KUŞAK KUŞATMASI – Sabit Kemal Bayıldıran

FacebookTwitter

Terimler konusunda kalemler hep savruk! Bunlardan biri de ‘kuşak’! Hemen hemen herkes ‘kuşak’ terimini, aklına estiği gibi kullanıyor; bu da anlatımı bulandırıyor. M. Yaşar Bilen, bu konuda şöyle yakınıyor.

Kuşak kavramı yazınımızda rastgele ve yanlış anlaşılan bir terim durumuna düşmüştür. Örneğin sık sık kullanılan 1940 kuşağı, 1960 kuşağı, 1970 kuşağı gibi… Soruna biyolojik açıdan bakılırsa (ki genellikle yazınımızda kuşak kavramı böyle algılanıyor) yıllara ve yaş akranlığına göre, 1940, 1960, 1970 kuşakları deyişinin yapay bir gerçeklilik payı olabilir. Ne var ki, sorun ideolojik/estetik bütünlük içinde ele alınırsa ‘kuşak’ kavramının onlu yıllarla sınırlandırıp biyolojik açıdan belirlenmesinin ne denli ne denli sakıncalı ve yanlış olduğu görülür.

Murat Yalçın da T24’teki yazısında aynı durumdan yakınır:

Kuşak bazen nesil yerine, bazen akım yerine kullanıldığı için kafa karışıklığı yaratıyor. Sözgelimi şiirde 80 Kuşağı dendiğinde 1980’lerde temayüz etmiş şairleri anlıyoruz, bir şiir hareketini değil; öyküde 50 Kuşağı dendiğinde ise Sait Faik sonrasını, ilk kitaplarını 1950’lerde yayımlamış, birlikte dergiler çıkarmış öykücüleri anlıyoruz. Yoksa tek tek bakıldığında bu şairlerin de bu öykücülerin de başka başka özellikleri olduğu görülür, bilinir.

Mehmet H. Doğan “ ‘70 Kuşağı’ diye bir kuşağın olmadığı, onlu yıllarla kuşak belirlemenin yanlışlığı anlaşıldı gibime geliyor” dese de bu on yıllık kuşak üretme bir türlü bitmiyor. M.Y. Bilen de, kendisiyle yapılan bir konuşmada Hakimiyet Sanat’taki yazısına göndermede bulunarak ‘70 ve Sonrası Şairlerin’ kuşak niteliğini taşımadığını ve bu konunun tartışılabileceğini vurguladım, der demesine de Varlık’taki soruşturmasında olsun, bunları derlediği kitapta olsun ‘Kuşak’ terimini kullanır. Zaten Dönemeç’in “Yetmişli Yılların Şiiri ve Ozanları” özel sayısında Dergi, “Özellikle belirtelim ki, bir ‘kuşak’ sorunu olarak yaklaşmıyoruz konuya. On yıllık dönemlerin kuşaklaşma için yeterli olmadığını, kuşaklaşmadaki ortak özelliklerin henüz 70’li yılların ozanlarında belirgin hale gelmediğini savunuyoruz” dediği için olsa gerek M.Y. Bilen “70’li Yılların Şiirine ve Ozanlarına Genel Bakış” başlıklı oylumlu incelemesinde ‘kuşak’ teriminden kaçınır. Ama beş yıl sonra ne değiştiyse bu kez ‘kuşak’ terimini kullanır. Gerçi Bilen bunu terim olarak kullanırken, Bâki Asiltürk’ten daha tutarlıdır. Çünkü Bilen’in ‘Kuşak’ olarak nitelediği kişilerin ortak bir özellikleri var: Sosyalist Gerçekçilik!
Akif Kurtuluş “80 Kuşağı olabilir mi?” diye soruyor. Cevabı yine kendisi veriyor: “Son yıllarda yazanlara kuşak demek mümkün değil.” Devam ediyor:

Ekim 1980 gibi bir tarihi, kronolojik bir başlangıç olarak almak için, kuşakta olduğu gibi, takvim yapraklarından çok önemli nedenle olmalı. Yoksa pek komik durumlarla karşılaşacağız. Bazılarına mizah yapıyorum gelebilir. Örneğin üç kişi çıksa ‘biz 21 Şubat şairleriyiz’ ya da ‘9 Mart şairleriyiz’ dese itiraz etmek için bir neden bulamayacağız doğrusu.

