Bereketli ve geniş düzlüklerle sonsuzluğa uzanıyormuş gibi duran Söke Ovası’nın, uçsuz bucaksız toprakları üzerinde bir söylenceden hâlâ söz edilir. Yalnız Söke Ovası’nda değil, Konya’da, Ulukışla’da, Sivas’ta, Kahramanmaraş’ta, oraların yoksul köylüklerinde, her yerde…
Söylenceler halkın kadim ortak geleneğidir. Halk söylenceleri yaşanmışlıktan çıkarır, ona biçim verir ve kendisini sonraki kuşaklara anlatmasını ister. Bu nedenledir ki, söylenceler yalnızca onu yaratanların değil, yaşatanların ortak yapıtlarıdır. Söylencesi olmayan ulusların varlık gerekçeleri eskimiştir ve giderek unutulurlar.
Nedir söylence? Yalnızca sıradan ya da olağanüstü bir söylem olmanın ötesinde nedir? Kimi kaynaklarda aktarıldığı gibi, yalnızca gerçekten olmuş gibi kuşaktan kuşağı aktarılan öyküler, masallar, olağanüstü öyküler midir?
Böyle bakınca, söylence, niteliklerinden soyutlanmış ve bütünüyle imgesel bir gerçeküstü gibi görünür. Oysa öyle değildir. Bir de bunun ötesini görmek, oraya bakmak gerekmektedir. ‘Ama’sız ifade etmek gerekir söylenceleri. Bütünü için söylenmese bile, çoğunun gerçekle ilintisi vardır ve artık gerçektirler. Gerçek olaylar vardır söylencede, gerçek insanlar vardır. Bir coğrafyası, bütünüyle bilinmese de saklı, kimi bölümleri bilinebilir bir tarihi…
Kahramanlarının eylemleri sonucu yenilmeleri ya da yengileri değildir önemli olan. Kahramanları söylencelerde sonlarına aldırmaksızın yapmaları gerekenleri yaparlar ve yatıklarını bırakırlar geriye. Kendi yazgılarını kendileri yazarlar, ancak onu değerlendirmeme yükümlülüğünü bize bırakırlar. Biz yeni söylence anlatıcılarıyızdır. Bir de biz anlatırız, bir de bizden dinlerler. Söylenceler halk kültürünü beslerler ve açlığımızı giderirler.
Homeros’un İlyada’sı, Odysseia’sı varsa, bizim de Köroğlu’muz, Karacaoğlan’ımız, Pir Sultan’ımız ve daha nice söylencemiz vardır ve onların kahramanlarından hiç de geri kalmazlar bizim söylence kahramanlarımız. Klasik söylence kahramanlarımızın yanı sıra çağdaş kahramanlarımız da vardır bizim. Metin Demirtaş der ya hani; “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara/Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa/Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır/Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa/Alaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yatmağa/Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara”
Söke Ovası’nda, Konya’da, Ulukışla’da, Sivas’ta, Kahramanmaraş’ta, oraların yoksul köylüklerinde, her yerlerde söylence bir adamı anlatır.
O adamın adı Erkan Yücel’dir!
Bir sırrı çözmüştür bu adam. Çözmüştür ve artık bir adamdan ötedir. Bunun içindir ki artık adı bir söylencedir ve öyle olduğu için dillen dile aktarılır ve her dil her bilinç onu yeniden yaratır ve yaşatır.
Söylencelerin yalnızca sözlü olarak aktarıldığı doğru değildir. Çağımız sözel bir çağ değildir, işitsel, görseldir de… Bu anlamda söylenceler yalnızca sözlü olarak saklanılıp, yine sözlü olarak anlatılmazlar. Kulaktan kulağa değildir artık, bilinçten bilince ve yürekten yüreğidir de!
En umutsuz olduğumuz bir anda, bize nasıl hileyi, düzenbazlığı, sömürüyü, ahlaksızlığı yeneceğimizi gösterirler. Bu yüzdendir ki, toprak kadar cömerttir.
