Zaman seninle alay ediyor. Var olmak, hiçliğin içine düşmekle aynı anlama geliyor. Bütün dinlerden ayrıldın. Bütün tanrılar sana küskün. Akılsız bir deliden geceleri tanrıya isyan etmenin yollarını soruyorsun. Deli sen konuşunca yüzünü gizliyor. Olanca sesiyle bağırıyor; İsyan boyun eğmektir ve dünya Plaht’ın Sırça Fanus ‘ta söylediği gibidir. Sırça Fanus içinde bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düşten başka bir şey değildir ve kendimizi uyandıracak iğnelere de sahip değiliz. Beckett’in kahramanı Hanım geliyor: “Tanrı kalleşin teki! Öyle biri yok.” diyor. Hayatın kıyısında çeşitli renkler var, biliyorsun her şeyi görmenin verdiği acı, yalnızca mutlu görünme formülü…
Kendine karşı korkunç bir ikiyüzlülükle karşı karşıyasın. Daima bir şimdi’yi düşün diyorlar, popüler zevkler edin, yaşayanların kanı yeni bir toplum açısından iyi bir gübredir ve kurukafalardan oluşan piramitlerin üzerinde duran kişi daha uzakları görebilir. Böyle diyorlar. Neyin bittiğini bilmeden, bitti diyoruz. Her şeye hâkim olan insan, kendine hakim değil. Kendi yarattığı boşlukta bir kayıp insan… İnsanlık ve dünya ürünü bu kayıpların… Herkes uyanık olmak zorunda, uyku yok. Çünkü kendinden başlayarak, herkes güvensizlik içinde. Sırtımızı dayayıp uyuduğumuz insan bizi tedirgin ediyor. Ağzımız ‘acaba’larla’ dolu, Belki’ler tek yardımcımız. Birinden aldığımız bir şeyi, bir başkasına çok ucuza satabiliyoruz.
Duygular, düşünceler mevcut piyasa içinde sürekli müşteri arıyor. Oysa ki sen gece boyunca bir rüyadan bir rüyaya geçip duruyorsun. Sabah uyandığın zaman sırtın sırılsıklam. Anlamsız bir düzensizlik baktığın her şeye hakim, ruhun artık bildiklerinin kadavrası. Kafa yok, ağız var ve ağzın emrindeki cinsel organlarla bedenin sanayileştiği koca bir yüz yıl var önümüzde. Yaşa. Herkes seni Rudyard Kipling’in kırkayağı gibi hareketsiz görmek istiyor. Kipling’in kırkayağı, hangi ayağıyla hareket etse, adım atsa, nasıl adım atacağını bilmediğinden yerinde kalır. Sense bütün ayaklarını kestin. Sessizce zaman geçiren insanların gençleştiğini biliyorsun. Seni teslim alamayanların, seni nasıl öldürmek istediklerini görünce de gülüp geçtin, ay ve şenlik ateşleri içinde… Baudelaire gibi seslenmek istiyorsun, ama nafile. “Geç kaldın, yıllanmış korkak, ölüm…” Geç, geç ölme şansın bile taahhütlere bağlı, geç… Başkalarının ateşiyle ısınacak kadar üşümek, ölmek demektir. Yaşamak, yani kadim sığıntı, kalplerde yanan ateşleri söndürebilecek bir kasırga yaratmaktan artık acizdir. Bunu bil. Yaşadığın günler, neleri bilmediğinin belgeleridir. Mühürler, ıstampalar ve ihtilal haberleri veren bildiriler birer belgedir. Kitle acımasız bir belgedir, ardından da yürür, önünden de gider ve her fırsatta ezmeye müsaittir.
Ölümüne sahip çık, elinden tut, ölümünü, dirin gibi üç gün beklet, sonra ye. Böyle yaşa, böyle isteniyor. Yırtıcı kuşlar gibi etrafında ölü-diri insanlar… Kör kamunun sana sağladığı bu. Bütün inlerini su bastı. Molloy’un taşıdığı koltuk değnekleri artık ellerinde yok. Çürümek yaşamaktır, diyemezsin. Malone gibi ölüme bedenin karar vereceği günü bekleme şansını da yitirdin. Dizi dibinde sürekli köpek isteyen bir kadın görüyorsun. Yedi basamaklı bir merdivenle ekmek kabına çıkıyorsun. Bir havuzun içinde olduğunu unutmayacaksın, hiçbir zaman ve en sevdiklerinin durmadan su bıraktıklarını… Geceleyin bir yoksulun ağzından, bir şarkı bölecek kalbini, hiçliğin yüzüne vuracak. Cohen’in sesi bu, Suzanne’nin Aynası önündesin. Kendine bak! İsa bir denizciydi diyor, suların önünde yürüdüğünde… Ve ne zaman ki anladı onu, yalnız boğulanların gördüğünü. Buyurdu: Denizci olsun bütün insanlar.