Tahir Abacı da “Şiirde Kuşaklar” yazısında on yılda bir darbe yapan paşalara göndermede bulunarak ironi yapar:

[K]imi ‘genç şair’ler her yuvarlak on yılda bir, üstelik cuntalardan çok daha ateşli bir biçimde hareketleniyorlar . Gelgelelim darbecilerde ne kadar demokrasi varsa, kuşakçılarda o kadar şiir bulunuyor, çünkü şiir elbirliğiyle yazılmaz ve şair dediğin beline şairliğinden başka ‘kuşak’ sarmaz. Kuşakçıların çoğu, kimisi var oluşunu hep bu türden kamplara bağlayıp ‘ortalama şiir’le ömür dolduracak, ayrı bir ekolün mensubudur.

Veysel Çolak, yerinde bir tespitle şöyle diyor kuşak konusunda:
Kuşak kavramı, bir bütünü oluşturacak estetik arayışları sürdüren, geliştiren şairlere yakıştırılabilir. Bu noktada estetik düzey ve katkı belirleyicidir. Böyle derken ideolojik birliği de gözetiyorum. Çünkü toplumların edebiyatı vardır. Giderek toplumsal sınıfların edebiyatı vardır. Bu, aynı zamanda sınıf estetiğinden de söz etmek anlamındadır.
Bir topluluğun ‘Kuşak’ olabilmesi için, ya da ‘kuşak’ diye nitelenmesi için bunların ortak bir ideolojilerinin olması, bu ideolojinin şiire belli bir estetik olarak yansıması, o kuşak’ın şiiri de yakalaması gerekir. Yoksa aynı ya da yakın tarihlerde doğmaları onları ‘şiir’ alanında ‘kuşak’ yapmaz; sosyolojik anlamda kuşak yapar sadece.
Siz belli bir topluluğa ‘kuşak’ dersiniz, onlar arasında kalıcı bir şiiri yakalayan yoksa yarın onlar unutulur gider.

