AYFER KARAKAŞ
A.K; Farklı disiplinlerden beslenen, performatif sanat alanlarında da var olan bir ressam ve şairsiniz. Farklı disiplinlerin şiiriniz üzerine etkisine dair neler söylersiniz?
Z.D; Merhaba. Sanat ve yaşam benim için aynı şey. Öncelikle şunu belirtmek isterim, tanımlamalardan, adlandırmalardan her zaman ürktüm ve hep uzak durmaya çalıştım. Bu belki de kendimi tanımadığım için. Öncelikle ben şair değilim, ressam da değilim, disiplinler arasında belki de disiplinler dışında dolanıp duruyorum. Ustalar büyük bedeller ödeyerek, öyle büyük hediyeler armağan edip gitmişler ki insanlığa Lautreamont’un, Rilke’nin, Blake’in, Shakespeare’in, Tolkien’in, Rimbaud’nun … Mikelangelo, Leonardo Da Vinci, Rubens, Van Gogh, Munch, Caravaccio, Magritte, … İnsan kendine şair ya da ressam, şu ya da bu gibi adlandırma yapmak için önce utanmalı – ki ben öyleyim – sonra da bu tanımların içini ömrünü yatırarak doldurabiliyor mu, diye bakmalı, derim. Tabii ki bu benim düşüncem, belki böyle cevap verdiğim için rahatsız olanlar olabilir, ne diyelim ben normal cevaplar veremem, böyleyim, sahte cevaplarla oynayamam, içim neyse dışım da odur.
İnsan içinde neler olduğunu bilmeyen sonsuz bir varlık ve yaralı doğuyor. Bilinçdışı var, karanlık taraf var. Akılda, duyguda, cinsellikte, maddesellikte,… pek çok şey var. Bir şeyler yaptıkça ya da yapabildikçe parça parça kendimizi tanıyoruz sadece. Kendimiz hakkında konuşmak kelimelerden oluşmuş bir yazıya dönüşmek gibidir. Yaptığım her şeyi iç sesim ne diyorsa öyle yaptım. Yani içeriden bir yerlerden bir ses yine bana şiir yaz derse yazarım… İçinden geçtiğim duygu hallerini, yaşamın akışındaki duvarlara itirazları, sevdayı, aşkı, özlemi, arkadaşlığı, zamanın bize öğrettiği dalgalanmalarla benden çıkışına izin veriyorum sadece. Kelimelerle, boyalarla, gerektiğinde bedenimle, kostümlerle,.. Birinin değerine etkisine gelince; bütünün parçalarını tamamladıklarını söyleyebilirim belki, benim de hatalarım oldu.
A.K; Kitabın ismi çok ilginç gerçekten. “Madrigal” sözcüğü dikkatimi çekti ve küçük bir araştırma yaptım. Rönesans döneminin dini olmayan oda müziği ve ana dilinde şarkı söylemek gibi anlamlarla karşılaştım. İkinci anlam bana daha sıcak geldi. Her iki anlam da müzikle ilgili aslında. “Madrigal” e bir parantez açmak istersek neler söylersiniz?
Z.D; Gelelim Madrigal’e… Hayatın akışında, belki de önceki hayatlarımdan birinde bir ot olmalıyım, Rönesansı seven. Müzik değil midir bomboş bir odayı dolduran? Bu sözcük de içimden aktı ve araştırdım ben de sizin ulaştığınız anlamlara ulaştım. Doğru ve samimi, gönülden yaşanan hiçbir inanca uzak değilim ya da yargılamam, insan belki de yemek yediği çatala inanıyordur, bu onun seçimi. Kafamın içinden çoğu zaman tanımlayamadığım bir zerefşan bazen gürül gürül, bazen serin dondurucu, en çok da köpürerek akar, bu sesi hissederim. Sanki Schubert’in “Bitmemiş Senfoni”si gibi… Bu şiirleri yaklaşık on beş yıl önce derin bir aşkın içinden geçerken yazdım, şiir en saf haline aşk gibi hesapsız duygunun içinden geçerken ulaşıyor, bu da benim düşüncem. Madrigal belki de bizi ütopyamıza götüren yolda eşlik edecek evrensel bir ses, belki de baş edemediğimiz acılarımızı sağaltan bir yoldaş, en çok da sesimiz, bizi duyuran çığlığımız… Ben de bilemiyorum…
A.K; “Gün- giz” şiiriniz, “eksile eksile küçültelim/ “devlet” sözcüğünü/ akasya ağacından yapılıyorsa giyotinler” final dizeleriyle bitiyor. “eksile eksile devlet sözcüğünü küçültmek” çok derin ifadeler. Bu dizeler özelinde neler söylersiniz, mümkün mü “devlet” sözcüğünü küçültmek?