Kaç kez çarmıha gerdiler seni oysa. Kimse İsa demedi sana! Müritlerin mi olmadı yoksa çalılardan gelen sesi (Quo vadis…) duymadın mı? Yoksa bir yılan mı vardı çalılıklarda? Boş ver! Murphy’i çağır. Herkes sevdiğini öldürür. Bu bir tesellidir ve her teselli bir tehdittir, her tehdit bir fırsattır bıçağı kendinde denemek için. Yaşarken hiç olmadıktan sonra, ölünce hiç olmanın ne anlamı var? Murphy geliyor. Geliyor ve kulağına “düşünme” diyor ve çevrendeki insanlar için bedenin söz konusu olduğu dünyada kimsenin özgür olmayacağını söylüyor. Geride bir tek söz kalıyor: Beni bütün deliler dışladı, akıllılar arasında yerim yok!
Murphy ölmeli mi? Birey kalmıştır. Önce iç, sonra dış dünya yok olmuştur. Durup düşünüyorsun. Seni anlıyorum, dedi, başta sevgilin olmak üzere bütün dostların. Oysa ki ‘seni anlıyorum’ demek, ‘seni biraz daha kullanabilir miyim’ demekten başka hiçbir anlama gelmiyor. İtaat’in doğrudan okunuşundan başka nedir ki ‘seni anlıyorum’ demek… İtaat: o kanlı cümle… Yani öl-meye ve öldürmeye hazır olmak, biçimsel disiplinler içine kendini yerleştirmek, ehlileştirmek, frenlerle yürümek, şiddetle gönüllü işbirliğinde bulunmak… Yüzün bu yüzden mi gölgeli? Sanmıyorum. Uykusuzluğun bu yüzden mi? Bir şeyler geri çekiliyor, bir şeyler hiçliğe doğru akıyor. Tanrı buralarda bir yerlerde değil, tanrı yalnızca uyumak zorunda olan insan ve biliyorsun, kimse kimseyle karşılaşmıyor… Her yüz bir çek, bir senet, bir vaat… Biliyorsun. Herkes kendiyle meşgul olduğu için, konuşacak kimse de bulunmuyor. Kimse kimseyle konuşmuyor ve herkes kendi kendini anlatıyor, anlatacak birini bulursa eğer. Paylaşmak yok ve insanların birbiriyle kurduğu ilişkiler mekanik bir koordinasyondan öteye gitmiyor.
Edgar Allan Poe’nun “Üç Kayıp Denizci” hikâyesi bu anlamda belki açıklayıcı olur. Çıkan fırtınada denizcilerden ikisi ölüyor. Üçüncü denizci etrafına bakıyor. Bir fıçı bulup başını sokuyor. Herkes başını sokacak bir fıçı buldukça mutluluk oyununa yatıyor. Karşıdaysa cesetlerinin bile nerede olduğu bilinmeyen iki denizci… Murphy gibi olaysızlığın asal niteliğini iliklerine çekmeyi sürdürürken, denetimlerin ve araların tekerleği bir türlü dönmüyor. Yerinde kaldın. İşte tehlike bu, yerinde kalmak… Yerini kaptırmamak. Yurdunu kaybetmek, yerini kaybetmekten iyidir. Yerinde kalmak, bir yerde olup, inanmadığını her gün tekrarlamaktan daha iyi midir? Hiç olmaktır bu. Katlanmana gerek bile olmadan, hiçliği sevdin. Ah diyorsun, ben gitsem olmaz, niye onlar gitmiyor, burası onların babasının malı mı? Onların gitmesini beklemek ikiyüzlülüğe sadaka vermekten öte neye yaradı? Kiyamet kadar kitap indir, orman büyüklüğünde rahle devir, anlamsızdır. Kalmaksa iyi polis, merhametli bekçi olmaktan öteye gitmeyecektir.