Erkan Yücel’i söylence yapan somut koşullar nerelerdi? Neden bir adam, sıradan bir insan olmaktan soyunmuş, söylence urbalarına, bürünmüştür? Anadolu’da buna “donuna girme” denilir. Kazlar ya da kuğular, tüylerinden sıyrılırlar ve insan olurlar, sonra yeniden tüylerini kuşanırlar ve uçarak uzaklaşırlar. Sevgiliye Turna’lar selam götürür…
Erkan Yücel’i efsane yapan olgulardan biri, hiçlikten, bir şeyler çıkarmasıdır. Bu anlamda bilinen bir fiziksel kurama uymuyordu. Uyumsuzluğu, farklılıktı ve farklılığı söylenceyi yaratıyordu. “Hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan kendiliğinden yok olmaz” savı, felsefenin en temel ilkelerinden biridir. İlk kim tarafından a priori olarak ortaya atıldığı bilinmiyor. Kimi kaynaklar Tales’i gösteriyor. Kimi kaynaklar termodinamiğin iki temel yasası olarak alılmıyorlar. Birinci yasa enerjinin korunumudur ve söylendiği gibi ilk kez Lavoisier tarafından 18. Yüzyılın ortalarında “Hiçbir şey vardan yok olmaz, hiçbir şey yoktan var olmaz” olarak söylenilmiştir.
Erkan Yücel, bunu başaran adamlardan biridir. Bir şeyi yoktan var etmiştir!
12 Mart, toplumu silindir gibi ezip geçerken, Erkan Yücel’e de tiyatro yoluna kapatıyordu. O buna karşın Söke Ovası’nda, Konya’da, Ulukışla’da, Sivas’ta, Kahramanmaraş’ta, oraların yoksul köylüklerinde, her yerlerde” iki kalas bir heves”, kelimenin gerçek anlamıyla tiyatro yapıyordu, yapacaktır.
12 Mart’a inat, 13 Mart 1944’te doğdu. 12 Mart sonrası ikinci kez doğacaktır. Mart’lara borçlu mudur, alacaklı mı? Bu sorgulanmalıdır.
12 Mart nasıl bir çıkmazsa, doğduğunda evlerinin bulunduğu sokak da tam bir çıkmaz sokaktır. Anakara’da Hacıdoğan’da bir çıkmaz sokak ilk duymuştur ilk ağlamalarını, ilk o çıkmaz sokak tanık olmuştur dünyaya gözlerini açtığına. Yoksul ve bakımsız bir evdir, öyle olması kaçınılmaz. Ne de olsa baba demiryolu işçisidir, anne de ev kadını. Ailedeki üçüncü ve en küçük çocuktur.
Çocukluğu alışılagelen çocukluklardan olmamıştır. Hani, ‘Aslan yatağından belli olur’ ve ‘olacak çocuk’la başlayan bir deyiş vardır ya, Erkan Yücel de büyüyünce başkaları gibi “doktor, subay olacağım” dememiş, oyuncu olacağını söylemiş, bunu kanıtlamıştır da! Altı yaşındayken, evlerinin avlusuna, annesinin çamaşırlığından aldığı çarşafı iki kalasa gerer, çarşafın önüne de güvenle geçer ve meddah gösterileri yapar. Yetmez. Okulda bur tiyatro yarışması yapılır, öğrenciler hünerlerini döktürürler. Erkan Yücel de katılmacılardandır. O da sahneye çıkar ve Zeki Müren taklidi yapar, yetmez bir de sıkışan kekemeyi oynar. Sonuç; yarışmamın birincisidir. İlk sahne tozunu sokakta, evlerinin önündeki çıkmaz sokakta, ikincisini okulda yutar. Bundan sonra zaten iflah etmeyecektir. O sokakta top oynarken bir de şike yapacaktır, futbol maçlarında rakip takımı öyle bir güldürür ki yaptığı taklitlerle, gülmeceyle, rakip takım gülmekten top oynayamaz.
