ANIŞTIRMA – SABİT KEMAL BAYILDIRAN

FacebookTwitter

Doğu edebiyatını ve kültürünü iyi bilen usta şair Hüseyin Ferhad, “Şiir metafordur.”1 diyor ve ekliyor: “Metafor, günümüz şiiri için bir teknik, bir araç değil, yazılanın, hatta söylenenin ta kendisidir.” (Yedi yüzyıldır kullandığımız ‘istiare’ yerine ‘metafor’ deyince Batılı mı oluyoruz ne ‘poet’im?) İstiare de, anıştırma da, ölçü de birer araç şiiri söylemek, yazmak, kurmak için. Bütün bu söz sanatları, şiiri şiir yapmaya yetmez. Yahya Kemal ölçüyü bir çalgıya benzetir hani, ardından ekler: “Çalgıyı nasıl kullandığın önemli!” Bütün söz sanatları, insanlığın, tarihsel süreç içinde yarattığı değerlerdir; onları niçin, nasıl ve nerede ve hangi dozda kullandığımızda güzellik yaratırız, sorusunu doğru cevaplamak gerekir. Bu söz sanatlarıyla amaç, hüner göstermek değildir. Yaratılacak eczayla, şiirin sihrini yakalamaktır amaç. Kapıkulu şairleri, söz sanatlarını çok ama çok iyi biliyorlardı. Bunların kimine ‘büyük şair’ dememiz, onların bu sanatları daha iyi bilmiş olmalarından değil, daha iyi kullanmalarından kaynaklanır. Şiiri, söz sanatları içinde boğan şairler, hünerbazdırlar ama şiiri yakalayamazlar. Kapıkulu şairlerinden böyle binlerce örnek gösterilebilir:

Bint-ül anebin şehvet ile öptüm ayağın

                     Hemşîresinin oldu bana hürmeti mahsûs

 

beytinde  ‘şarap’ yerine ‘bint-ül anep’ (üzümün kızı) gibi bir istiare kullanmış Yenişehirli Avni. Bununla yetinmemiş ‘ayak’ sözcüğünü tevriyeli kullanarak ‘üzüm kızının ayağını öptüm’ derken, ‘şarabın kadehini öptüm, şarabı içtim.’ de demiş oluyor. Ayrıca, Müslümanlıkta iki kız kardeşten biri nikâhlıyken, öbür kardeşin haram olması kuralına gönderme var. Üzüm kızının hemşiresi sözüyle de istiare yaparak rakıyı kastetmiş. Böylece şaraptan sonra rakı içmek istemediğini anlatmış. Bu kadar söz sanatını bir araya toplamasına karşın, Avni şiiri yakalayamamış. Demek ki ‘metafor’ şiirin kendisi değil.

Bir şair, söz sanatlarını, bu sanatların edebiyatımızda nasıl ve hangi bağlamlarda kullanılacağını mutlaka bilmeli. Şiirinde, denk gelirse, bunları kullanmalı. Ama sırf söz sanatlarını kullanacağım diye de, şiiri rezil etmemeli. Eskiler, zoraki sanat yapmaya ‘tasannu’ diyorlardı ki, bu yapmacıklık, şiirin en büyük düşmanlarından biridir. Günümüz şiirinde ‘imge’ kuracağım diye acayiplik yapanların düştüğü gülünç durum da çoklukla tasannudan kaynaklanır. Tuz yemeğe lezzet katar, ama fazla katarsan o yemek yenmez!

Biz gelelim asıl konumuza:

Eski edebiyatımızda kullanılan telmih terimi, Türk Dil Kurumu’nun Yazın Terimleri Sözlüğü’nde güzel bir sözcükle, ‘anıştırma’ olarak karşılanmış. Telmih, ‘anıştırma’ dışında ‘dokundurmaca’ terimiyle de karşılanmış Sözlük’te. ‘Dokundurmaca‘, ‘dokundurma’ (tariz)den farklı. Anıştırma ve dokundurmacanın yanında, günümüzde kullandığımız bir terim daha var: Gönderme.  Bu üç terim, birbiriyle akraba, ama aralarına anlam ayırtısı var. Bunları açmadan, ‘telmih’ üzerinde duralım biraz.