Kal istiyorsan, ‘kal’ der sana Beckett, ancak kalmak dedikodu üretmekten başka neye yarar. Sen bilirsin. Ama beni dinle, köksüz bir ağacın rahmine düşen dalın içindeki kırılma sesi için, dinle… “Görmek için, hayır, görecek bir şey kalmadı, gözlerim kızarana kadar gördüm her şeyi, kötülükten kaçma olanağı da kalmadı, kötülük yapıldı, kötülük yapılmıştı bir gün, kendi yoluna gidecek olan, kendi yoluna gitmelerine izin verdiğim ve beni buraya sürükleyen ayaklarım beni dışarı sürüklediği gün yapılmıştı…” (Bizim oralarda bir adet vardı. Kaybolan hayvan, bulunduğu yerde keskin bir bıçakla kesilirdi ve kanı yeni doğan çocuğun alnına sürülürdü. Ardından da bir türkü yakılırdı. Sivrisinek, karabaşlı kurt oldu/Bir yiğidin sarıldığı ele kalırsa/Ölen gider kalanlara dert olur. Ben kaybolan bir hayvanım ve şimdi beni gördüğün her yerde bakışların su gibi kesiyor.)
Altında yürünecek bütün pankartlar çöpçülerin biraz daha yürümesinden başka bir şey değildir. Aynanın içindeki ceset, gülümseyince Paulus’un Korentiller’e yazdığı mektubu hatırladın: Aynaya bakan insan, tanrının peçesiz yüzünü görür. Bu yüzden uyumak, kitleye uymaktan daha anlamlıdır. Bırak, Oblomov desinler, Malome Ölüyor’un kahramanı için ölme isteğidir. Güzel yaşamak, anlamlı yaşamak artık günümüzde bir lükstür. Yolda yürürken kalçalarının ne kadar büyüdüğünü ya da küçüldüğünü mağazaların vitrinlerine bakarak hesaplamak, biriyle konuşurken sürekli saate bakarak bir diğer randevuyu hesaplamak, günü hangi yalanla kurtarmanın hesabını yapmak daha anlamlıdır çünkü. Yemek yemek ve yediklerini dışkı olarak görmek yaşamaktır. Tuvalette altına bakmak, yediğinin kokusunu çıkartırken hissetmek, fakir çocukların zenginlerden aldığı ilk derstir. Her şey masanın üstündeki bir tabak yemek, bir oturakla özetlenmiştir çünkü. Malone ölmesin de kim ölsün, bok ve yemek yan yana iken… Yok, gerçekten sevgili yok. Bir öyküsü olmayacak bu yüzden sevgilinin, bir öyküsü olmayışının suçlusu aranacak her zaman. Kafayı koparıp, içindekine bakmaksa imkânsızdır artık. Bir kalemi vardır Malone’nin ve kalemin iki ucu açıktır. Kalemin hangi tarafıyla yazarsak yazalım, bu kalem anılar gibidir ve anılar da bu kalem gibi tükenip giderse…
Kurtuluş olmalı… Kendini bir pencere bulup aşağı atmak bir kurtuluştur belki, ama nasıl? Malone bunu başaramaz. En güzel ölüm uykudayken gelendir. Yatakta hareketsiz kalmak ve kendini öylece bırakmak daha anlamlıdır. Çaresizlik bir tokat gibi sürekli yüze iner. Eşkıyalarsa su mataralarını çoktan ağaçlara asmışlar, susayan korucular için. İnsanı çaresiz eden şeyin yüzlerindeki maskeler olduğunu bilir Malone ve insan bu maskeleri yırtıp atamadığı için sürekli mutluluk oyununa yatar. Birbirine sarılmak belki kurtuluştur. Sarılarak insan sıkıntılardan kurtulabilir. Vücudun sınırı, devletler hukuku gibidir. Sınırlar, dar geçitler söz konusudur. Sarılmak umut bağlamaktır. Bir kez daha deneyelim diyebilmektir. Ancak umut bağlamak, umuttan yola çıkarak sarılmak ikiyüzlülüktür, saçma’yı ve şaşma’yı beraberinde getirir. Bu yüzden uyumak ve Malone Ölüyor’un kahramanı Macman’ın yaptığı gibi anlamsızlığı yinelemek, çek ve senetler arasında kalan, ya da inanmadığı halde, inanmış gibi görülen ve bunu hizmet diyen insanların erdemleri arasında sayılabilir.
