AZALAN TASALAR YASASI ÜZERİNE – AHMET GÜNBAŞ

FacebookTwitter

Adı Azalan Tasalar Yasası* beni allak bulak eden öykü kitabının. Yazarı ise Partulu Ziya Alpagut!

İlk kez duydum adını Partulu muhteremin! Özgeçmişini merak ettim doğal olarak. Ara tara, bir kırıntı bile yok sanal alemde! Yerle gök arası bir yerde olmalı. Anladım ki eğreti bir adla yazıyor. Aksi hâ bir yerlerden uç verirdi er geç.

Neyse, yazarın adı sanı üzerinde pek durmayalım, kestirmeden kitaba getirelim sözü. Kestirmeden diyorum; çünkü yoğunluğum arasında ancak iki öyküyü okuyabildim soluk soluğa. Biri Sıra, diğeri Kadıner adlarını taşıyor. Her ikisi de müthiş, hemen hemen aynı omurgaya bağlı. O omurga da yabancılaştığımız dünyanın ta kendisi! Herkes kişiliğinden sıyrılmış kendine biçilen rolü oynamakla meşgul. Ya da ‘sistem’ olarak geçiştirdiğimiz olgunun, daha doğrusu erkin, uzayan kısalan kollarıyla bir kukla oynatıcısı olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Nasıl da alışmışız, nasıl da yapışmışız ona, hayret!..

Kentin en işlek merkezinde geçen Sıra öyküsünde, bir bilet alabilmek için gün boyu kuyruğa giren insanlarla karşılaşıyoruz. Öyle ki herkes durumdan memnun. Uzadıkça uzuyor sıra. Gişeye  ulaşmak başlı başına sorun olmasına karşın, biletini alan yine sıraya geçiyor. İtiş kakış cabası! Yığınla tartışma, kaynaşma yaşanıyor bu arada. Ne var ki içten içe bir huzur egemen. Öykü kahramanımıza bakarsak kuyruk milleti çok mutlu bu kaynaşmadan:

“Sıranın arka taraflarını göstererek, ‘Ne tuhaf değil mi?’ diye tekrarladım,’… Arka sıralarda nispeten huzurla beklemeleri? Hâlbuki gişeye bu denli uzakta olanların daha huzursuz olmasını bekler insan.’ Tek kaşını kaldırıp, ‘Öyle olsa bile ne fark eder? Sonuçta bedava olan şeye ücret ödüyorlar,’ dedi Ekoseli. Sonra başka şeyler de söyledi, fakat sırada oluşan yeni bir hareketlenme sözlerini gürültüye boğdu.” (s:17)

Huzurla ilgili birkaç örnek daha verebiliriz:

“Üçlü beşli gruplar halinde serbestçe laflıyor, sırada olup bitenler hakkında akıl yürütüyorlardı. Yüzlerinde beklenmedik, sakin birer tatil havası esiyordu hepsinin, en çok da dokuz-on yaşlarındaki albino çocuk neşe saçıyordu etrafa.” (s:18)

“Kuyruktakiler, alışılmamış bir coşkuyla, biletini alan yarı sarışın bir kadına tezahürat yapıyordu. Kadın itiraz kabul etmez bir güzelliğe sahipti.” (s:21)

Kuyruğu bir şezlonga kurulup seyreden çatık kaşlı bastonlu ihtiyarla kahramanız arasında çıkan kavga ciddi dalgalanmalar yaratır. Yağmur çamur içinde bir var olma savaşıdır sanki sürdürülen. Ne var ki hiçbir didişme ya da çekişme kuyruğun kutsallığını değiştirmez. Alışıl(tırıl)mış sıradanlığıyla tümüyle bir anlamsızlık yükler öyküye. Sonunda biletine kavuşan kahramanımızla biletçi arasındaki diyalog hayli önemlidir:

“Uzatıp bileti verdi. ‘Gitmeden önce sormak istediğim bir şey var,’ dedim, ‘biliyorum gerçi; sıra, hep aynı sıra. Ama sıranın başka bir yerinde olsaydım her şey daha iyi olabilir miydi?’ Meşgul bir tavırla elini salladı Biletçi dedi ki: ‘Sıranın her yerinde bu soru soruluyor. İşte bu yüzden sıra, hep aynı sıra: başka türlü olabilir miydi?’” (s:26)

Şimdi birazcık da öbür öyküden dem vuralım:

Mafyatik ilişkiler sarmalında kazandığı kara parayla denizaşırı bir çeteden gayrimeskun ve adsız bir ada satın alan Kadıner adlı kişi, maiyetindeki karanlık kuvvetlerle bakir adaya adeta çöker! Adanın Kefe Kefe adı vardır aslında Duku Duku yerlilerin dilinde. İlk elde gemilerin yanaştığı koyu üs mahiyetinde tahkim ederler yağmacılar. Kadıner’in niyeti, silahlı elemanlarıyla cangıla girip ortalığı dağıtarak otluk bir alanda “Kadıner’in Kuzuları”na bir yer yapacaktır. Ha, bir de Cenneti Bahçesi diye tabir ettiği, sadece ilgi duyduğu çiçeklerin yetiştirileceği keyfe keder bir proje vardır kafasında adanın kalbine kondurulacak. Ne var ki ıssız adanın ruhuna aykırı steril yaşam merakı, zamanla bir doğa savaşına dönüşür. Karada denizde ne varsa bir bir katledilir. Kadıner’in bu süreçte sözüm ona çektiği çileyi gözler önüne serebiliriz isterseniz:

