AYFER KARAKAŞ – BATIKAN ALKAN SÖYLEŞİSİ

FacebookTwitter

Batıkan Alkan’ın “bugün biraz daha uzun dünden” kitabı üzerine…

A.K : 32 yaşında genç bir şairsiniz. İlk şiir kitabınız İskele Sandalyeleri, 2022 yılında yayımlandı. Bugün Biraz Daha Uzun Dünden, sizin 2. kitabınız. Yolun henüz başında bir şair olarak, şiirden beklentilerinizden biraz bahseder misiniz?

 

B.A; Günümüzde şiir edebi tür olarak insanların gözünde ‘’bayağı’’ olarak görünüyor diyebilirim. İnsanların bu düşüncesinde sosyal medyanın rolü çok büyük. Çeşitli şiir sayfaları ve buralarda paylaşılan içeriği oldukça vasat, herhangi bir derdi, mesajı olmayan şiirlere insanların sürekli maruz kalması, şiire olan algıyı da olumsuz anlamda oldukça etkiledi.  Bunu sadece sosyal medyayla sınırlandırmak da yanlış olur, gazetelerin günlük şiir köşelerinden şiir yarışmalarına, yayınevlerinin birçoğunun nitelikli olabilecek şiir kitaplarına bile yer vermemesine, baskıya almamasına kadar zincirleme giden bir bayağılık söz konusu.  Yani şiir şu anda edebiyatın üvey evladı konumunda biraz.

 

Benim şiirden beklentimden çok aslında şiiri neden sevdiğimi anlatsam daha doğru olur. Ben hayata biraz şiir gibi bakmaya çalışan biriyim, mesela her an bir yerde oluyor oluşumuz, o yeri kimliklendiren, içerisinde olan her şey benim için şiir demek. Yani benim şiirime konu olması için her gün gittiğim yoldan başka bir yola gitmeme gerek olmuyor,  her gün gittiğim yolu konu edebilmek benim için şiir oluyor.

 

A.K; Kitabın fiziki özelliklerine bakarsak gri bir tema ile düşen ve sandalyede oturan bir adam figürü bizi karşılıyor. Kitabın iç-dış bütünlük bağlamını düşünecek olursak “gri, düşen ve sandalyedeki adam”, neleri temsil ediyor ve şiirinize kapı aralıyor mu?

 

B.A; Metaforu anlatım tarzı olarak çok sevmediğimi söyleyebilirim. Eser sahibinden çıktıktan sonra eserin sahibinin artık okuyucu olduğunu düşünüyorum. Kitabın kapağının her okuyucu için başka anlamlar ifade etmesi ve kendisini özdeşleştirebilmesi benim için önemli olan. ‘’Düşmek’’ üzerine derin anlamlar yüklediğim bir kelime. Gerçek anlamından çok özellikle bizim toplumumuz gibi kendisini dış dünyadan biraz daha kopuk, biraz daha yalnız hisseden toplumlarda ‘’düşmek’’ bence her insanın yüzünde biraz okunabilen bir kelime. Biz maalesef ki düştüğümüz yerden kaldırılmak yerine altına sandalye çekilerek bekletilen bir toplumuz. Bu bilinç sözlü olarak belki çok fazla dile getirilmiyor ama eser üreten sanatçıların eserlerine bilinçdışı olarak yansıdığını görüyorum.

 

A.K; “hangi dünyada eve dönmenin yolları/ düşüncesinde en çok terlediğim doğu/doğunun” dizeleriniz, Necip Mahfuz’un “Ev, doğduğun yer değildir. Ev, bütün kaçma çabalarının bittiği yerdir.” sözünü anımsattı bana. Dizelerinizden yola çıkarak “ev” imgesinin sizdeki çağrışımları hakkında neler söylersiniz?

 

B.A; Siz de oldukça doğru bir referans verdiniz. Mahfuz’un bu sözü benim de sürekli kafamda dönüp durur ve üstüne çok düşünürüm. Ev, içindeyken her şeyin yolunda ve hayatın bir standartta göründüğü ama çıktığında aslında hayatın o evin içinde olmadığını düşündüren bir imge gibi geliyor bana. Bunu ilk hissetmem de on yedi yaşında ailemin yanından çıkmamla başlıyor.  Hayata karşı ilk adımlarımı o zaman atmaya başladım diyebilirim. ‘’Aile cehennemdir’’ ya da ‘’İnsan önce kendi evini yakmalıdır’’ gibi büyük sözlere katılmakla birlikte yine de eve karşı bu kadar sert laflar bana biraz fren yaptırıyor. Bu belki ‘’onlar çok iyi insanlar’’ dediğim ve sevdiğim ailemden kaynaklı oluyor. Fakat ailenin koşulsuz yanında oluşu insanın bireyselliğine bir yerden sonra en büyük engel olarak karşımıza dikiliyor. Ben de birçoğumuz gibi konfor alanının insanın önündeki en büyük ve aşılması en zor engellerden biri olduğunu düşünüyorum. Belki gerçekten de kendi evimizi sürekli yakmalı ve yeniden yapmalıyız.