Hemen hemen aynı sosyal, siyasi ve ekonomik şartlar içinde yetişmiş, çoğu aynı okullardan aynı eğitimi almış, aynı sosyal, siyasi, ekonomik görüşleri paylaşmış, ancak görüşlerini benimsedikleri Batılı edebiyat akımlarına göre kültür ve edebiyat değerlerinde ayrılıklar oluşmuş, bu anlayışlara göre, duygu, düşünce, fikir ve zevk anlayışına sahip, dilin, edebiyatın gelişmesi için derin endişeler taşıyan ve gayretler içinde olan, hemen hemen aynı yaşta bulunan diyor da bunlardan yaşayan, yani eseri –alanın uzmanları dışında- okunan kim var? Böyle bir kuşaktan bahsedilmese bir kayıp değildir!
Bunlar edebiyat için tarihsel bir işlev yükümlenmişler, sonraki kuşaklara yol açmışlar, ama okunası ürünler yaratamamışlardır. Bu da ‘kuşak’ oluşturan kişilerin estetik ya da işlev açısından şiirimize bir damga vurmalarının gerekli olduğunu gösterir! Yoksa ‘15 Temmuz Kuşağı’ diye bir kuşak oluşturursunuz, ama ortada ‘şiir’ yoktur! Kuşak adına şiirde ‘düşük’ yapılmış olur!
Gülseli İnal, Turgay Özen’in şiirini övdükten sonra “ ‘80’ kuşağı şairlerinin iki özelliği vardır, biri kent kökenli olmaları diğeri de imge kurmaya büyük özen göstermeleri.” diye bir tespitte bulunmasına bulunur da Turgay Özen’i bulmak çok zor! On üç yıl Beyaz Dergisini çıkaran bu şaire hiçbir antolojide de Bâki Asiltürk’ün Türk Şiirinde 1980 Kuşağı gibi oylumlu ve titizlik sembolü eserinde de rastlayamazsınız! Eğer ‘kuşak’ Turgay Özen gibilerden oluşuyorsa, onlara isim babası olmanın da anlamı yok!
Sosyolojik anlamda da ‘kuşak’ oluşurken, toplumun sınıflı olduğunu unutmamak gerekir. Sözgelimi Suadiye’nin gençleri ile Adana’da toprak çapalayan gençler yaşıt da olsalar kuşaktaş değildirler. Ayni durum şiir için de geçerlidir. Nitekim Adanalı Ziya (1859-1932) ile Tevfik Fikret (1867-1915), Rıza Tevfik (1868-1949) sosyolojik olarak kuşaktaştırlar ama edebiyat terimi olarak Türkçe yazmak dışında bir ortaklıkları yok:
Adanalı Ziya Aşk-ı cihânı bu dil-i nâlâna verdiler/Bir ra’şedâr ele dolu peymâne verdiler” deyip eriyip yok olmaya yüz tutmuş Kapıkulu şiirini sürdürmeye çabalarken, Tevfik Fikret “Evet, sabah olacaktır, sabah olursa, geceler/Geçer, kıyamete dek sürmez; en sonunda bu gök/ Bu mavi gök size bir gün acır; usanma sakın” derken memleket ahvaline kahırlanır ve umudu yaşatmaya çalışırken gençlere moral vermeye çalışır ama Batılı bir bakış çok belirgindir. Rıza Tevfik ise 1915’te “ Vardım eşiğine yüzümü sürdüm/Etrafını bütün dikenler almış;/ Ulu mihrâbında yazılar gördüm/ Kimbilir ne mutlu zamandan kalmış?” derken intisap ettiği Bektaşilikten Reaya şiirinin tadını yakalıyor. Bunlar sosyolojik anlamda kuşaktaş olmalarına rağmen, şiir alanında birbirlerine ideoloji ve estetik bakımdan çok uzaktırlar!
Edebiyat terimi olarak kullanmak istersek kuşak sözcüğünü, şairler arasında ortak ideoloji ve bunun sonucu olarak estetik olması gerekir. Örneklersek 1960’da Açlık Kuşağı ortaya çıkarken, bizde sosyalist gerçekçi Üçüncü Kuşak doğar. Açlık Kuşağı, o kadar etkili olur ki, sesi Hindistan’dan tâ ABD’ye kadar ulaşır:

‘Açlık Kuşağı’ 1960’larda Hindistan Kalküta’da, bugün Açlıkçı Dörtlü diye bilinen dörtlü, yani Shakti Chattopadhyay, Malay Roy Choudhury, Debi Roy (Haradhon Dhara takma adıyla) tarafından başlatılan, Bengali dilinde eser veren bir edebiyat akımıdır. Bu avangart kültürel hareketle ilişkilerinden ötürü, hareketin liderleri işlerinden oldu hatta dönemin hükümetince hapsedildi. (…) Açlıkçıların yaklaşımı, varsayılan okuyucunun sömürge koşullarıyla şekillenmiş ‘kanon’ önyargılarının karşısında durmak ve önyargıları rahatsız etmekti

Dört kişiden oluşan bu Kuşak, edebiyat akımı oluşturmuş, ABD’deki Beat Kuşağı’na ses vermiştir. Beat Kuşağı hakkında Vikipedi şu bilgiyi vermektedir:

