Glauber Rocha “Biri sinema hakkında konuştuğunda Amerikan sineması hakkında konuşuyordur. Sinemanın etkisi, Amerikan kültürünün dünyadaki en agresif ve yaygın görünümü olan Amerikan sinemasının etkisidir. (…) bu yüzden Hollywood dışında yapılan her sinema ile ilgili tartışma, Hollywood ile başlamalıdır.” der. Hollywood Anita Ekberg (La Dolce Vita), Audrey Hepburn (My Fair Lady), Ava Gardner (The Killers), Barbara Stanwyck (Double İmdemnity), Bette Davis (All About Eve), Brigitte Bardot (La Mepris), Deborah Kerr (The King And I), Elizabeth Taylor (Giant), Gina Lollobrigida(Beat The Devil), Gloria Swanson (Sunset Boulevard),Grace Kelly (Rear Window) Greta Garbo (Ninotchka), Marilyn Monroe (Some Like To Hot), Sophia Loren (El Cid), Ursula Andress (Dr. No), Zsa Zsa Gabor (Moulin Rouge), Vivien Leigh (Gone With The Wind) ve daha burada isimlerini sayamayacağımız yüzlerce kadın oyuncuyu yıldızlaştırmış, ikon haline gelen bu kadınları markalaştırarak Amerikan kültürünün güçlü tanıtımcıları ve temsilcileri olarak sınırlar ötesine taşımıştır.
Bu büyüleyici kadınlar yıllar yılı modadan sanata Amerikan politikasının ana hedefi olan yayılmacı küresel kültürü sadece filmlerinin izleyicide bıraktığı etkiyle değil yarattıkları saç stilleri, giyim tarzları, şuh bakışları, erkek dünyasına hitap eden kadınsı çekicilikleri ve kusursuz güzellikleriyle insanların evlerine taşıdılar, tablo ve resimleriyle hayranlarının yatak odalarının duvarlarını ve hayallerini süslediler.
Daha da ötesi hemcinsleri üzerinde yarattıkları rekabet duygusunu iyi hesaplayan güzellik ve diğer tüm tüketim sektörlerinin marka yüzleri olarak Amerikan kapitalist sisteminin değirmenine su taşıdılar. Bir imaj imal sektörü olan Hollywood’un sürekli eskilerinin yerine yenilerini gündeme taşıdığı kadın yıldızlarının makyajlarından bakımlarına ve özel yaşamdaki tercihlerine kadar yaratmış olduğu göz alıcı imajın sadece Amerikalı kadınlarda değil diğer ülkelerin kadınlarında ve bizde de yeni moda rüzgârlarıyla öykünmeci bir tavır yaratma eğilimi yadsınamaz bir gerçektir.
Kadınlar kırmızı halılarda ünlü modacılara diktirdikleri haute couture giysilerle arz-ı endam eden bu yıldızların döktükleri servetle yarışabilme gücüne sahip olmasalar bile ufak çaplı değişikliler yaparak hayranlıkla, gıptayla onların ne yapıp ettiğini takip ettikçe de Hollywood’un yeni trendler yaratmayı ve toplumları bu popüler kültürün dönüştürücü etkisi altında tutmayı sürdüreceği görülüyor.
Tüketim kültürünün baş aktörlerinden biri olan Hollywood bu temel zihniyetten hareketle biteviye imaj üretmektedir, peki Türk sineması kendi imajlarını üretebilme olgusunu hangi ideoloji veya hangi temel düşünce üzerine kurdu ve bugüne değin ne tip prototipler üretti? Kapitalist sistemin her tür nimetinden yararlandığı, pazar ekonomisinin tüketim çarklarını güçlendiren marka yüzü birer ilham perisi olmasalar da, filmlerde yarattıkları etki ve toplum üzerindeki algı yaratıcı gücüyle Türkan Şoray, Fatma Girik ve Belgin Doruk gibi yıldızlaşan Türk Sinemasının temel taşları olarak “Türkan Sultan”, “Erkek Fato”, “Küçük Hanımefendi” gibi sıfatlarla anılan ve dillerde gezen kadınlar oldu.
