Fazıl Hüsnü Dağlarca, ünlü Çocuk ve Allah şiirinin bir yerinde şöyle der:
“Çocuklar korkunç Allah’ım
Elleri, yüzleri, saçları
Uyurlar bütün gece
Yok sana ihtiyaçları
Çocuklar korkunç Allah’ım,
Bebek yaparlar haçları.
Aşina değiller hatıramıza
Severken aynı ağaçları.”
Öyle ya da böyle, çocuk başına korkunç bir boşluğun, sürekli düşme halini anlatan canhıraş bir kopuşun, dünya cehennemiyle baş edilmeyen kendine kalma umarsızlığının öyküsüdür bu. Geçmişle gelecek bir yana, en acı şekilde bugünü yaşamaktadır çocuk. Yaşamak denirse tabii!.. Şimdinin ötesinde her şey belirsizdir. Dilleri lâl eyleyen öyle fotoğraflar vardır ki, onlara bakmak bile büyük cesaret ister. Örneğin, hemen aklıma takılan iki fotoğraftan söz edebilirim size:
İlk fotoğraf; bombalanan bir kentte büyük erkek kardeşin, küçük kız kardeşini bedeniyle koruduğu bir fotoğraftır ki, andıkça aklımı tarumar eder.
İkinci fotoğrafta; büyüklere mahsus kapağı açık bir tabutun içinde, neredeyse tabutta çalkalanan bir bebek cesedi bırakılmıştır! Öyle sanırım birkaç ölü çocuktan sonra kapağı hoyratça kapatılacaktır tabutun! Tam bir dehşet hâli yani!..
Ne yazık ki insan kaynaklı bir vahşettir hepsi! Çoluk çocuğa bakılmaz, asker-sivil ayrımı gözetilmez, sözüm ona en kısa sürede temizlik harekâtından alnının akıyla sıyrılır. Yakın zamanlarda Japonya’ya atılan iki atom bombasının, Vietnam halkını kavuran napalm bombasıyla Filistinli çocukları delik deşik eden misket bombasının gerisinde saldırganlığı dinsel-ırksal duygularla kutsayıp savaş ideolojisini baş tacı yapan emperyalist çıkarlar üste çıkar. Mazlum halklarsa zalimlerin gözünde varlıkları börtü böcek katına indirgenen yığınsal bir hedeften ibarettir sadece. Ve saldırganlığın meşruluğuna uygun bir zemin her zaman bulunur. Onlara göre zaten terör savaşıdır yapılan. Devlet terörü hak getire!.. Tıpkı bugünkü Gazze cehennemi gibi!.. Birçok kişinin savaş karşıtlığıyla davrandığı, hemen hemen kimsenin İsrail terörüne karşı hiçbir şey yapamadığı aciz bir durumu hep birlikte gözlemeyi ve susmayı sürdürmekteyiz ne yazık ki!
Ve yine olan çocuklara olmakta! Çocuk, bir masumiyet merkezidir oysa. Yaşam hakkının öncelikle korunması gerekir. Dahası ‘vicdan’ bahsinde de en öndedir çocuk! Nasıl olur da soykırımların, can kırımların hedefi olabilir?
O çocuk ki, her şeyi görür, yaşar ve bundan kendine göre bir sonuçlar çıkarır. Tıpkı “Kral çıplak” örneğinde olduğu gibi yaşamsal çıplaklığı, daha doğrusu eşitsizliğini kestirmeden yüzlere vurur. İtirazını daha iyi bir yaşamdan gördükleriyle ölçüp biçer. Büyükler için kutsal ve kadar trajik addedilen her şey çocuk için komik ve sıradan sayılabilir. Örneğin, açlığın, yoksulluğun, savaşın, durup dururken oradan oraya göçmenin seyrini doğal bir şey olduğunu çocuğa kolay kolay anlatamazsınız. Çünkü onu en doğal gereksinimlerinden kopardığınızda, en azından evsiz ya da yurtsuz bıraktığınızda, üstüne üstlük tükenişi en ağır koşullarla yaşatmaya kalktığınızda sizinle aynı görüşte olmayabilir. Onca kırımdan sonra “Hepinizi Allah’a şikâyet edeceğim!” yakınmasıyla karşı karşıya kaldığında eğer etekleriniz tutuşmaya başlıyorsa, biliniz ki sizi, kullandığınız ilahi formüllerle vurmaya hazırdır can evinizden. Eğer çocuk, son çare olarak böyle bir yönelim içine girdiyse, ona öncelikle insanlığın sınıfta kaldığını, yine her türlü kötülüğün insanlığın eseri olduğunu söylemeniz gerekir. Bunu yapmıyorsanız, çocuğun soracağı birçok soruyu da yanıtsız bırakacaksınız demektir. Çünkü yaşamdan öğrenilen kötülüklerin eğretiliği çocuk diliyle lanetlendiği sürece artık inançlarınızın hiçbir hükmü kalmaz., insan olarak da sıfırlanır gidersiniz.
