YAZMA SAATLERİ, YAZMA HALLERİ – BARIŞ ERDOĞAN

FacebookTwitter

Kısa yazmayın, anlamakta zorlanıyorum.

Montaigne’in alttan alta kurcaladığı, “Bazı milletler yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. (…) Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek yerken görmeye ne de başkalarının kendini yerken görmesine katlanamaz.” sözü üstüne bir kitap yazılır, yazmanın vakti olur mu üstüne ise ansiklopediler.
Yazmanın vakti mi olurmuş? Olur efendim, olur. Bütün perdeleri çekip dış mekânla ilişiğimi kestiğimi, (odama gece havası vermek istediğim için herhalde) ondan sonra yazmaya başladığımı çok az kişiye söylemişimdir. Yoksa gökyüzü gözümün ferini alır, kuşlar beni ardı sıra sürükler, portakal bahçeleri yazımın konusunu dağıtır, kavak ağaçları boylu boyunca uzanıp dinlenme tembelliğine iter. Yazarken masanın başında olacağım illa. Yazmak bir namus işi… Yazıyı sürdürmek bir kuğunun dünyasını âli üslupla (Divan edebiyatında süslü/sanatlı üslup yerine) ak kâğıt üstüne dökmektir.
Herkesin Hank diye hitap ettiği Charles Bukowski gündüz yazmayı sevmez, “gece”nin büyüsüne kapılmak ister. Sait Faik, “Körü körüne yazarım. İşte, sözgelişi, şimdi bir öykü yazıyorum. Hem adını bile koydum.” sözünü hınzırlığına söyler Eftalikus’un Kahvesi’nde. Bir kahvenin köşesine günün herhangi bir saatinde kimselere hissettirmeden çöker, ucunu ince ince yonttuğu kalemini çıkarır, Galata Köprüsü’nden gelip geçen lüzumsuz insanları yazar. Kahvenin gürültüsü ona yaman destektir. Kafka, gündüzleri memurluk yaptığı için yazma hevesini geceye sarkıtırdı.
Sivas illerine varsam gönül gözüyle gören Aşık Veysel, “Gel evlat, gel hele!” diyerek elimden tutar, aklına estiği gibi yazmadığını anlatmak için, “Acılı, düşünceli ya da sevinçli zamanlarım olur. Kendi kendime düşünürken, içimde bir şey doğar. İşte bu doğuş şiir olur.” der. Üslubunu, “Sözün odun gibi olsun hakikat olsun tek” dizesiyle beyan eden Mehmet Akif, Salah Birsel’in yalancısıyım, dizlerini büker, okumayı ciddiye aldığı gibi yazmayı da döne döne yapar. Yaşar Kemal işi azıtır, konularını yoğurmadan yazmalara oturmaz. Yazmanın kendisi zaten bir bunalımı aşma işi, o halde bunalımlıyken nasıl yazılsın? Bunu Yusuf Atılgan’a sormalı. Çalı çırpı gibi toplayıp sonra düzene koyan biri olamaz. Bekler, hep bekler. Başının belası Sait Faik’ten, Halikarnas Balıkçısı’ndan daha güzel yazmak için dingin ortamlar arar.

Yazmak bütün acıları dindirmektir.
Çekirge gibi zıplayıp Fransa topraklarına ayak bassam, Hugo’ya misafir olsam, “Sefiller” için yirmi yıla yakın bir zaman harcadığını söyler ki apışıp kalırım. Yazı masasını herkes gibi gece kullanır. İçki yerine elli bardağa yakın kahve içen Balzac’ın yirmi dört saat yazdığını her Fransız bilir. Virginia Woolf okura tuhaf gelecek ilham gelmişse ayakta yazmaya başlar. Babasının, “Ben seni Rousseau’nun Emil’i gibi yetiştirmek istedim” sözüyle irkilen Reşat Nuri de geceleri sakin bir köşe bulup yazar. Dudaklarından eksik etmediği sigarayı görenler, “Marquez’in Türkiye şubesi.” demekten kendilerini alamazlar. Ben Marquez’in yazma ilhamı gelince odasına kapandığı, sigara dumanları arasında nefes almadan yazdığı, yazmanın sıtma tutar gibi insanı bırakmadığı itirafına elim kalbimin üstünde sonsuz bir saygıda eğilirim. Kimliğinde Neftalí Ricardo Reyes Baoalto yazsa da biz onu Pablo Neruda olarak biliriz, yazma işinde biraz rahattır. Bir gerçeği, el yazısı gerçeğini itiraf eder: “Bir gün parmağım kırıldı, daktiloyu bir kenara attım, el yazısının ruhumu yansıttığını fark ettim.”
Ben de ilk yazılarımda daktilo tuşunun güç verdiğini düşünürdüm, zamanla gücümü kestiğini gördüm, bavuluna koyup ambara kaldırdım.
Masayı meyvelerden ne varsa süsleyip kendi nefesimi bile duymadan yazmak isterim.

Yazmayan düşünmüyordur.
Oldum olası korku romanlarından uzak durmuşumdur. Gerilim bana göre değil. Bir yanım eksik kalsın. Gerilim türleri üstüne nice yazı geçti elime, okumadım, cahil kaldım. Koca Voltaire, Candide’de, “Ben pek bilgili değilim ve bundan da hoşnutum.” der. Sanırım bu sözleri romanında yazarken kıs kıs gülmüştür. Ben söylediklerinin doğru olduğu düşüncesindeyim. Doğanın derinliklerine indikçe sığlığımdan utandım. Yıllarca matematik okudum, ezberimde çarpım tablosu kaldı. Meydan meydan savaştım, Malazgirt neredeydi? Hidrojen, sülfat, sodyum kavramları ruhumda tuz. Alplere tırmanayım dedim, zirveye yol aldıkça sıcaklığın her 200 m’de 1°C düştüğünü hesaba katmamışım. Kaşığın sapını ortasına denk getiremedim. Bilgisizleştikçe huzuru buldum. Sevgide, aşkta neden sarılmanın yararından söz etmediler? Bir bedeni nasıl sarmamız gerektiğini öğretselerdi içimde sonsuz bir bahçe açılacaktı. Hayali bahçelerden gül devşirdik, meyve taşıdık ama doymadık. Baktım ekmek yazı yazmanın ağzında. Yazarsam ruhum doyacak. Başladım yazmaya. Hem de çok. Stephen King, kulağıma kar suyu kaçırdı: “Eğer bir yazar olmak istiyorsan her şeyden çok şu iki şeyi yapman gerekiyor: Çok okumak ve çok yazmak.”
Ey güzel okuyucu, el yazmaya mı oturdu sen düşünmeyi kanatlandır. İlkini gümüş değerinden satarlar, sen ikincisini altın pahasına sat.

FacebookTwitter
FacebookTwitter