Kadının imge olarak sinema kültürünün temel sürükleyici görsel etki unsurlarından biri, hatta birincisi olduğu net bir gerçek.Beyaz perdenin yarattığı bu kadın imgelerinden görsel özdeşim olarak etkileneninin yine kadınlar olduğu ortada. Hedef kitle yine toplumun dönüştürücü ana gücü olan kadınlar olunca kendi sinemamıza dönerek Türk sinemasının kadın imgeleri yaratma konusunda fikrî bakımdan karakterinin ne olduğunu sorgulama gereğinin oldukça önemli olduğunu hissettik. Bu konuyu küçük dar bir alana mahkûm etmeden söz konusu mevzunun sadece kadının sinemada temsil biçimleriyle sınırlı olmadığı düşüncesinden yola çıkarak, sinemanın ilgi alanının kadının temsil ettiği tüm dinamiklerle iç içe olduğunu görebilmekteyiz. İşin merkezinden sorgulamaya başlayarak yerli sinemamızdaki kadına yönelik imge çalışmalarının nedenlerini ve niçinlerini analiz edebilmek gerektiğini düşünmekteyiz.
Ekonomik bir sistem olarak tüketim ekonomisi üzerine kurulu kapitalist sermaye gücünün tüm dünyada kendine pazarlar aradığı, tek tek merkeze bağlı yönetilebilir kapitalist devletler yaratma amacını güttüğü ve küresel daha üst bir güce ulaşarak tüm toplumları kendi iradesine uyumlu bir rotaya yönlendirerek ve kontrol altında tutarak tüketim ekonomisini geliştirme çabasında olduğu artık çok bilinen bir gerçektir.
Bu gerçekten yola çıkarak ‘Batı dünyası, kapitalizmin en göz alıcı ürünü olan sinemayı, bir kitle iletişim aracı ve kapitalist üretimin dili olarak tanımlayabileceğimiz tek bir dil üzerinden tüm dünyaya ihraç ettiği filmlerle tek bir kültür (tüketim kültürü) yaratma çabasındadır’ diyebiliriz.
Sinema üretimini sadece sanatsal arzuya dayalı bir etkinlik olarak izah etmek yahut film endüstrisini hızla kat ettiği bilimsel ve teknolojik devinimle dünya kültürüne katkılı bir sektör olarak görmek eksik bir bakış olur. Kapitalizmin “oz büyücüsü” olarak kullandığı sinemayla olan çıkar ilişkileri ve sıkı bağı gözden kaçırılmamalıdır.
Sinema 1890’lı yıllarda küçük ölçekli endüstrilerin var olduğu, rekabetçi kapitalizmin üst düzeye yükseldiği bir dönemde doğmuştur. 1908’de Fransa’da gramofon üreticisi ve işadamı Charles Pathe’ın girişimleriyle endüstrileşme yolculuğu başlayan sinema, yerel ve küresel pazar ekonomisi için rağbet gören muazzam bir cazibe alanı oluşturdu. Hollywood ile tekelleşme gücü arttı ve sinema endüstrisi kapitalist ülkelerin rekabet savaşına girdikleri kâr payı yüksek bir alan oldu. İnsanlık tarihini etkileyen iki büyük Dünya Savaşı’nın sonunda oluşan yeni küresel yapılanma ve tekelleşmeye doğru giden dünya ekonomisi içinde propaganda vasıtası olarak önemli rol üstlendi ve sistemden ekonomik payını aldı. Film endüstrisi dijital oyunlar, film starları üzerinden yaratılan moda unsurları, çizgi filmler ve çizgi film kahramanlarından esinlenerek üretilen oyuncaklar, tişörtler, videolar, kitaplar ve birçok değişik ticarî maldan oluşan yan sektörler yaratarak gittikçe gücünü artırdı. Ve Hollywood film endüstrisi dış rekabette emsallerini saf dışı eden bir güç kazanarak kapitalizmin tanrılarından biri oldu.
Gelişmekte olan ülkeler bu tekelleşmeyle rekabet edemediler, Fransız, İtalyan, Alman, Rus, İran ve Japonya sineması gibi ürettikleri sinema akımlarıyla kendi sinema politikasını yürüten birkaç istisna ülke dışında kalan ülkeler daha içe dönük iddiasız veya ucuz taklit filmlerle seyirci kitlelerini elde tutma çabası içinde oldular. Çünkü dev prodüksiyonların dev maliyetleriyle ekonomik ve teknolojik olarak rekabet güçleri yoktu. Batı filmlerinin ithali batı kültürünün de ithali demekti. Batılılaşmayı zaten rehber edinen yöneticiler yerli sinema yapımcılarının batı filmlerinin uyarlanmış versiyonlarının topluma izletilmesine ve sinemanın emperyal hedeflerine onay verdiler.