Çıkmaz sokaktaki evinin önünde oynamakla da yetinmez Yücel, küçük yaşta tiyatro oyunları izleme olanaklarını da yaratır. Bunun için düğünlere gider, gelin ve damadın üzerine atılan kuruşları toplar ve gişeden biletini alır. Gençlik Parkı Açık Hava Tiyatrosu onun kutsal mekânıdır. Gazetecilerin ücretsiz girdiği oyunu izlemek için sabah satamadığı gazetelerle, kapıya dayanıp, “Gazeteciyim” diyerek tiyatroya girme öyküsü de bunun somut kanıtlarındandır. “Sinema ve tiyatronun,” diyor, “hastasıydım!” Bu denli tutkuludur. Onu oyuncu yapacak yolun taşlarını emeği ile döşemektedir. Bu yol onu 12 Mart’ın karanlık gecelerine çıkarsa da, güneşi yeniden göstermeyi başaracaktır. Nâzım’ın güzel günler, güneşli günler gören çocuklarındandır o!Bunun içindir ki, lise döneminde, tiyatro yüzünden eğitimini yarıda bırakacaktır.
Eğitimini yarıda bırakır ve bir başka eğitime başlar. Ankara Deneme Sahnesi’nde sahneye çıkar. İzleyici değil izlenendir artık. Sahnede “Affedersiniz Yanlış Numara” adlı Özdemir Nutku’nun yazdığı oyunda, küçük bir rolde görürüz onu. Yine Nutku’nun “Arlecchino’nun Cambazlıkları” oyunundadır. Camus’ün “Yanlışlık” oyununda da o vardır. Halkevlerinin aydınlığından geçen oyuncularından biri olacaktır, orada tiyatro kurslarına katılır. Buna karşın Ankara Devlet Konservatuarı’na başvurur ve iki kez geri çevrilir, gerekçe, ‘ağız yapısının uygun olmadığıdır’. Oysa asıl ağzı bozuk olanlar onu konservatuar’a bu gerekçeyle almayanlardır. Bu kez, daha sonra o kendine gelen oyunculuk teklifini geri çevirir. Teklif Devlet Tiyatrosundandır ve gururu kırılanın onarmak için yapması gerekeni düşünmeksizin yapar ve teklifi kabul etmez.
İyi ki de etmez. Etseydi belki de yeniden çıkmaz bir sokağa girecek, Devlet Tiyatrolarının toplumcu yazından yoksun, çoğu çeviri oyunlarında oynayacak, bugün bildiğimiz anlamdaki Erkan Yücel olmayacaktı. Belki de onu geri çevirdikleri için bir teşekkür borçluyuz konservatuar’ın yüce seçkinlerine… Devlet Tiyatroları’nın teklifine ‘evet’ deseydi, belki de Ankara Sanat Tiyatrosu’na (AST) girmeyecek, orada “Ayak Bacak Fabrikası”, “Klimanjoraya Tek Başına Tırmanmak” oyunlarında oynayamayacaktı. Artık diyebiliriz, zamanıdır, bu oyunlar onu bildiğimiz Erkan Yücel’liğe taşımışlardır.
AST’lı yıllarında, AST’ın kurucusu Asaf Çiyiltepe, onu işaret ederek, ‘çok önemli bir adam’ olacağını söylemektedir. Çiğiltepe’nin öngörüsü doğrudur. Macbeth’teki geleceği gören ön bilicilerdendir Çiğiltepe.
Sinema bir dönemler aktör ve aktrisiler üzerinden yaşanmıştır. Film izleyicileri sevdikleri oyuncuların filmlerine gitmişler ve gözyaşı dökmüşlerdir. Yönetmen sinemasına daha sonra geçilecektir. AST’ın oyunlarında da başlangıç öyledir. İzleyenler Erkan Yücel’in oyunda oynayıp oynamadığını araştıracaklardır afişlerde.