“Azdan az, çoktan çok gider derler. Yine de dengesi bozulan Doğa, Kadıner’in ekibine bir tek zayiat verdirmeden alt edildi. Kadıner bitkileri candan saymadı, böcekleri adam yerine koymadı. Balıklar dinamitlerle patlatıldı, kuşların yuvaları sökülüp ellerinden alındı. Sürüngenler sürünemesin, böcekler böcekleyemesin diye toprak ilaçlandı, bitki örtüsü peyderpey yakıldı ya da çürümeye terk edildi. Atsız arkasız katliamların orta yerinde Kadıner kuzularına çobanlık etti, onları kollayıp gözetti. Yemledi, bozulan topraktan kaçırıp göç ettirdi.” (s:83)

Bu arada Kadıner gözüyle gerekçesiyle birlikte Cennet Bahçesi’nin de hakkını teslim edelim:

“Bu kutlu an boyunca cennet bahçesi insan eliyle ilk defa tesis edilmişti, insani adalet; yegâne adalet, Doğa’nın kalbinde ilk defa kusursuzca tecelli etmişti.” (s:84)

Söz konusu kıyım, kısa sürede su üstünde yüzen bir ceset haline getirir adayı. Zehirli ilaçlarla kısırlaşan toprakta yem üretimi durma noktasına gelince kuzular bir bir ölmeye başlar.  Bu arada yaşam alanları darlaşan ada canlıları var güçleriyle steril alana doğru saldırmaya başlarlar. Kadıner, önlem olarak adayı yangın yerine çevirir. İşlerin sarpa sardığını gören karanlık adamlar, yangından sonra adanın patronu Kadıner’i topluca terk ederek büyük suçuyla baş başa bırakırlar.. Sonrasında Kadıner’i tefekküre dalmış görürüz. Zerre değişmez. Bilakis kalan sürede her şey Kadıner’e benzemek zorundadır. Doğayı ehlileştirmeyi öngören böyle bir düşünce Kadıner’i kuzularının gözünde ‘rahman ve rahim katına” eriştirse de “sulamaya çalıştıkça çoraklaşan bir zaman”ın kuruluğundan kurtulamaz. Şu satırlar, neredeyse ölü bir gezegeni haber verir her yanıyla. Kâbus’un çapı hayli korkuludur:

“Kadıner’in oturuşu milyarlarca yıl süredurdu. Güneşimiz söndü, yıldızlar birbirine küsüp uzaklaştı. Evren koskocaman bir ürperti geçirdi. Kadıner hepimizi uğurladı, varsa eğer kainattaki diğer canların da yitip gitmesine müsaade etti.” (s:91)

Yazar, Kadıner’in yağma ve talana yönelik tutumunu gösterirken ‘Doğa’yı sarsılmaz bir özne gibi gösterir. Ona göre her türlü yıkıma karşın büyük harflerle hitap edilen bir öznedir Doğa. Belki de bunun yanına “Büyük İnsanlık” öznesi ona yoldaş kılınabilir. Bir diğer ayrıntı da Kadıner gibilerin ideolojik şiddeti yasal zeminde gizleme gayretidir ki, protip bir ada kıyımından emperyalist savaşlara kadar uzanan süreçte bu tutumun hiç değişmediği gerçeğini akla getiririz. Yazar, bunu buruk bir ironiyle dışa vurur. Bir bakıma “azalan tasalar” da doğrudan tiranları ilgilendirir. Çünkü yasalara karışmış şiddet ideolojisi, halktan değil, egemen sınıftan yana bir tavrın ürünüdür.

On bir öykü arasında gözüme çarpan iki öyküden çıkardığım sonuçlar ışığında, anlatıcının üslup başarısına da değinmek zorundayım. Yer yer epik ve deneysel tiyatro tekniğini anımsatan sözü okura bırakma eğilimi çok özel bir farklılık kazandırıyor öykülere. Kısaca anlatıcımız her türlü diyaloga açık, üstelik sözü çekip çevirmekte usta… Dil temeli öyle sağlam ki, akışkanlığını hiç yitirmiyor.

“En iyisi” nitelemesinden oldum olası uzak dururum. Ancak asgari düzeyde iki öyküden çıkardığım kıssaya bakarak, Azalan Tasalar Yasası’ndaki başarı düzeyinin sahiciliği ve parıltısı hakkında öykü okurlarını şimdiden haberdar etmek zorundayım.

Okunması dileğiyle…

 

*Azalan Tasalar Yasası – Partulu Ziya Alpagut, Klaros Yayınları, 1.basım, Nisan 2024

FacebookTwitter
FacebookTwitter