üretiyor acizliğimiz üstüne. İstenseydi, uygarlıklar beşiği sayılan topraklarda güler yüzlü birlikteliklerin temeli atılabilirdi, hüznüyle ilgili bir hırsızlama suçlaması bu!… Biraz öfkeli, biraz ikircikli… İyi insanlığımız, dürüstlüğümüz, candan aziz dostluğumuz, küçük sevinçlerle var olma alışkanlığımız, güler yüzlü aşklarla halvet oluşumuz işe yaramamış pek. Özellikle bizi ‘biz’ yapan her erdem kötülükler karşısında dirençsiz bir toplam gibi duruyor ne yazık ki! Yanılgı payımız çok büyük. İronik anlamda keşke’lerle özetlenen bir bozgunu yaşıyoruz sanki:
“zaman hırsızlarıydık
gecenin silüetinde bir tövbe
ıslah olmayan sözcüklere inandık
sustuk raydan çıkmasın diye dünya
makas değiştirdik düşten düşe
bir gezgeni okşadık sevimli ellerimizle
küfürler savurduk her istasyonda
kadere, yahut kime denk gelirse” (S:20)
Dünyanın bu haliyle soğumuş bir gezegenden farkı yok. Sevgisizlik ayaza kesiyor adeta. İlişkilerin soğukluğu giderek donduruyor mutsuz yığınları. Kim bilir, olanca sıcaklığımızla müdahil olabilseydik içsel üşümelere kadar varmazdı bu fırtına:
“yaslanacak bir yağmur arayıp sensiz
kara bahtlı şehirle konuşuyorum,
üşüyorum olur olmaz” (s:23)
Neredeyse tüm yaşamı teslim alan, daha doğrusu bireyi “Düş Dağı”ndan düşüren mutsuzluk sürecinde, albümlerde kalan fotoğraflarda gözlerdeki ışığı emmeye çalışan bir siyahlık göze çarpıyor. Örneğin, mavi bir bilyenin ardından koşturan çelimsiz bir çocuğun anne kucağına doymadan erken bir rüzgârla yaşamın dışına itilmesi sıradan bir olaydır:
“ilk düştüğüm avluda kaldı ellerim,
ondandır annemin gözünde hep bir damla yaş” (s:24)
Birikimsel olarak soğuğun etkili gücü, kuşaklararası bir iklim krizi gibidir bazen. Tohumunu çürütür, çiçeğini erteler; dalına yaprağına çemkirir; ışığını, sıcaklığını duyurmaz olur. Şairin dışlanmakla eşdeğer saydığı böyle bir durumda, doğasına kavuşmaya çalışan herkesin zan altında bırakılması yabancılaştırılmış yargıyı da beraberinde getirir. Kırgın yaşamların özeti gibi duran Savunma şiiri bu açıdan çok önemlidir:
“soğuk bir kış yağıyor içimde, hakim bey
toprak damlarda birikiyor üşümüş yanlarım
tozlu hikayelerini dinlerken yolların,
uzayan gölgem uçuruma düştü, hakim bey
fesleğen kokuları çaldım açık pencerelerden,
bir de ağıtlar edindim yaşlı kadınlardan” (s:29)
Oysa şairin işaret ettiği ütopyadaki coşku oldukça dirimlidir. Çünkü ondaki iletişim sıcaklığında yepyeni bir yaşamın doğum sancıları gizlidir:
“dağın öte yüzüne gidelim seninle,
dalgın tepelere yılkılanırken gün,
ayın karanlık yüzüne verelim sırtımızı
Nuh’tan kalma tufanlar kopsun
çöl kuşlarına akan bir nehir bulalım
taşın sızısıyla yontunurken lahitler,
ıslak dudaklarda nemlensin kehanet
sonra çocuklar dağı uzatsın gökyüzüne” (s:27)