Z.D; Politik ve estetik bilincimiz gelişene kadar hep bir kurtarıcıya, koruyucuya ihtiyaç duyarız, ki bizi koruyup kollayan da öğretildiği biçimiyle devlet’tir. Hayatı sanat olarak yaşayan ve hisseden, estetik filtreleri ve hassasiyetleri gelişmiş insan böyle yapıların olmadığı, bütün insanlığın bir arada birbirine zarar vermediği yaşam düzlemleri hayali ya da özlemi içindedir. Hepimiz biliyoruz başımıza gelen onca şeyin neden ve nereden kaynaklı olduğunu. Devlet kural ve kanunlarını sözde düzeni sağlamak için bazı kişilerin ya da güçlerin ortaya koyduğu otoritedir ve düzeni sürdürmek için, itirazları şu veya bu şekilde ortadan kaldıran ve de bunu acımasızca yapan bir oluşumdur. Şiirde anlatılan katmanlı ve derin olsa da açıktır zaten, burada daha açık biçimiyle ifade edemem özellikle içinden geçtiğimiz bu süreçte, kolumuzu camdan dışarı çıkarsak, tutuklanacağız. Zaten yönetimlerden hiç söz etmeye gerek bile yok. Şimdi bazı arkadaşlar diyebilir ki, devlet başka, hükümet başka; bizim gibilerin ütopyası hükümetler değil, devlettir. Kavram karmaşası olmasın. Hani hep olur ya politika deyince ideoloji, ideoloji deyince de politika anlaşılır. Bizde kavramlar da doğru bilinmez, doğru kullanılmaz, içi doğru doldurulmaz…
A.K; 10. sayfada “Simerenya” şiiriniz yer alıyor. Bilindiği üzere Simerenya, Peyami Safa’nın Yalnızız romanındaki kahramanın gerçeklerden kaçtığı hayal ülkesinin adı. Bu şiirde de sizin Simerenya’nız mı tasvir ediliyor?
Z.D; Ah o hayal ülkesi Simerenya! Çocukken ortaokulda çeşitli yarışmalara katılırdım ve hep kitap ödülleri kazanırdım. Bu ödüllerden ikisi Peyami Safa’nın “Yalnızız” ve “Fatih-Harbiye” kitaplarıydı. Peyami Safa çok okudum. Ve o hayal ülkesine de çok hayrandım. Bu izi taşımak istedim benim de hayal ülkeme. Bu nedenle Simerenya. Başka kitapları da çok okurdum, o kadar az kitap geçerdi ki elime, bulduğum her şeyi okurdum. Çocukken yaşadığınız her şey çok etkiliyor ve izi hayat boyu devam ediyor. O uzak hayal ülkesine sevgiliyle ulaşma arzusu Simerenya ve doğaya saygı ile…
A.K; “Pigment” şiirinizde “bilinmeze çıkan patikada merakın/ kaygıyla kemirdiği benliğin/ acısı kaç grat eder?” dizeleri yer alıyor. Sahi bu benliğin sancısı kaç grat eder, sizce?
Z.D; İnsanlık büyük acılar çekerek bu günlere geldi. Kolay olmadı yenilikler, değişimler, dönüşümler… Hepimiz en büyük acı kendi acımız zannederiz, belki öyledir, belki de değildir, bunu ölçecek bir acıölçer henüz icat edilmedi. Acıdan söz ederken acının da bedensel, ruhsal, içsel olanı da tam olarak ölçülemiyor… Kitlesel ölümler yaşanagelmiş ve yaşanmakta, büyük trajedilerden geçiyor her çağda insanlık. Ha bir de şu var acıları çekerek büyüyoruz, en azından önyargıları yıkabiliyor, düşünce kalıplarına başka bakış açıları getirebiliyoruz en çok da yeni şeyler çıkıyor bizden; şiir, resim, heykel, film,vs… Bunun için acıyı pahada en yüksek değer ölçüsüyle ifade etmek bana göre acı ya da teşekkür bir anlamda… İyi ki acı var, iyi ki acılardan geçiyoruz…
A.K; Son olarak bir şair olarak şiire dair neler söylersiniz?
Z.D; Şiire gelince, ben şiiri bilmem, kelimeler içeriden bir sesle yan yana diziliyor… Yer ayaklarınızın altından kayıyor gidiyor, başka bir düzlemde, başka bir frekans boyutunda, belki de zamansız ve mekansız bir ortamda farklı bir haleti ruhiyede zaman zaman nevrozun da eşlik ettiği bir diziliş, oluş, ses, sessizlik, … Bu çok soyut bir anlatım oldu. Şiir duygu kusması değildir, her şeyden önce, hepimizin farklı estetik filtreleri var buradan demlenerek süzülen akan bir tür diyebilirim. Farklı farklı bilinçleriz, kendi bilincimizi genişletemeyiz fakat özgür bırakabiliriz.
Son bir söz: egomuz bize ihanet etmesin, hepimizin birbirimize ihtiyacı var, kimseyi küçümsemeyelim, samimi olalım hayatla ve sanatla. Tarihin başlangıcından beri içimize işlemiş ön yargılarla dolup taşıyoruz, bunlardan kurtulalım. Özgür olan bilincimizi bir kafese tıkan tonlarca ön yargı. Toplumsal, ahlaki, dini önyargılar. Kendimizi özgür kılmamız gerekiyor. Sanatçı kendisini sınırlamalardan kurtarmalı, bunun için çok çalışmalıdır. Teşekkür ederim.