Telmih, ‘telhivât’ın bir bölümünü oluşturuyor. Telhivât da  ‘telvih’in çoğulu. Telvih, kavramın gerçek anlamına dolaşık yollardan varma anlamındadır ve kinayenin bir çeşididir. Telhivât,  telmih dışında, tevriye, tariz, istihdam, remz gibi söz sanatlarını kapsar.

Hikmet Akdemir “Telmîh” terimini şöyle açıklıyor:

 

Telmîp, şiir veya nesirde asıllarını zikretmeksizin meşhur bir hadiseye, kıssaya, fıkraya, şiire veya mesele işaret edilmesidir. Ancak şu husus unutulmamalıdır ki telmih edilen şey herkes tarafından bilinmese dahi erbabı tarafından bilinmelidir. Böyle olmadığı takdirde edebî sanat yapılacak yerde bilmece söylenmiş olur.[1]

 

Hikmet Aldemir ilahiyatçı olduğu için örnekleri hepten Kur’an’dan vermektedir. Ama günümüz terminolojisini izlemediği için ‘gönderme’yi anıştırmadan ayırmamaktadır. “Tek dişi kalmış canavar insanı doğadan koparıyor” dediğimizde, anıştırmada bulunmuyoruz, Mehmet Âkif’in şiirine göndermede bulunuyoruz.

Bilinen bir olaya, bir kişiye, bir atasözüne işaret etmeye, onu hatırlatmaya telmih deniyor. Kapıkulu şairlerinin dünya görüşü dinsel olduğu için, bu anıştırmaların büyük çoğunluğu, Kuran’daki kıssalara, peygamberin mucizelerine, Doğu’nun ünlü kişilerine, efsanelerine yöneliktir.

Şu örnek Fuzuli’nin “Su Kasidesi”nden:

 

Hayret ilen parmağın dişler kim etse istimâ

                     Parmağından verdiği şiddet günü ensâre su[2]

 

Yukarıdaki beyitte Muhammet Peygamberin Tebuk gazvesinde susuz kalan etrafındakilere ve hayvanlara parmağından su akıtıp içirmesine anıştırma yapılmıştır.

Şiirimizde aşk söz konusu olunca, en çok anıştırma yapılanlar

Leyla ve Mecnun,  Ferhat ile Şirin kıssalarıdır.

Fuzuli “Ferhâd’a zevk-i sûret Mecnun’a seyr-i sahra/ Bir rahat içre herkes ancak benim belâda”[3] beytinde hem Ferhat ile Şiirin, hem de Leyla ile Mecnun hikâyelerine anıştırma yaparak, kendi aşk derdinin onlardan da büyük olduğunu vurguluyor. Şimdi çağdaş bir şairin, Ferhat’a anıştırma yaparak Fuzuli’nin beytini nasıl yeniden ürettiğine bakalım:

 

sevda derinlerdedir, oysa ferhâd

                     üstünü kazmada dağın

 

Hilmi Yavuz, bu dizelerde Fuzuli ile benzer bir anıştırma yapmış; hatta Fuzuli gibi, kendi aşkının anıştırdığı kişiye göre daha büyük olduğunu ustalıkla vermiş. Hilmi Yavuz’un Fuzuli’den farkı ‘dağın yüzeyini kazma’ sözüyle yarattığı mecazdır. Bilindiği gibi, Ferhat, aşkını kanıtlamak için, Bîsütûn’u külüngüyle delmeye koyulur. Hilmi Yavuz, bu dağı yarma eylemini aşkı arayış olarak niteler ve Ferhat’ın yaptığı işi ‘küçümser’. Bu küçümseyişin kaynağı yine Fuzuli’dir: “Bende Mecun’dan füzûn âşıklık isti’dadı var/ Âşık-ı sâdık benem Mecnûn’un ancak adı var”[4], Olsaydı bendeki gam Ferhâd-ı müptelâda/ Bir âh ile verirdi bin Bîsütûn’u bâda”[5]

Hilmi Yavuz, anıştırma yaparken, şiire ne kazandırıyor: Her şeyden önce, şiirin çağrışım alanını genişletiyor. Okur, Ferhat ile Şiirin hikâyesini hatırlayıp iki aşk arasında yapılan kıyasla, şairin anlatmak istediğini daha iyi kavrıyor. Şair, ayrıca, şiirini geleneğe bağlamış da oluyor. Bu, Doğu kültürüyle beslenmiş okurun şiirden daha büyük haz almasını sağlıyor. Bu toplumda yaşamış her kişi, Ferhat deyince bu hikâyeyi şu ya da bu boyutta hatırlar.