Bu bağlamda ilişkilere çeki düzen veren en önemli göstergedir içtenlik. Sahicilikle gerçeklik arasında bağlar kopmuşsa inandırıcılık da zedelenir. Aşk içinde yana yana var olmak tartışmasız en geçerli yoldur. Yoksa ilişkiler boyutunda bir şeyler eksik kalır, tat tuz vermez, doğru dürüst kanatlandırmaz kimseyi:
“beyaz yakalıkta bir çengelli iğne
gibi batıp durma çocukluğuma
göğsünde sar beni, soğut içimi
şark hizmetine yolla, sonra şarkta öleyim
filintiları çapraz bağlı eşkıyalarla
aynı taş tabletlere düşeyim
ateşte pişeyim yahut toprak olayım” (s:34)
Asla tekil bir bağlanma değildir sözü edilen. Aşk merkezinde tarihsel bilinçle donatılmış derinliği olan bakışımlı bir yaklaşımdır. Böyle bir öykünün yankısı bile gönülleri şenlendirir; aksi halde yüz karası bir karanlıktan söz edebiliriz:
“Babil’de asma bir bahçeydin sen,
ince ince tarardı saçını tanrılar
karasında mahcubiyetinin
en çok nisan yağmurlarında özlerdim seni,
oysa tanıdığın değildi dillerim
ağzından sulara düşerdi kitabeler
devrik yanlarında usul bir sancı kalırdı
bozuk bir düzen
teninde yankılanan” (s:38)
Elbette yokluğu da yıkımsal bir şiddetle ölçülür aşk katında her ilişkinin. Yitikliğin dipsiz uçurumunda sevgilinin ağzından “giderken gecenin karasına sar beni / çocukluk korkularıma bir mayın telaşı düşsün” (s:46) gibi her kötülüğü onaylayan bir çığlık yükselmişse, dönüp o yalnızlığın avazını empatiyle paylaşmak gerekir. Bu noktadan sonra Kalanın Hikâyesi şöyle bir sonuçla biterse pek şaşırmayız. Çünkü gerçek aşkı çiğneyip geçmek, sevgiyi hiçleyen anlayışta tarihsel kötülükle yaşıttır, suskun yaraları azdırabilir:
“var git yoluna ey tarih
sen bizi hiç sevmedin” (s:48)
Kitabın sonunda yer alan 16 bölümlük Ahlat ile Konuşmalar şiirinde, yalınlığın ve bilgeliğin simgesi sayılan ahlat ağacıyla dirimli bir diyaloga tanık oluyoruz. Şair, sanki tüm dışlanmışlar adına -yenik ve mahzun bir ruh haliyle- ahlatla söyleşiyor. Yaşamı her yanıyla didikleyen bir bilgelik buluşmasına dönüşüyor söyleşi. Söz konusu buluşmada yine tarihsel bir derinlikle baş başa kalıyoruz. “beni hatırladın mı ahlat” sorusuyla başlayan iç dökümün her aşamasında bir mutsuzluk eğrisiyle birlikte dalıp çıkıyoruz zaman sorgulamasına. Bence 16 bölümlük bu nehir şiirin 10. bölümü buluşmanın özünü de yansıtıyor. İzninizle o bölümü olduğu gibi aktarmak istiyor ve dört kitaplık yalnızlığı tartışmaya açmak istiyorum:
“dörtnala kendine dönen dünya
sonsuzluğun çürüyen dişi
toz duman bir yörüngede
dokundukça sızlayan
bu dünya böyle ahlat,
Şahmaran’ın yarasında lokman
mümkünü yok artık dört kitabın
bu dünya bize sahip çıkmadı ahlat,
şahmaran’ın yarasında dinmedi tufan
sahip çıkmadı dört kitabın dördü.” (s:63)
Kalanın Hikâyesi’ndeki mutsuz izler belki size cepheden tanıdık gelebilir, ancak içsel anlamda hangi fırtınaların estiğini şiirin içine girerek duyumsayabilirsiniz.
İşte, Şükrü Çiftçi şiiriyle bir fırsat sunuyor size, üstü örtük bir tarihin yitik taşları hakkında!
*Kalanın Hikâyesi – Şükrü Çiftçi, Klaros Yayınları, 1.basım, Haziran 2022