Hamit Tarhan’ın siyah beyaz fotoğraflarını görünce dudağımdan dökülen söz şu oldu: Her biri sanatını ciddiye alan kişiler tarafından çekilmiş usta işi renkli fotoğraflar. O fotoğrafları büyük bir masaya yayıyorum, fotoğraflar adeta “tayflar geçidi”. Hem var hem yok. Gerçek dünya ile hayal dünyasının sınırlarının birbirine karıştığı Kahire’nin Mor Gülü’ndeki Tom gibi. Var olanın kaybolma ihtimali çok yüksek. Barthes’i devreye sokan Baudrillard aklımı başımdan alıveriyor: “Barthes fotoğrafın kesinlikle var olan bir şeyin kesinlikle yokluğuna tanıklık eden bir imge olduğunu söylüyordu.”
Sahi öyle midir? “Tayflar geçidi” deme nedenim de oydu. Hamit kaybolan bir fotoğraftır, varoluşa geçen rengârenk bir resimdir. O havayı az da olsa Attilâ İlhan’da bulurum. Zaman elbette Hamit’e de acımaz; eciş bücüş bir yüz bırakıverir. Altmışındaki Hamit’in o tunçtan heykelinin ağır ağır eridiğini görmezden geliyorsak bu bizim ona saygımızdan, edebiyatseverliğimizden.
Seksen beş yıllık ömrünün her bir karesi edebiyat dünyasını meşgul etmiştir ki Avrupa dönüşü sığındığı Maçka Palas’ta kısa bir sürede konuklarınca putlaştırılır. Gerçi eski görkeminden hiçbir şey yitirmez, lakin Lüsyen sonrası çok hırpalanır. Yine de imdadına dostları yetişir.
Elli yıl içinde şunu gördüm: Akademisyenler ölüyü diriltmeyi severler, Hamit’in derisinden her yıl birkaç post çıkarmayı bilirler, bir toz bulutunun altında kalan adının kaybolmaması için de çırpınırlar. Şair-i azam sıfatının lime lime döküldüğü yıllarda, şaire gizli bir sıfat yakıştırılır: Rumelihisarı’nın solan gülü. Şiir için söylediği, “En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakîkat-ı müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememektir.” ifadesi kaç hassas kalbi yerinden oynatmıştır?
Hamit ve fotoğrafları, Necatigil’in ifadesiyle, “Solgun bir gül oluyor dokununca.”
Son yıllarındaki fotoğraflarını yayıyorum bir masa üstüne, bir minyatür kale. Evet, Lüsyen’e yaslanan Hamit’in Maçka Palas’ı kendi rengine hasret bir baykuş yuvası, bir minyatür kale.
Çocukluğumda tanışmıştım Hamit’le, Makber’de. Bir feryat abidesi, bir matem bandosu, bir ağıt ordusuydu. Gözündeki monoklü görünce Avrupa görmüş adamdır, diye geçirmiştim içimden. Gitmiş, ama dönmemiş; gövdesi İstanbul’da yaşasa da beyniyle Avrupa’da kalmış. O hep babasının kuzeni Ahmet Vefik Paşa’nın izindedir. Vefik Paşa’nın izindedir, doğru. Bir farkla: Paşa kendi dağından kendi heykelini yontarken Hamit tunç heykelini eritmiştir. Akrabalık ilgisi kurmak isteyene bir denklem sunayım: Ahmet Vefik Paşa’nın halası, A. Hamit Tarhan’ın babaannesidir. Okurlara bir akraba daha takdim edeyim, ortalık şenlensin: Sergüzeşt romanı yazarı Samipaşazade Sezai.
Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt’in o güzelim Dilber’ini (öylesine nazenin bir kızdır ki) Kafkasya’dan kaçırılmış bir Çerkez kızı olan annesiyle (Gülârâyiş Hanım) özdeşleştirir. Bir ihtimal daha var: Dilber, A. Hamit’in Lüsyen’idir. Şundan dolayı: Samipaşazade Sezai’nin, Hamit-Lüsyen arasındaki aşkı Romeo-Juliet aşkına benzettiğine bakmayın; Sergüzeşt yazarı, dostluk sofrasından hiç eksik kalmadığı Hamit’ten kaçırdığı gözlerini fırsat buldukça o sofralara şeref veren devrin şairleri Şükûfe Nihal’de ya da Leyla Hanım’da değil de, Lüsyen’de dinlendirir.
Lüsyen, sadece Lüsyen (ışık, parıltı) değil; gözlerdeki ve gönüllerdeki beyaz kuğudur.