Sarılmayı dener Macman, olmaz; erkekliğini ikiye katlar ve parmaklarıyla bir yastığa kılıf geçirir gibi sevdiğinin, karısının kadınlığına dokunur. İstek, dışarıdan bakıldığında ya da fotoğraf çekildiğinde korkunç bir mutluluk sahnesi olarak görülebilir; ancak derinin yumuşaklığıyla başkalarından satın alınan düş gücü nihayet hazza ulaştırır iki sevgiliyi! Beckett, “Birbirlerini seviyor olmalılar.” der, ardından, “Köpek gibi,” demekten kendini alıkoyamaz ve hiçbir fotoğraf çerçeveyle sınırlı kalmaz. Bu dünyanın, bu toplumun bir parçası olmadan ve mevcut parçalarını kopararak, kendi sıcaklığımızla buzdan duvarlar arasında yaşayabilecek misin? Çevremizde yırtıcı kuşlar gibi ölümlüler, senin ölülerin… Kendin olmak istiyorsun. Nafile. Kendin olmak ve kendin olarak kalmak hep diken üstünde olmaktır. Herkes birbiri için tehlikeye atılıyor. Ancak özgürlük için herkesin seferber olduğunu düşünürsek, bu aynı zamanda bedeli ve rekabeti de beraberinde getiriyor.
Herkes için, toplum adına savaşmak, aslında kendi hayatını bizim adımıza düzenle anlamına gelir ki, bu kendi adının yüzkarası olmaktır. Toplum, parti ya da kitle diyelim, ne dersen de, bunlar ölenlerin ruhuyla bedenlerimizi örterek, birbirimize karşı işlediğimiz suçları görmemize yarayan araçlardan başka bir şey değillerdir. Bağırsaklarında kömürleşmiş ekmek bulunan Çamur Adam’ın boynunda yalnızca ip izleri vardı. Onu göle gömmüşlerdi. Üzerinde bir tek sinek iskeletine dahi rastlanmadı. Böyle bir gerçek karşısında, tarihçilerin geçmişi bir tarla sanıp, istediklerini ekip biçmelerini neyle açıklayabiliriz?
Soru sormaktan korkma! Bu sorgulamak değildir. Politikacılar hep boş alanlara, boş olduğu için, boş yere demir atmak isterler. Sıradan insanlar ile sıradan ölçüler arasında hiçbir zaman bir denge kurulmamıştır. Tarih Meleği yüzünü geçmişe dönerek kaçmak üzeredir. Birey olmadıktan sonra toplum bir insan fabrikasıdır ve burada bol bol ‘biz’ üretilip, ‘hepimiz’ içinde birer birer öldürülürüz. Kurtuluş yok mu?
Peki, ya Watt? Watt toplumla ilişkisini ne pahasına olursa olsun sürdürmek ister. Tıpkı bizim şimdi yaptığımız gibi Watt da toplumsal alanda kendini var etmenin savaşını verir. Oysa bir toplumla bağlarını sürdürmek, kendine olan bütün bağlarını askıya almakla eş anlamlıdır. Watt ilişki kurdukça, ilişkilerini geliştirdikçe sıradanlaşır. Önceleri şefkatli kollarını açan toplum yavaş yavaş Watt’ı itip kalkar. Watt soytarıdır artık ve kendisini dinleyecek hiç kimse de yoktur. Konuştuğu kimseler de Watt’ı öyle bir hale getirirler ki, artık Watt sözcükleri bile tersinden okumaya başlar. Sonuçta gittiği yer akıl hastanesidir. Burada herkes kendi kendini duyar. Burada herkesin kendisine göre bir alfabesi vardır. Buraya herkes ‘birileri’ kendilerini akıllı sansınlar diye atılmışlardır. Toplum yok olmuştur ve insan yalnızdır. İnsan zihni kafasından çıkan sesten ibarettir. Kollarını ve bacaklarını yitirmiş, yalnızca gövdesiyle yaşayan göçebe serseri Mahood insanlığı çağrıştırır. Su dolu bir kavanoz içinde yaşamaktadır ve bu kavanoz bazen ana rahmi, bazen de cesedidir. Gerçek budur. Bir suçlu aranır. Belki de bulunur. Bulunmazsa herkes sevdiğini öldürerek savaştan haklı çıkar. O da olmazsa bir aforizma… lec’in; “Bana kiminle yattığını söyle, kimi düşlediğini söyleyeyim.” şeklindeki aforizması…