“Hitler Rejimi’nin Korku ve Sefaleti” 12 Mart’ın karanlığında, karanlık güçlerce tutuklandığı oyunun adıdır. On beş yıl ağır hapis cezasına mahkûm olacaktır. 12 Mart, çirkin yüzünü gösterenlere yaşam ve özgürlük hakkı vermek istemeyecektir.
12 Mart işkencelerin sistematik olarak provalarının yapıldığı bir dönemdir. İşkence görecektir.
“Hitler Rejimi’nin Korku ve Sefaleti” göz altıların, işkenceli sorguların, yargısız infazların yaşandığı bir paranoyadır. Yücel, bu sistemi eleştirmek için bilinçle bu oyunu seçmiştir. Oyuncu arkadaşlarının bu oyunu yasak olduğunu anımsatmalarına karşın, oyunu oynamakta kararlı olduğunu “Üç oyun da olsa oynayacağız!” diye yanıtlayacaktır. Yasaklı oyunun yeniden yasaklanacağını bilmektedir ve bunu göze almaktadır. Oyun yasaklanırsa, 12 Mart faşizminin gizli yüzü bir kez daha ortaya çıkmış olacaktır. Bunun için ödenecek bedele katlanmayı baştan kabullenmiştir Yücel. Oyun üç değil, altı kez oynanır ve yasaklanır.
Erkan Yücel’in bu kadarını öngördüğünü düşünebilir miyiz? 12 Mart’ın bu oyuna izleyici kalmayacağını, yasaklayacağını biliyordur da, sistemin kendini bir oyunu sahneye koyduğu ve oynadığı için on yıl ağır hapis cezasına mahkûm edeceğini düşünmemiştir. Bilse yine de oynar mıydı? Sanırım buna verebileceğim tek yanıt, ikirciksiz ‘evet’tir.
Erkan Yücel’i sıradan bir adamdan, söylence kahramanına dönüştüren ikinci gerekçe, işkencelere karşı direnmesi ve yılmamasıdır. Tragedyalarda ve söylencelerde, söylence kahramanları yenilir gibi olurlar ama asla boyun eğmezler. Yitirebilirler belki ama, ‘galip sayılır bu yolda mağlup”. Onurlarından ödün vermezler ve aradan geçen bunca zamana karşın haklılıkları gün gelir teslim edilir.
Hücreler, onun yeni sahnesi olacaktır. En kötü koşullarda oynamayı sürdürür. İşkenceli sorgularda da, arkadaşlarına moral vermek ve direnmelerini sağlamak için oyuna dönüştürecektir. Böyle bir olguyu Celal Başlangıç1 anlatır. Filistin Askısına alınır. Fatmagül Berktay da sorguya götürülürken, çözülsün ve konuşsun diye Filistin Askısında ki arkadaşlarını gösterirler, Erkan Yücel de askıdadır. Erkan Yücel, Fatmagül Berktay’ı görünce, o acı içerisinde maymun taklidi yapmaya başlar.
Altı kez oynayıp, on beş yıl ağır hapse mahkûm olduğu oyundan kimi sahneleri, kendisine gösteri yapmasını isteyen işkencecilerine oynar. İfadesini yazmak için uzatılan kâğıtlara “Kahrolsun fasitler” diye yazmaktan kendini alamaz.
On beş yıl ağır hapis cezası almasına karşılık iki yıl yattığı hapishane koğuşu onun yeni sahnesi olacaktır. “Hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan kendiliğinden yok olmaz”ı bir kez daha büker. Hapishane koğuşu, tiyatro salonuna evrilir… Koğuştan, sahne var eder… Olmayanı oldurur.
Cezaevi sonrası yine AST’tadır. Gorki’nin “Ana”sında oynamaktadır.