Arkadaş Z. Özger, Hilmi Yavuz’dan önce, 1971 yılında, “Ferhat” adlı şiirinde yine benzer anıştırmayı yapar; ama çok farklı bağlamda:

 

kara yeller ak yelleri dövende

                     sevdanı yüreğine kuşat

                     al sesimi vur kanının gümbürtüsüne

                     zamanıdır dağları delmenin Ferhat

 

Özger, Ferhat, dağ, delme gibi birbiriyle ilgili sözcükleri bir arada kullanarak ‘tenasüp’ (oranlama) yapıyor. Ayrıca, Nâzım’ın Ferhat ile Şirin oyunundaki gibi, dönüştürmeye başvurmuş. Bilindiği gibi, Ferhat, sevgilisi Şirin’e kavuşmak için dağı delmekteydi: Oysa “Nâzım’ın Ferhad’ı”, asıl büyük sevgili halk için dağı delmeğe çalışır. Özger, aynı yaklaşım içindedir ve Ferhat’a devrim için başkaldırmayı önermektedir. Burada ayrıca Nurhak’ta vurulan gençler de anıştırılıyor. Özger, böylece geleneksel ile güncel arasında da köprü kurmuş olur. İlk dizede Dede Korkut söylemiyle, ‘kara yeller’i faşizmin istiaresi olarak kullanmış.

Şimdi aynı anıştırmanın Hüseyin Ferhad’ın “Zende-rud’u Geçerken” şiirinde nasıl bir bağlamda kullanıldığına bakalım:

 

Şirin. emzirir ve büyütür

                     çığa benzer bir dağı

                     ….

                     Aşk dediğin alelâde

                    şikeste bir minyatür

                     ….

                     Sustur ve çöllere sür

                     Şu mağrur ırmağı. Ferhad

 

Hilmi Yavuz, aynı hikâyeden yola çıkıp aşkı yüceltirken, Hüseyin Ferhad, aşkı olumsuzluyor. Hilmi Yavuz “ve yakut, şafak ve irin/ile emzirdiği bir güzün/boynunu vurmada/ şirin” derken, Şirin’in aşkı olumlu ve olumsuzluklarıyla beslediğini belirtir, Hüseyin Ferhad ise, emzirme istiaresiyle Şirin’in aşk adlı kötülüğü beslediğini söyler. Hüseyin Ferhad’ta ‘mağrur ırmak’ da aşkın istiaresidir. Zende-rud, İran’da tuzlu bir göl olan Gavehane’ye akan ırmaktır. ‘Tuzlu bir gölü (aşkı) besleyen bu ırmağın, artık çağımızda çöle akıtılıp kurutulmasını istiyor Hüseyin Ferhad. Onun bu yaklaşımı, aşk dahil, her şeyi satın alınan bir metaya dönüştüren burjuvaziye bir tepkidir. Bu tepki Lale Müldür’ü mutasavvıf, Hüseyin Ferhad’ı Şamanist yapar.

Yukarıdaki değinilen üç şiir, farklı açılardan da olsa aynı olaya anıştırma yaparak şiirin nasıl zenginleştirileceğine örnektir.

Anıştırmanın, hem şiirle okur arasında, hem dün ile bugün arasında bir bağ oluşturduğunu söylemiştik. Anıştırmanın, hedefine varabilmesi için, anıştırılan olayın ortalama bir şiir okuru tarafından bilinmesi gerekiyor.  Ancak uzmanların bilebileceği konulara yapılan anıştırma, okurun, şiirin içine girmesine engel olur. Avrupa’da, Amerika’da eğitim görmüş şairlerimizin, bu ülkelerin kültürlerine yaptıkları anıştırmalar havada kalmaya mahkûmdur. Melih Cevdet’in Yunan mitologyasına yaptığı anıştırmaların, okurda hiçbir çağrışım yapmaması buradan kaynaklanıyor. Okur, şiiri bırakıp kitaplar karıştırmaya başlarsa, bu, onu şiirden uzaklaştırır.

Kimi anıştırmalar vardır ki, okur, olayı bilmese de, şiir bir şey yitirmez. Ama okur bu anıştırmayı bilirse, kuşkusuz, şiir daha da zenginleşir. Necatigil’in “Nilüfer”indeki şu dizeleri buna örnek gösterebiliriz:

 

Sardı karşı kıyıları karanlık

                     Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar

 

Necatigil, burada Hero ile Leandros efsanesini anıştırıyor. Okur, bu efsaneyi bilmese de, şiirin içine girebilir.