Beat Kuşağı New York’ta bir araya gelen ve daha sonra batı yakası kardeşliğine katılan bir grup Amerikan şairleri ve yazarlarından oluşmuştur. Bu hareket 1950 ve 60’lı yıllarda belirgin hale gelmiştir. Beat Kuşağı doğaçlama, tutkulu diyalog, açık cinsellik ve uyuşturucu deneyimleriyle ilgilenmiştir. Çalışmaları bunlara yansımış ve sonrasında yerleşik edebi dergilere sızmaya başlamıştır. Beat Kuşağının post modern edebiyata etkisi yadsınamaz. 1950’li yıllarda konformist bir hayatı yücelten ABD toplumunun değerlerine karşı olan bu yazarların en önemlilerinden biri olarak kabul edilen Jack Kerouac aynı zamanda “Beat Kuşağı” terimini de öneren ilk isimdir. (…) Kuşağın liderleri; Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Gary Snyder, William S. Burroughs, Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Philip Whalen, Lew Welch, Diane Di Prima, Joanne Kyger ve Peter Orlovsky olarak sayılabilir. “Beat Kuşağı” terimi ise ilk olarak 1948 yılında, Jack Kerouac tarafından, John Clellon Holmes ile sohbeti esnasında kullanılmıştı. Kerouac: “Bize beat kuşağı denebilir.” deyivermişti. Daha sonra 1952 yılında Holmes’ın New York Times Magazine’de bir makalesi yayımlandı ve makale şu başlığı taşıyordu: “Bu, Beat Kuşağı.”

Bunlar da gösteriyor ki ‘kuşak’ bir edebiyat terimi olarak kullanıldığında belirli bir estetik ve ideolojik birlikteliği gerektiriyor.

Bizde kuşaklar
Rauf Mutluay’a, M. Yaşar Bilen’e Bâki Asiltürk’e kalırsa her on yılda bir şiir kuşağı doğuyor. Bâki Asiltürk en son 2000 Kuşağı’nı oluşturdu. Seneye 2010 Kuşağı’nı bekleyebilirsiniz!
Bu ülkede Batı’ya özenirken, kantarın topuzunu kaçırılıyor. Mademki Fransa’da ecolѐ var, bizde niye olmasın, anlayışı taşınır ülkeye. Önü arkası düşünülmeden, gerekçe gösterilmeden Beş Hececiler diye bir bölümleme yapılır. Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel’den oluşan bu kişilerden –Türkiye’de zengin şiir kitaplığı olan kişilerden biri olmama rağmen- Halit Fahri’den hiçbir kitap yok bende! Genç şairlerde de bu şairlerden bir kitap olsun bulunduğunu da sanmıyorum. Peki, sınavlarda öğrencilere, hayatta okumayacakları bu şairleri neden sorup eziyet ederiz?
‘Kuşakçı’ M. Yaşar Bilen’in torunlarına, Bâki Asiltürk’ün çocuğuna okulda öğretmenleri yazılıda “1950, 1960, 1970, 1980, 1990, 2000 şairlerinin adlarını ve eserlerini yazınız” diye bir talep yöneltmezler dilerim! Böyle bir sınava girse Enver Ercan da, Şeref Bilsel de Mustafa Fırat da Orhan Kahyaoğlu da şaşırıp kalır! (Geçer notu bir tek Doç. Bâki alır herhalde!)
Yanılgı, olguya içeriden bakmaktan kaynaklanıyor. 1850’den bu yana ‘şiiri yakalamış’ beş altı kişiyi ancak sayabiliriz. Öyle 1980 Kuşağı deyip 44 şair saymak hesap bilmemektir! Dünyanın hiçbir yerinde 44 kişiyi kapsayan bir şiir kuşağı olmamıştır. Fransız şiirinin en bereketli dönemi olan sembolizmde Charles Baudelaire, Stephane Mallerme, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud gibi dört şair sayabiliyoruz! Asiltürk’ün kitabı bir antoloji olsa haydi dönemin havasını aktarıyor, derdik. Ama bu ‘bilimsel’ bir inceleme. Asiltürk Şiir Yıllığı 2006’da Dağlarca’nın, Ahmet Yılmaz’ın, İbrahim Topaz’ın da dâhil olduğu 115 şairden örnekler sunmuş. Bu, bir yılın şiir iklimini aksettirmek adına doğrulanabilir! Ama 1980 Kuşağı deyip 44 kişiyi saydığınız zaman bir ölçünüzün olmadığını sergilemiş olursunuz!
70 Kuşağı Şiirimizi Tartışıyor’da M. Yaşar Bilen, Bâki Asiltürk’ten daha tutarlıdır. Çünkü Bilen’in Kuşak’a dâhil ettiği bütün şairler sosyalist gerçekçidir ve hepsi de dünyaya diyalektik materyalist ideolojiyle bakmaktadır. Dönemeç’in 70’li Yılların Şiiri ve Ozanları Özel Sayısı’nda , dergi’nin tavrından dolayı ‘kuşak’ sözcüğünü kullanmamıştır. Özel sayının hazırlayıcısı olarak “70’li Yılların Şirine ve Ozanlarına Genel Bakış” başlıklı başyazısında sosyalist gerçekçiler arasında 1960 ve 1970 Kuşakları diye bir ayrıma gider.
Bilen, 1960 şairleri için şöyle bir yargıda bulunur: “1960 şairi İkinci Yeni’ye karşı koymasına rağmen, şiirsel düzlemde İkinci Yeni’den doğma, çıkışlı bir şiirdi, dolayısıyla yerli halk kültürümüzden, şiir mirasımızdan yoksun olduğu gibi, sosyalist şiir geleneğimize de yaslı değildi. 1940 kuşağı şiiri ve şairleriyle bir bağlamı özümü de yoktu. Onlara göre yaşayan (devrimci şiir) hareketin öncülerinin ürünlerinden ibarettir.”