Fazıl Hüsnü Dağlarca sadece ‘kopuş’la ilgilenir. Her ne kadar ilahî boşluğu duyumsatsa da o büyük yalnızlığın adını koymakta zorlanır. Gerçi boşluğun çocukları bir şeyleri tersine çevirmeyi başarmışlardır aynı şiirde. Ancak dikkat çekici bir ideoloji yoktur ortada. Lokman Kurucu’nun Çocuk ve Şeytan’da* geliştirdiği farklılıkta, “buz yanığı”dan muzdarip “Buz beyazı çocuklar”la karşılaşırız. Onlar haklı olarak “buz beyazı çocuklar / buz beyazı çocuklar / soracağım ona / ellerimizi ne yaptın / ellerimiz nerde” (s:5) sorgulamasında bulunurlar. Bu noktada “Tanrı-Sezar” karşılaştırmasıyla -kısasa kısas- korku duvarlarının yıkıldığına tanık oluruz.
Rimboud Tövbesi ve Söylenenler’e geldiğimizde; Freud, Kafka, Balzac ve Tolstoy, Bakunin ve Edip Cansever’i de içine alan düşünsel tepkilere kulak veririz. Freud’un ağzından söylenen “Her tanrı anneye verilmiş sözdür / bozmak şeytan ister” (8) dizeleri, sık sık dile getirilen “Tanrı-anne” eşgüdümünde Şeytan’ı da devreye sokar. Sokmak zorundadır, çünkü Balzac’a ithafen geliştirilen “ağaç yaşken eğilir / büyüyünce kırılır” (s:9) söylemi, çıplak gözle gözlemlenen bir gerçektir. Devamında Tolstoy’un, “çıkışlarını sen yarattın / inişlerini de sevmelisin bu yüzden” (s:9) itirafı eleştirinin çapını biraz daha genişletir. Aynı eksende Bakunin’in rüzgârlı atları peşine takan anarşist tavrı, çocuğun eline taşlar tutuşturacak kadar anlamlı ve eylemseldir:
“bitsin diye beyninde dinmeyen
çekilsin diye ruhundan kirli perdeler
atlara binmelisin çocuk
kara kızıl atlara” (s:10)
Şeytan’ın Adem’e Fısıldadığı şiiri; Tanrı, yaradılış, cennet ve cehennem ilişkisiyle Adem ile Havva’yı da çağrıştırır ki, “sana her geçitten elma topla demiştim” (s:12) uyarısıyla Şeytan’ı da konuya dahil eder. Şeytan’a yakıştırılan fısıltıyla, “etini sıyırmakla başla / aşkı anlatmaya / gör ne kalacak avucunda” (s: 16) dizeleriyle anlatılmaya çalışılan ‘aşk’ bahsine yakıcı bir hava getirilir. İnsan, bu yangının neresindedir derseniz, sabırla bir sonraki fısıltıya kulak kesilmelisiniz:
“Önce O’nu yarattı yalnızlığında
Düştü,
Sadece düş
Altı gün içinde yarattığı dünya
O düşün aşkınaydı
Unutma!” (s:17)
Doğal ki her şey insanın yaradılışıyla bitmez. Sonrasında çileden ibaret bir uyum sorunu yaşanır. Dünya her ne kadar tutunma merkezini andırsa da “tanrı tutsak etmiş gökyüzüne / bütün hakikatleri” (s:23) gerçeği ile tanışıldığında, uyum sorunu haklı olarak çile sorununa dönüşür. Ta ki Şeytan ile Çocuk ilişkisinde yaşananlar, bize doğallığa yakın bir ideoloji sunana kadar!.. Bu minvalde günahlara/yasaklara takıldığımız her şey bir ayak bağı gibi tenimizden çözülmeye başlar. Öyle ki, çocuk aklıyla Şeytan aklının ortaklığında ortaya çıkan yeni gerçeklikte, ideal gerçeklikle tümlenen ayrıntılarla tanışırız. Örneğin, aşağıda sayıp dökülen çocuksu haklar, aslında olması gerekenleri kapsar. Ne ki çocuğu doğar doğmaz teslim alan geleneksel düşüncenin baskıcılığı ‘oyun’ algısından başlayarak çocuğun yaşam alanını daraltmış, hatta körleştirmiştir:
“Ama hakkım var dedi çocuk
Bilyelerim var aynalarım
Mavilerim var kirlenmemiş
Küçük, şekerden gemilerim” (s:25)
Söz konusu şiirde geçen diyalogda çocukla Şeytan, gece boyu bir düşü paylaşırlar. Ancak sabah olunca çıplak gerçekliğin kasvetiyle buruk bir şekilde “olduklarına yanılarak” düşlerini sonlandırırlar:
“olabilir dedi çocuk
düğümsüz bir incelik gibi sıradan
olur dedi şeytan
içi iğne başı gibi boş” (s:26)
Bir sonraki diyalogda, Şeytan’ın imlediği “bak zaten bir şey yok / yoklukla gerçeğin arasında” (s:28) işareti oldukça dikkat çekicidir. Bu, aynı zamanda gerçekliği ele geçiren yalanı da ifade eder. Aradaki farksızlık ise, sistematik olarak toplumu kangren gibi saran yabancılaşmayı dile getirir. Sonuçta aynı plazma içinde çırpınır dururuz. Bu noktadan itibaren çocuğun, “öyleyse konuşalım / biz durmadan konuşalım” (s:29) eğilimi önem kazanır.
