Ekrem Acar şiirinde “Çıplak” sözcüklerin izini sürmek…
A.K; Kitabın kapağına baktığımızda siyah bulutlar, yapraklarını dökmüş bir ağaç, ışıkları yanmayan bir ev… Kısaca kasvetli bir kış tasviri var. Kapak fotoğrafının onayınızdan geçtiğini düşünerek bu fotoğrafın sizdeki yansımalarını merak ediyorum, biraz bahseder misiniz?
E.A; Öncelikle, dergi olarak ilginiz için içten teşekkür ederim. Özellikle, her sayıdaki “dosyalar” için kutluyorum sizleri. Fotoğrafı ben çekmiştim ve üzerinde kendimce oynamıştım. Kitap için değildi ama… Eski bir gazeteciyim ve fotoğraf ile ilgim hep oldu, severim fotoğraf çekmeyi ve kendimce üzerinde oynamayı. Genel olarak fotoğrafları belirsizleştirmeyi, silikleştirmeyi severim. Fotoğrafın renkleri, daha doğrusu tonları tamamen kendi seçimim. Uzman değilim elbette, elimdeki cep telefonunun fotoğraf işleme programının olanakları dâhilinde… Çıplak, yaşadığım köyün eski adı. Birileri adını beğenmeyip Yeşilova koymuşlar. Hep yapılır ya… Sanırım eski bir Rum köyü. Ve o evde yaşayan yok diye biliyorum; en azından ben çektiğimde öyleydi. Kasvet vurgunuza gelince, bana uzak bir ruh hali değil kasvet ama barışık da değilim onunla… Örneğin kışı sevmem… Ama sorunuz iyi geldi bana, üzerinde düşüneceğim. Yani neden genelde silik ve kasvetli hâle getiriyorum fotoğrafları?
A.K; IV. şiirde “uyuştumayakbaşparmaklarımdanbaşlayarak” ; VI. şiirde “bil-dirildi akşamle’Yin” gibi örneklerde olduğu gibi farklı dize kurulumlarıyla karşılaşıyoruz. Standart dize kurulumu yerine bu tür farklılıkları tercih etme sebebinizi açıklar mısınız?
E.A; Ne kadar becerebiliyorum tam olarak bilemem elbette ama sanırım farklı kurgularla, farklı üsluplarla şaşırtmayı seviyorum şiirde; şiirle… Ama bundan daha önemlisi, şiir, edebiyat hatta sanat tam olarak farklının peşinde koşmak benim için. Örneğin farklı şiir dosyalarımı farklı dille, farklı bir üslupla yazmaya gayret ediyorum. Belki de bu konudaki en kışkırtıcı denebilecek biçemi, yenice tamamladığım “İmceler, İmgeler, İfadeler” dosyamda kullandım. O dosyadaki her şiirin her sözcüğü aynı harf ile başlıyor; başlık dâhil… Şiir hatta sanat benim için “ne” ile değil; daha çok “nasıl” ile ilgili bir durum. Neyi yazdığın değil, nasıl yazdığın daha önemli. Daha çok bir “biçim” ve “biçem” işi yani bence şiir, sanat… Elbette tek bir şiir tarzı, yazma biçimi yoktur ve sanırım hiçbir zaman olmamıştır.
A.K; “minik bir gülümsemeyle/ gevşedi sicim”; “bağırsaklarımdan/ daha uzun olsa da/ içimdeki sicim…” kitap boyunca karşılaştım “sicim” imgesiyle. Bu imgeye bir parantez açmak istersek neler söylersiniz?
E.A; Öncelikle bu soru için özellikle teşekkür ederim. Bir anlamda bu şiirin ruhu “sicim” sözcüğünde; elbette bu sözcüğün bendeki çağrışımlarıyla birlikte… Kelimelerin bilinen, kabul edilen anlamları dışındaki anlamlarını; daha doğrusu bu sözcük özelinde “çağrışımlarını” seviyorum. Çoklu anlamlar kullanmayı da seviyorum. Ayrıca sanırım bir sözcükle kendi şiirimi takip etmeyi ayrıca seviyorum. Aslında iş biraz şiiri açıklamaya doğru gidiyor ve bunu pek sevdiğimi söyleyemem ama olsun, yeri geldi devam edeyim: “sicim” aslında biraz da takıntılarımız, kendi kendimize elimizi kolumuzu bağlamamız… Bir de yağmurun bir yağış şekli ayrıca… Ve fizikteki “Sicim Kuramı”nda “bir boyutlu ve ipliksi varlıklar” var… Bana “cin” sözcüğünü de çağrıştırıyor sicim… Sonra “cicim” gibi de…
A.K; Şiirlerinizi roma rakamlarıyla numaralandırmışsınız. Bence başlık, şiire açılan kapıdır. Şiirlerinizde başlık kullanmama sebebinizi öğrenebilir miyim? Okura kapıyı fazla açmak istemiyor musunuz?
Tüm şiirlerimde roma rakamlarını kullanıyorum doğru. Sanırım kökenleri harf olduğu için. Eski şiirlerimde başlık kullanırdım ama son yıllarda dosya dosya yazıyorum şiirlerimi. Yani aslında her kitap bir anlamda uzun bir şiir… Bir de şair bir abim, “Başlık sınırlar şiiri” demişti zamanında, bana da doğru geldi bu bakış…
A.K; “gözlerinin şöyle bir/ tavaf etmesi tavanı/ kalbime nakıştır”… Ne güzel bir aşk temsili. Sizde aşkın temsili nasıl vuku buluyor? Bu dizelerden yola çıkarak ne dersiniz?