Bilen, ‘1960’lı şairlerine ‘dönme’ ve modernist oldukları ve 40 Kuşağı estetiğini reddedip bu kuşak şairlerine sahip çıkmadıkları için sıcak bakmıyor. Bu yaklaşım Halkın Dostları ekibiyle sınırlı ve eksik bir bakıştır. Muhafazakârlar gibi ‘yerli’ olmayı çok vurgulayan Bilen ‘yerli halk kültürümüz’ (Vurgu benim. SKB) gibi –ithal halk kültürümüz varmışçasına- acayip bir tamlama kuruyor. Enternasyonalist bir ideolojinin yerli’yi bu kadar sahiplenmesi gerekir miydi, diye sormak gerekir. Kaldı ki Halkın Dostları ekibi kendilerinden önceki sosyalist gerçekçilerden Nâzım’a ve Ahmed Arif’e sahip çıkarlar.
Bilen, İsmet Özel, Ataol Behramoğlu, Özkan Mert, Süreyya Berfe’yi asal kabul ederken Hilmi Yavuz, Kemal Özer, Refik Durbaş, Tekin Sönmez, Aydın Hatipoğlu ve Sennur Sezer’i bu kesimin yan unsurları olarak kabul eder. Bu arada Hasan Hüseyin’i, Can Yücel’i görmezlikten gelir.
Rauf Mutluay “1900 kuşağı, yüzyılın başında doğanlar kuşağı (1900-1910), 1915 Kuşağı, 1930 Kuşağı” gibi kuşaklar oluşturuyor. Peki, 1915 Kuşağında kimler var, diye sorsak edebiyat okurunun kolaylıkla cevaplayacağı bir soru değil. Ama Kırk Kuşağı’nda kimler var, diye sorduğumuzda çok rahat cevap alırız. Bu neden böyle oluyor? Çünkü Kırk Kuşağı sosyolojik bir terim değil, edebî bir terimdir. Bu kuşak şu şairlerden oluşur: Hasan İzzettin Dinamo (1909-1989), Rıfat Ilgaz (1911-1993), Cahit Irgat (1916-1971), A. Kadir (1917-1985), Sabri Soran (1918-1975), Fethi Giray (1918-1970), Niyazi Akıncıoğlu (1919-1979), Suat Taşer (1919-1982), Ömer Faruk Toprak (1920-1979), Enver Gökçe (1920-1981), Suphi Taşhan (1921-1960), Attilâ İlhan (1925-2005), Arif Damar (1925-2010), Ahmed Arif (1927- 1991), Şükran Kurdakul (1927 – 2004). Bunların şiirinde temel belirleyici sosyalist gerçekçiliktir. (Toplumculuk değil!)
Biyolojik olarak birbirlerine yakın olan –en yaşlısı ile en genci arasında 18 yıllık bir ara var- bu Kuşak’ı belirleyen ortak estetik/ideolojik yakınlıktır. Şiirlerinde biçimden iletisine kadar ortak özellikler görülür. Genellikle, açık olduğu sürece Türkiye Komünist Partisi’nin yayın organı konumunda olan Yeni Edebiyat dergisinde boy göstermişlerdir.
Peki, 1980 Kuşağı dediğimizde aklımıza kimler gelir ve bu kişilerin ortak tarafı nedir? Bâki Asiltürk’ün o özverili çalışmasını okuyan kimse bu soruyu cevaplayamaz! Sözgelimi Tuğrul Tanyol ile Yaşar Miraç; Yaşar Miraç ile V.B. Bayrıl; V. B. Bayrıl ile Şükrü Erbaş arasında hiçbir benzerlik ve yakınlık yoktur, Türkçe yazmaktan başka. Asiltürk, bütün bunları bir şemsiyenin altında toplamakla ‘kuşak’ı edebiyat terimi olarak kullanmamış olur; bu yüzden Kuşak diye, sözcüğü özel ad olarak kullanması yanlıştır. Kitaptan çıkan sonuç, ‘kuşak’ın bir sosyoloji terimi olarak kullanıldığıdır.
Oysa ‘kuşak/nesil’ edebiyat terimi olarak ortak özelliklere sahip kişiler için kullanılmaktadır. Kırk Kuşağı dediğimizde yukarıdaki adlar aklımıza gelirken, aynı dönemde şiir yazmış, Kırk Kuşağı ile yaşıt olan, yani sosyolojik anlamda kuşaktaş olan birçok şair vardır. Orhan Veli (1914 –1950), Oktay Rifat (1914-1988), Melih Cevdet (1915- 2000) sosyolojik olarak Kırk Kuşağı ile kuşaktaştırlar; iktidarla kanbağı olmasa da ona yakın duran bu üçlüyü Kırk Kuşağı’na kimse dâhil etmez; çünkü Kırk Kuşağı artık bir edebiyat terimidir. Kırk Kuşağı şairlerinden Hasan İzzettin Dinamo, 1940 Kuşağı derken, bunların birtakım nitelikler, özellikler taşıdığını da ileri sürüyoruz. Bununla yerli faşizmin, zindanlarında, bütün yeteneklerini hiçe indirgemeğe çalıştığı şairlerin, yazarların, sanatçıların varlıklarını amaçlamaktayız. (…) Bu dönemin sanatçıları, zamanın faşizmiyle didişirken hiç de kahramanlık yaptıklarının kanısında değildiler. Bu, o zaman, bir insancıl görev olarak yapılmaktaydı derken ‘birtakım nitelikler’ arasına estetik anlayışı değil de, politik tutumlarını ve bu nedenle çektikleri eziyetleri öne çıkarır.