Çocuğa Masal’daki yaralı tavşanla sevgisini şefkatini bölüşen çobanın öyküsü ise, “bedenin hakkı yoktur / şeklini aldığı ruh üstünde” (s:31) gerçeğinden hareket eder. Tavşan iyileşip gitmeye kalktığında, benzeşen ruh ekseninde, ayrı ayrı yerlerde aynı sonu paylaşırlar. Her ikisi de soğuk bir iklimi andıran “karanlığın tanrısı”na karışırlar. Bir yerde birbirinden gayrı ilişkileri olmayan yok hükmündeki varlıklarıdır onları masallaştıran. Bunu, Çocukla Yürüyüş’te daha yakından duyumsarız. Ayakları yere değmeyen “ihtimal barışmak, ihtimal küsmek, boşluğa aldanmak, bilinmeyen bir yerde birbirine sarılmak” gibi durumlarla düşle gerçek arasında gide gele yorulur ve buharlaşırlar. Şiirin sonundaki dört dize, varlık-yokluk meselinde son sözü söyler gibidir:
“çünkü yokuz geçtiğimiz yerde
vardığımız yerde
yokuz kendimizde
bu şiirde de” (s:35)
Bireyselliğinin gücüyle öne çıkan Azar adlı şiir gerek dize gerekse bütünsellik açısından oldukça sarsıcıdır. Belki bu yüzden birkaç kez okuma gereğini duyarız. Özellikle şu iki dize gizemde sınır tanımaz niteliktedir. Bir türlü adı konulamayan “olmayan”la “yaşanan” ayrı ayrı sorgulamaya çağırır bizi:
“olmayan her şeyin bir yüzü var sende
yaşadığın her şeyin de bir adı olmalı” (s:36)
Öyle sanırım “içindeki çocuk ejderha”yla seslenen sesin yankısında, suları birbirine karışan ve yer yer ağlama duvarını andıran Şeytan’la şair karışımı bir özellik gizlidir. Doğuran değilse de görünürde bile bile yanıltan, özünde ise temellendiren/yönlendiren, laneti üstünde şeytanî bir yapıdan söz edilebilir:
“benim sularım sende saklı
elinden hayat gelmese de
boğulacağın bir denizin var” (s:37)
Bu sesin özelliğini merak edenler, öncelikle geçmişin isli lambasını söndürmek zorundadırlar. Çünkü geçmişi unutmakla başlayacak olanın ideolojisi bir bakıma şöyle özetlenebilir:
“taşınca, kendimizden, karışmayalım diye bir geçmişe
anneler ölüsü babalar tozu gürül gürül bir nehir
akıldan soğuk delilikten altmış altı kat zehirli…
ölüme ölümden yakınız hiçbir gölgeye yol almaktan” (s:41)
Görüldüğü gibi eskinin defterini dürüp son dizede kendini ele veren ters bakışlı ve delilik raporunu aşan “altmış altı kat zehirli” yeni dilin pek şakası yok! Ayrıca ölümü de taktığı yok! Zaten tüm suskunluğu üstlenmiş durumda. Ancak ölümlü dilleri “Hiçliğin Dili”ne çevirenler onu anlayabilir. Zamanı uzamı belirsiz, mekânlar ötesi delimsek bir dildir bu! Gözünü kırpmadan siler geçer bellekleri. Sonra topraksı giysiler giyip susmanın soylu alfabesiyle izler bırakır. Kim bilir, bu hiçlik yürüyüşünün adına “Sonsuzluk Patlaması” da diyebiliriz belki:
“ve ne iyilik ne kötülük olamayacak kadar bir gerçek;
sonsuzluk, patladı sıkıntı olarak boğazında
açıldı ruhunda binlerce kapı
içi, açık kapılarla örtüldü
artık tarifi çoğuldu ölümün” (s:45)
Böyle bir anda neler yapılması gerektiğini de fısıldamış aynı Şeytan:
“şimdi kendinle aranda koca bir dünya dedi şeytan
ya yok et
ya da boş ver
otur, hiçliği dinle” (s:46)
Ne diyelim? Elçiye zeval olmaz. Seçenek sizin!..
*Çocuk ve Şeytan – Lokman Kurucu, Simurg Art Yayınları, 1.basım, 2025