E.A; Ne güzel sözler bunlar, teşekkür ederim. Bir okurdan, hem de şair olan bir okurdan bunları işitmek güzel elbette. Aslında bu kitap bir aşk kitabı… Şiirler aşk şiirleri. Yanlış anlaşılmasın şiiri türlere ayırmayı sevmem ama Çıplak şiirlerini başka türlü anlatmam kolay değil. Kitabın arkasına yazdıklarım aslında bir kitap tanıtım yazısı değildi…
“bir aşkta başkalaşmanın şiiri bu çıplak/dilli düdük bir aşkta…
şaşkınlaşmanın şiiri bunlar bir aşkta…
can havliyle havlıcan gibi bir köye dalışın şiiri bunlar…”
Aşk belalı bir histir. Önemli ölçüde gerçek dışıdır, kurgudur. Ama vardır, belki de fıtrattır. Bilmiyorum… Ama sevgiyle, gerçekle, emekle bir dengeye kavuşturmak gerekiyor belki de aşk duygusunu…
A.K; XXX. şiirinizin “yemeğimizi payşatığımız çıplağa/ rahmet ol yağ Çıplak’ın üstüne” epigrafında “çıplak”ın hem bir insan hem de bir mekan olduğunu düşündüm. Kitabın arka kapak yazısı her şeyi açıklıyor lakin bu kitabı henüz edinmeyenler için “çıplak”ın neliğine dair bir açıklama istesem neler söylersiniz?
E.A; Konunun burası aslında baya komik, sevimli. Köyde yaşlı bir evsiz vardı; Kemal Abi… Eskiden okul olan metrûk bir binada yaşıyor. Bir ara kayboldu ve öldü haberi geldi. Salası bile verildi. Az daha lokmasını döktürecektik. Onun ölüm haberini alınca yazmıştım XXX. şiiri. Ama pat diye çıktı geldi. “Abi” dedim “sen öldün biliyor musun?”. Güldü. Şu anda belediye ona bir kulübe bile yaptı. Son Yerine şiiri, onun dönüşünün şiiridir. Ama düşünceniz de gayet uygun… Bir ruhu vardır her yerleşimin… Biraz tarihi, biraz insanları, biraz doğası oluşturur…
A.K; XLI. şiiriniz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’e ithaf edilmiş. Şiirde “aslında yoktu/ şaklatan/ gövdesiz el gibi” dizeleriyle sona eriyor. Derin bir felsefe de sezdim bu dizelerde. Kırbaç, gerçekten yok mu ve neden John Berger?
E.A; Bu şiirleri yazarken Berger’in Görme Biçimleri kitabını okuyordum. Bir dosya üzerinde çalışırken, okuduklarım, yaşadıklarım bir şekilde girer o dosyaya. Ben felsefeye ve tarihe hep ilgi duydum ama disiplinli bir okur olamadım, disiplinli çalışmalar yapamadım. Tam da bu nedenle 56 yaşımda İstanbul Üniversitesi Uzaktan Eğitim Felsefe bölümüne kaydoldum. Bir ölçüde disiplinin açılışı kapısı oluyor. Ben okuduğum kadarıyla, Avrupa kökenli yapı sökücü felsefeyi ve İslam tasavvufunu çok önemli buldum. Örneğin “Sûfî-kırık kırık halvet” şiir dosyamda Rûmî ile değişik bir söyleşi yapıyorum. Şiirlerim felsefeden besleniyor; ben ne kadar besleniyorsam elbette.
A.K; Şairsiniz, elbet şiire dair birkaç kelamınız olmalı diye düşünüyorum. Şiir, hayatınızın ne kadar alanına nüfuz ediyor, neler söylersiniz?
E.A; Az önce vurguladığım gibi, şiir hatta sanat benim için “ne” ile değil; “nasıl” ile ilgili bir durum. Neyi yazdığım değil, nasıl yazdığım daha önemli benim için. Daha çok bir “biçim” ve “biçem” işi… Yanlış anlaşılmasın, ne anlatıldığıyla ilgim yok demiyorum; daha çok. dert edilen şeylerin nasıl anlatıldığıyla ilgiliyim. Hani çok iddialı bir söz vardır: “Güneşin altında yeni bir şey yok!” “Ya da güneş altında söylenmemiş söz yoktur!” Bir sanatçı ya da edebiyatçı gerçekten böyle düşünüyorsa; üretemez gibi gelir bana… Söylenmemiş söz ya da gerçek belki de yoktur; çünkü söylemediklerimizi muhtemelen henüz bilmiyoruzdur, dünyadaki dillerin belki de hiç birine girmemiştir. Ama söyleme, üretme şekli; yani “nasıl” durumu özgündür ve her an üretilebilir.
Son yıllarda şiirde sözcük tasarrufuna yöneldim. Yöneldim ama Çıplak gibi bazı dosyalarımda anlatımcı üslubum devam ediyor. Çıplak’ta da var tasarruf aslında. Şiirde “çok söylemeyi” sevmem ama şiirimde anlatımcı bir biçem var.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince: Şiir hayatımın, günlük yaşayışımın içinde… Aklıma orijinal bir düşünce, fikir vs. geldiğinde ya da doğada, yaşadığım yerde ilginç bir şey, durum gördüğümde bu şiire dönüşür genellikle. Ruhsal olarak daraldığımda da, açmaza düştüğümde de şiire sığınırım.