Neden Üçüncü Kuşak?
Bu terimi ilk kez 16-17 Kasım 2000’de Ankara’da yapılan 2000 Yılında Türk Şiiri Sempozyumunda sunduğum bildiride kullanmıştım. Bildiride “ Üçüncü Kuşak, Hasan Hüseyin’in 1963’te yayımladığı Kavel adlı kitabıyla başlayan ve 1985 yılına kadar şiirimize egemen olan sosyalist gerçekçi anlayışla şiir yazanlardır.” demiştim.
1961’de, paşalar kendi anlayışlarına uzak olan DP tabanının yine ‘sağ’ bir partide toplanacaklarını hesaba katarak, anayasaya Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gibi bir kurumu koyarak, yargı’yı hükümet’ten özerkleştirip buraya bürokrat ideolojisi taşıyanları yerleştirerek, ‘seçim’in gücünü kırar! “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” anlayışından, bu millet “egemenliği Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır”a gelinmiştir. Elbette buradaki ‘yetkili organlar’, hükümetin elini kolunu bağlayacak olan MGK ve Yargı’dır! Amerikancı bir iktidar tarafından gücü sınırlanan Amerikancı bir Hükümet, oynama ‘yer’i ve ‘yen’i daraltıldığı için, Hükümet’e muhalif bir sol’a Yargı bürokrasisinin ‘hoşgörülü’ bakması nedeniyle sosyalist hareket sesini çıkarmaya başlamıştır. Bu da Türkiye İşçi Partisi’sinin (TİP) kurulmasına Yön, Sosyal Adalet, Ant, Aydınlık gibi ‘örgütleyici’ dergilerin boy atmasına yol açmıştır. Öte yandan işçi sınıfının fabrikalarda ve meydanlarda tepkisini göstermeye başlaması, DİSK’in kurulması Üçüncü Kuşak’ın doğmasına ebelik etmişlerdir. (Hazırlamakta olduğum Sosyalist Gerçekçilikte Üçüncü Kuşak çalışmamda bunların örneklerini ayrıntıyla vermeğe çalışacağım!)
Sosyalist gerçekçiliğe intisap edenler, “Şiir şiir içindir”, “Şiirde anlam aranmaz”, anlayışından “Şiir toplum içindir”e, “Şair, ruhların mühendisidir” anlayışına varmışlardır. Bunu ilk sayısı 15 Ocak 1956’da yayımlanan a Dergisi ile Nisan 1972’de yayımlanmaya başlayan Yeni a Dergisi’ni karşılaştırarak anlayabiliriz. Her iki dergiyi hemen hemen aynı kadro çıkarmaktadır; ama ideoloji ve bunun sonucu şiire yansıyan estetik arasında dünya kadar fark vardır! Yeni a, ilk sayısında “Yeniden Çıkarken” başlıklı duyurusunda amacını şöyle açıklayacaktır:

Amacımız uzun sürede, değişen sorunlarımıza çözüm getirmek, geniş etkileriyle karşı karşıya bulunduğumuz burjuva Batı kültürüyle hesaplaşmak, geleneksel ve aktüel sanatımızın köklü eleştirisini gerçekleştirmek ve bütün bu çalışmaları yaparken halkımızın mücadelesiyle dayanışma sağlamak, sınıfsal kökenleri sağlam bir kültürün ve sanatın oluşmasına katkıda bulunmak, kısa sürede ise bu hedeflere ulaşılmasını engelleyen somut koşullara karşı kesin bir tavır almaktır.

Dergi, ‘sorunlarımıza çözüm getirmek’ gibi ancak bir siyasal partinin programı iddiasında bir çıkış yapar ki o günlerde 12 Mart Cuntasına tepki yükselmektedir. Bir ay sonra askeri müdahaleye karşı çıkan Bülent Ecevit, İsmet İnönü’yü devirip CHP genel başkanlığına geçer. Ve aynı ayın başında Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilirler. Daha önceleri Gül Yordamı ve Ölü Bir Yaz kitaplarına imza atan Kemal Özer, Dergi’nin ilk sayısında, yeni safından dünyayı ve ülkeyi nasıl gördüğünü şöyle açıklayacaktır:

Olayların ozanı zorladığı günlerdeyiz. Hızla bir gelişim süreci duran hiçbir şeyi bağışlamıyor, herkesi bir yerde harekete çağırıyor. Yoksa dün şiirini yayımladığı devinimsiz, duruk bir dergiye bugün neden şiir vermeyi aklından bile geçirmesin ozan? Dün bir arada bulunduğu, kulağı kendisinden başkasına tıkalı yazarlarla bugün aynı sayfada görünmekten neden rahatsız olsun? Dün sırtı dönük bir dizeyi hoşgörüyle okuduysa, bugün değil okumayı, neden görmeyi bile tiksinç bulsun? Baş döndürücü bir hızla bir şeyler oluşurken, kendini dışta tutan, katılmayan, her olasılığı göze alıp kendi kabuğunu zorlamayan kim olursa olsun, ozanı çileden çıkarıyor artık.

İşte Üçüncü Kuşak, bu ‘kendi kabuğunu’ zorlayan, önce memleket diyen şairleri kapsar.
Yazdıklarının ‘Şiir’ olup olmadığını kitapta tartışacağım.

(ŞİİR ÜZERİNE SICAK YAZILAR – KLAROS YAYINLARI)

FacebookTwitter
FacebookTwitter