Kapitalizmin dünyadaki temsilcileriyle yerel yönetimlerdeki temsilcileri arasında ortak bir zihniyet birliği söz konusu olduğu için, sinema sektörünün öyküleriyle yaratacağı simulasyonlar ve simularklar yani bir gerçeklik olarak algılanması istenen görüntüler onların da işlerini kolaylaştırmaktaydı. Jean Baudliard kapitalizmi bu iki kavramın ortaya koyduğu hipergerçekçilik üzerinden izah etmektedir. Hipergerçekçilik bireyi her tür ilke ve amaçtan vazgeçirebilmekte, üstelik kapitalizm onu bireylere yönelik kullanan yönetimlere karşı da kullanabilmektedir. Sistem bu şekilde davranarak doğruyla yanlış, iyiyle kötü arasındaki net ayrımları kaldırmış ve eşdeğerlik yasası yaratmıştır. Gerçekler ile hangi gerçeklik, doğrular ile hangi doğruluk, gerçek ile sahici kavramlarını birbirine karıştırarak bunların uygulanabilirlik değerini yok eden sistem bir yandan üretim ve zenginliği yok ederek insanı öğrenilmiş çaresizliği içinde zenginliğin ve refaha kavuşmanın yollarını göstererek sarkacın öteki ucuna doğru itmekte, orada da çaresizliğe düşen insanı yarattığı yeni değerlerle sarkacın bu tarafına doğru çekmektedir.
Bir simülasyon dünyası içinde iyice şaşkınlaşan sokaktaki insanlar sinemanın endüstriyel gücünü nereden nasıl sağladığıyla pek ilgilenmez, genel bir tehdit ve rahatsız edici bir durum hissetmedikçe de sinemanın emperyalist işlevine kafa yormak istemezler. Gündelik hayatın telaşlarından, sıkıntılarından uzaklaştıran eğlendirici ve oyalayıcı yanıyla ilgilenir fakat algı mühendisliğini fark etmezler. Oysa üçüncü dünya ülkelerinde özellikle eğlence etkinliği olarak toplum hayatında etkin yer alan sinema, yerli yapımcıların basit dilli anlatımlarla yaptığı filmler üzerinden tüm subliminal mesajlarla etki alanını kurar fakat sadece o millete aitmiş gibi görünür. Tıpkı Bourdieu’nun dediği gibi “Güç ilişkilerinin özünde yatan şey, güç ilişkilerine benzememeye çalışarak gücünün tamamını bu gizlilikten almaktır.”
Ahlâk ve vicdan değerlerini yıka yıka giden böyle bir sisteme entegre olmayı isteyen tüm ülkelerde sistemin istediği dönüşüme girmek kaçınılmazdır. Küresel liberal sistemin etkisinde ilerleyen Türkiye ekonomisi de bu dönüşümün temsilcileri tarafından yönlendirilmektedir. Türk sineması Batı ülkelerindeki kadar toplum hayatına müdahil olamamışsa da dünyadaki ekonomik ilerleyişten siyasi iktidarların yaptırımından ve yönlendirmesinden bağımsız değildir.
Aklımızı kurcalayan, daha insanı merkeze alan, daha eşitlikçi bir dünya özlemimizin sınırlarını daraltan bir kutuplaşmanın yıkılmasında “sinemanın bir yapılandırıcı rolü olamaz mıydı?” sorusunun cevaplarını aradığımız bu araştırma yolculuğunda, sinemanın misyonu konusunda vardığımız ortak nokta hep aynı olmuştur. Kapitalizm 1950’lere değin aile içi üretimin baş aktörü olan kadını sanayi patronlarının fabrikalara bağlayarak yarı yarıya hem evin hem patronun işçisi konumunda tutarken, 1980’lerden sonra aileyi artık gereksiz görerek kadını aile içi üretimin bir parçası olmaktan daha çok, dış dünyada bir tüketim tanrıçası ve sektörün üretim çarklarında bir ucuz köle biçiminde etkin kılmak istemiş, sinema sektörünü bu betimlediği kimliklerin belirginleşmesi ve toplumsal zemine yerleşmesi için araç olarak kullanmıştır ve kullanmayı da sürdürmektedir.
Özetle bir eğlence kaynağı olmasının çok daha ötesinde gerek yabancı, gerek yerli sinema, geçmişte olduğu gibi bugün de en güçlü hizmetkârı olduğu sistemin varlığını etkili bir biçimde sürdürebilmesi için onu ayakta tutan bir destek kolon olma görevini sürdürmüştür ve sürdürecektir.
Özlem Akşit