A.K; “hatır” adlı şiirinizde “bir yerde yasak bırakmak/ bir yerde korkak elim” diyorsunuz. Bu şiirin, sınırlara bir işaret olduğunu düşündürdü bana. Elbette şiirin bütününde böyle bir anlam yok. Bendeki çağrışımı “sınırlar” oldu. Peki, şiirde aşılması gereken sınırlar var mı? Sizin şiirdeki sınırlarınızı aşan biçim, imge..vb var mı?

 

B.A; Şiirde özellikle belli bir kalıbın içine sığmayı, orada sıkışıp kalmayı sevmiyorum. Bu konuda şiir yarışmalarına da bir eleştiri getirmek isterim. Çoğu yarışma belli bir standartta ya da belli bir konuda yarışma açıyor. Oysa şiir bence edebi tür olarak en özgün ve kalıpları yıkabilecek olan tür. Mesela ben yeni kitabımdaki şiirlerimin hiçbirinde büyük harf kullanmıyorum. Tabi ki bunu yaparken de bir alt metni, bir nedeni olması gerekiyor ama bu şiir türünde özgür olarak yapılabilecek bir yaklaşım bence. Sınırları yıkmak dediniz, evet doğru bir yaklaşım ama sınırları yıkmak için önce o sınırları çok iyi bilmek de gerekiyor. Alışılmışın dışında, daha farklı ve yaratıcı işleri yapanların genelde o alışılmışı en iyi bilenler olduğuna inanıyorum. Özetlersek benim şiire bakışımda aşılması gereken birkaç sınırın değil, tüm sınırların aşılması gerekiyor.

 A.K; Kitabın son bölümüne Rimbaud’un “çok hayın bir deli olup çıkacağım sanırım” dizesini almışsınız. Deli olmadan da layıkınca yaşamak mümkün değil mi? Deli akıllılığı, diye bir şey var mıdır?

 

B.A; ‘’Delirmeden deliliği yazabilir misin?’’ Edebiyat dünyası için çok ikonik ve cevabının net olamadığı bir soru. Benim de sürekli aklıma gelen ve üzerine çokça düşündüğüm, bazen evet delirmeden deliliği yazamazsın dediğim bazense tam tersini söylediğim bir soru. Dostoyevski’nin çoğu kitabında karakterler psikozun eşiğinde gezerler, nevrotik hali çoktan geçmişlerdir fakat okuyucu kendisini bu karakterler de özdeşleştirebilir. Hatta bazen eylemlerinin nedenini çok mantıklı da bulur. Bu bağlamda bakış olarak delilik yerine benim kullandığım ‘’düşmek’’ kelimesi toplumun büyük bir kesiminin ortak hissi olarak vurgulanabilir. Edebiyatta yer etmiş neredeyse tüm kitaplar ve insanların özdeşleştiği tüm karakterler kaybetmişlikten nasiplerini almış ‘’bir baltaya sap olamamış’’ karakterler diyebiliriz. Yani buradaki delilik aslında düşmenin getirdiği bir yıkımdır.  Tolstoy’un Anna Karanina’nın girişinde yazdığı ‘’Bütün mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz olan her aile de mutsuzluğunu kendine göre yaşar’’ sözü kitabın sonunda Anna’nın yaşadığı yıkımı destekler. Fakat düşen, yıkılan, deliren karakterler bizizdir ve bu evrensellik edebiyat dünyasında bu kitapları klasik haline getirir. Tabi ki deli olmadan da layığıyla yaşamak mümkündür ama deli olmadan edebiyatta akılda kalmak pek de mümkün değildir.

 

A.K; Son olarak şiirin hayatınızdaki önemini öğrenebilir miyim?

 

Bunu edebiyat özelinde cevaplamak isterim. Hayattan her kaçtığımda sığındığım yer edebiyat ve sinema oluyor. İnsan beyninden çıkan her şey beni oldukça heyecanlandırıyor. Bir karakter yaratmak ve ona inanmak, tanıdığım ve yaşamını devam ettiren herkesin hikayesinden daha çok ilgimi çekiyor. Kısaca hayata katlanabiliyor oluşumda edebiyatın ve sinemanın rolü oldukça büyük diyebilirim.

FacebookTwitter
FacebookTwitter