Ama hiç kimse genç kızın, yaşlı adamın yanında uyanırken, bu babam mı diye kendine sormasını duyamayacak mı? Ben duyduğum zaman da yaşlanmış bir çocuk olacağım kuşkusuz. Peki, doğduğumuz zaman niçin ağlarız? Bunu da Beckett cevaplar; Ağlarız bu soytarılar sahnesine çıktığımız için. Peki, ya sevgili? Sevgiliyi beklemek, Godot’yu beklemek gibidir. Hayalet Üçlüsü’nde Beckett yaşlıların gözleriyle bakar dünyaya. Yaşlı adam sevgilisini beklemektedir. Yaşlı adam kadını görmek istercesine pencereye koşar, kapıya koşar. Kimse yoktur. Derken kapı çalınır ve küçük bir çocuk görülür. Çocuk başını sallayıp gider. Ama yine de sevgisiz dünyada ve toplumda gelmeyeceğini bile bile bir sevgiliyi beklek herhalde güzeldir. Önemli olansa gülüş ve gözyaşıdır. Vladimir ve Estragon’nun sevgisiz dünya içinde, sevgiyle bir arada olmaları ve tekrar denemeleri, tekrar yenilmeleri ve tekrar daha iyi yenilmeleri sevgisiz dünya ve toplum içinde güzeldi…
Sonuç. Son var mıdır? Ve kim bu son, diyerek kendinden kurtulur? Son için bir kurban gereklidir her zaman Sen mi boynunu bıçağa uzattın, yoksa eli bıçaklı bir adam mı boynuna uzandı? Mum ve havuz imgeleri içinde başlayan kurban yangınla son bulur. Tarkovski Kurban filmini hazırlarken sürgündü. Kendi topraklarına dönme şansı yoktu. Bir arkadaşı ona büyükçe bir dünya haritası getirdi. Alexandre’ın doğum günüydü. Tarkovski, her gün bu haritaya bakarak, Avrupa’da kendine bir yer aradı uzun zaman. Oysa gittiği ve gitmek istediği her yer SSCB’ydi. Bunu fark ettiğinde kustu. Kimse bu kusmanın ne olduğunu anlamadı. Belki, birazdan Avrupalı biri gelip sevgilisini de alacaktı. “Düşünce: Kara. El. Yatkın. Zehir. Gerektiği gibi. Zaman: Uygun. Tam mevsimi: gören yok. Ey tabancalı adam! Bitir işini” diyecek kıvamdaydı; ancak Oğuz Atay gibi bir arkadaşı yoktu. Babalar ve Oğulları’ı yeniden okudu. Elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı. Bazarov’u gördü. Baba, deyip durdu. Kafka’ya şöyle bir göz gezdirdi. Kafka’nın “Babaya Mektup”unu okudu bu sefer. Niçin oğla mektup olmasın, dedi belki. Bir çember çizdi. Bir Yezidi ayini gibi. Kötülük ve iyilik bu çember içinde olup bitecek. Yangın her şeyi bitirir. Yangın bir ayin. ‘Önce söz vardı’ diye ilk kez konuşan çocuk, filmin sonunda, ‘Neden baba’ diye soruyor. Çocuk mu vasiyet, baba mı? İbrahim’in kararına evet diyen İshak-İsmail mi? Peki, ya kül? Kül yanlış bir mesel!…
“Bir çember çiziyor film: Başladığı yer, aynı zamanda bittiği yer. Çemberin üzerinde yol alırken, kapsadığı dairedeyiz. O değirmi alan dünyanın tıpkı basımı. Oyunlar, şüpheler, rastlantı ve elden sıvışıp gitmiş sevdalar, namluya sürülmüş mermi ve kaçmalar ve her şeyin dibinde; Yangın. Kıyamet. Deli gömleğiyle bitiyor film. Yeryüzünde olup bitenlerin bedelini ödemeyi üstlenen yok mudur?*”
* İbrahim ve İshak Arasında Tarkovski (Dokuz Paragraf) – Enis Batur