Oyunlar oynandıkça, AST’la ideolojik farklılıklar da ortaya çıkmaya başlar. AST’tan ayrılır, Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’nu (DAST) kurar, ardından da Halk Oyuncuları’nı. İki kalas bir heves, yoktan tiyatro sahneye yaratacağı Anadolu turneleri gelir ardından. Tunceli’ye, Kahramanmaraş’a, Söke’ye, Çukurova’nın bereketli topraklarına, tiyatro yüzü görmemiş köylere gider, oyunlar oynar ve köylüleri oyunlarında oynatır. Traktör römorkları onun için tiyatro sahnesidirler. Çıkar ve oynar. Önemli olan nerede oynandığı değil, oyunun oynanmasıdır.
Sinemada da vardır Erkan Yücel. Endişe’de, Orhan Kemal’in 72. Koğuş’unda, Bereketli Topraklar Üzerinde’de, Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim’inde, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sında… Bunlar dönemin toplumcu sinema yapıtlarıdır. 1975 yılında San Remo Film Şenliği’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü alır. Uluslar arası ilk ödüllü sanatçı Erkan Yücel’dir. Aynı yıl Adana’da da aynı ödülü alacaktır.
Belgesel film yapımcısı Mesut Kara, ölümünün 20. Yılında Erkan Yücel için, “Işıyarak Yok Olan Aktör Erkan Yücel Şimdi Geçti Buradan” adlı bir belgesel hazırlar. Belgesel’in hazırlanmasının “iki yılı aşan bir sürede” gerçekleştirir Kara. Belgeselde Erkan Yücel’i tanıyan yüz on yedi kişiyle görüşür. Bu tanıkların, Erkan Yücel’li anıları, tanıklıkları anlatılır belgeselde.2
Belgesele adını veren, ya da en azından çağrıştıran Onat Kutlar’ın Erkan Yücel’e ilişkin sözleri olabilir. Kutlar, “umutla direndi olumsuzluklara. Işıyarak çevresini ışıtarak. Bu anlamda, onun yaşam çizgisi, tutarlı bir grafik oluşturur. Işırken sürekli kendinden verdi ve bir gün yok oldu.”3
Onat Kutlar’ın saptamasına küçük bir ek yapmak istiyorum. Erkan Yücel yalnızca ışıyarak çevresini ışıtmakla yetinmez, kendi ışığını başkalarına vererek yok olmaz. Işığa koşan pervaneler gibidir de. Işığı çok uzaklardan duyumsar, ona koşar ve evet, Kutlar’ın deyimiyle bir gün yok olur, ama o ışıkta yanarak!
Uğur Mumcu’nun da saptaması, hem Yücel, hem yazın amaçlıdır. Mumcu, Cumhuriyet’teki yazısında Erkan Yücel’in “sanatı dünyayı değiştirmek, toplumu aydınlatmak, bu yolla iyiye ve güzele ulaşmak için yapan sanatçılardandı. İnançlarını hiç yitirmedi, yeteneklerini, sanat anlayışı ile birlikte bu inançlara katık yaptı. Sahnede güldü güldürdü. Boynunu ancak kendisini alkışlayan halkını selamlamak için eğen örnek sanatçılardandı.”4
Kara, yazısında Erkan Yücel’in büyük hayalleri olduğunun altını çiziyor. Sinemada ve tiyatroda büyük işler gerçekleştirecektir, üstelik yalnızca yurt içinde değil, “dünya çapında”.5
Son filmi Lorca’nın “Kanlı Düğün”ünden uyarlanan “Sevda” olacaktır. Filmin çekimleri Kuşadası’nda gerçekleştirilmektedir. Filmde “Uçurtmacı Ali”yi oynayacaktır. “Uçurtmacı Ali” rolünün, yaşamının en büyük rolü olduğunu düşünmektedir. Bu onu mutlu kılmaya yeter. Geçmişte çevirdiği diğer filmlerdeki kimi talihsizlikleri bu filmle aşabileceğinden kendisi de emin değildir ama umutla sarılmıştır. “Endişe” yasaklanmıştır, Yorgun Savaşçı, 12 Eylül’ün kurbanı olmuş, yakılmıştır. “Sevda”nın da sonunun onlar gibi olacağını düşünmektedir. Eşine ve dostlarına “bakalım çekimine başlanacak ‘Kanlı Düğün’ün başına neler gelecek?”6 demektedir.