Şiirimizdeki en ilginç anıştırma Nâzım’ın “Kerem Gibi”sindedir:

 

Ben diyorum ki ona:

  • Kül olayım

             Kerem

                     gibi

                         yana

                              yana:

Ben yanmasam

             sen yanmasan

                      biz yanmasak,

                     nasıl

                        çıkar

                              karan-

                                                            -lıklar

aydın-

-lığa..

 

Nâzım, burada bir halk hikâyesine anıştırmada bulunuyor. Bilindiği gibi, Kerem, dinlerinin farklı olması nedeniyle, kendisinden kaçırılan Aslı’nın peşine düşer; ona kavuşmak için olmadık acılara göğüs gerer. Aslı’nın ailesi sonunda pes eder; kızı Kerem’e vermeyi kabullenir. Fakat Aslı’nın anası, kızına sihirli bir elbise yaptırmıştır. Zifaf gecesi Kerem, Aslı’nın giysisinin düğmelerini çözmeğe çabalar: Fakat çözülen her düğme, yeniden iliklenmektedir. Sonunda Kerem bir “Ah!” çeker ve bu ahtan tutuşup kül olur. Aslı da Kerem’in küllerini saçıyla süpüreyim derken, tutuşur. İki sevgilinin külleri birbirine karışır.

Nâzım, bu anıştırmada, çok sık başvurduğu bir dönüştürme yapıyor. Nâzım’ın Aslı’sı ‘savaşsız sömürüsüz bir dünya’dır. Kerem nasıl ki, Aslı’ya kavuşmak için birçok eziyete göğüs gerdiyse, Nâzım da sevgilisine kavuşmak için benzer acılar çekmektedir. Kerem ile Nâzım arasındaki koşutluğu, çevrenin (Nâzım’da devlet’in)  baskısına rağmen, sevgiliden vazgeçilmeyiş kuruyor. Özger’in anıştırmayı, Nâzım gibi kullandığı açık: Gelenekseli, bir tramplen gibi, daha yükseğe sıçramak için bir araç olarak kullanmak!

Faruk Nafiz’i geleneğin içine hapseden, bir bakıma Kapıkulu şairleri gibi, geleneği hiç değiştirmeden kullanmaktır. “Çoban Çeşmesi”ndeki  “Gönlünü Şîrîn’in aşkı sarınca/ yol almış hayâtını ufuklarınca,/ O hızla dağları Ferhat yarınca/ başlamış akmağa çoban çeşmesi…” dizelerinde yaptığı anıştırma, şiiri pek zenginleştirmemiştir.

Anıştırmanın en önemli açmazı, çeviride çıkar karşımıza. Anıştırmalar, o toplumun tarihiyle, kültür birikimiyle iç içedir. Çeviri yapılan dil, çok farklı bir kültürse, çevirinin altına dip not düşüp anıştırılan olay, kişi hakkında bilgi vermek gerekiyor.

Günümüzde kimi şairlerin anıştırmalarında Anglo-Sakson kültürüne yaslanmaları o dillere çeviri beklentisinden midir dersiniz? Ya da şiir piyasasında da küreselleşme beklentisi diyebilir miyiz?

 

 

[1] Hikmet Akdemir, Belâgat, Nizamiye Akademi Yayını, İstanbul, 2016, s. 339

[2] Günümüz Türkçesiyle: Kızgın bir günde dostlarına parmağından su verdiğini kim duysa, şaşkınlıktan parmağını ısırır.

[3] Günümüz Türkçesiyle: Ferhat, Şirinin resmine bakarak, Mecnun çölde dolaşarak eğlenmektedir; herkes rahatında, belada olan yalnız benim.

[4] Günümüz Türkçesiyle: Bende Mecnun’dan çok âşıklık istidadı var; gerçek âşık benim, Mecnun’un ancak adı var.

[5] Günümüz Türkçesiyle: Bendeki dert karasevdalı Ferhat’ta olsaydı, bir ah ile bin dağı un ufak edip uçururdu.

1 Kitap-lık Dergisi, Mayıs-Haziran 2000, S.41, s.155

FacebookTwitter
FacebookTwitter