Filmin değil ama kendi başına ölüm gelecektir. Kuşadası’na gitmek için Selçuk’ta kaza geçirecek ve yaşamını yitirecektir.
Ali Özgentürk, Kara’nın belgeselinde şu değerlendirmeyi yapar; “ Erkan Yücel Türkiye’nin güzelliklerinden biri. Erkan’ı hatırlayan birisi Erkan’la ilgili bir dokümanter yazıyor ve bu gerçekleşiyor. Bu hoş bir şey… Hani diyorlar ya Türkiye hafızasızdır budur budur, aslında değildir. Biri çıkar, bir sürpriz yapar. Türkiye sürprizleri bol ülkelerden biri… Türkiye’nin sürprizlerinden biri de belki Erkan’dı. Erkan gibi bir aktörün çıkması… O günlerin Türkiye’sinde yapmak istediği tiyatro…”7
Tiyatro, Yunan kökenli ‘theatron’ sözcüğünden gelmektedir. Theatron, görme yeridir. Görülmesi ve gösterilmesi gerekenler, gelenlerin kusursuzca görebileceği bir ortamda gösterilir. Bu gösteri yeri öyle kusursuz olmalıdır ki, görmek için gelenler, gösterilmek istenileni eksiksiz bir biçimde ve bütünsel olarak görmeli, söylenilenleri işitmelidirler. Tiyatro, antik çağlardan bu yana, önemli bir gösteri yöntemidir. Küçücük sitelerde bile, o sitelerde yaşayan halkın tiyatro gereksinimi için, orada yaşayanların büyük bölümünü içine alacak gösteri yerleri yapılmıştır. Kentsel mimarinin ve yerleşimin olmazsa olmazlarındandır. Tiyatrolar bu nedenle, neredeyse tapınaklar kadar önemli toplanma ve gösteri merkezleridirler. Günümüzde tiyatro gösteri yeri olmanın ötesinde, işlevini de neredeyse yitirmiş konumdadır. Tiyatrolarda kitlerin toplumsal, siyasal hâlleri, somut bir biçimde gösterilmesi gerekirken, iki postmodern darbe ve siyasal baskılar nedeniyle eğlencelik biçiminde yozlaştırılmıştır. Uyarlamacılık yöntemiyle, ya da anlamsız bir gülmece anlayışıyla, fiziksel koşulların da eklemlenmesiyle, nitelikli bir-kaçı dışında, bütünüyle niteliksiz ürünler gösterilen, içerikleri boş bir işlevsizliğe yenik düşmüştür tiyatro.
Postmodernizm, tüm sanatsal ürünlerde olduğu gibi, öncü politik tiyatronun sosyal dokusunu aşındırmaktadır. Bu giderek politik tiyatronun kökünün kazınılmasına doğru ivme kazanmıştır. Postmodern sanat/yazın bütünüyle siyaset ve toplum dışıdır.
Politik yazın, epik tiyatronun siyasalaşmış biçimi olarak düşünülmelidir. Görmeye gidenler, gösterme yerinde, toplumsal, siyasal süreç içerisinde yaşanılan gerçekleri, daha iyi nasıl yaşanabileceğini eksiksiz ve kusursuz bir biçimde görebilmelidirler. Tiyatronun, sanatın, yazının işlevi bu olmak durumundadır.
Erwin Piscator8, 1920’li yıllarda proleter tiyatro adını verdiği oyunları ile politik tiyatroyu başlatmıştır. Epik tiyatro Bertolt Brecht’in ürünüdür. Aynı adı taşıyan kitabında, Brecht, politik nitelikli tiyatronun kökenlerine gönderme yapar ve tiyatronun eskiden de politik nitelikli olduğunu yazar. İbsen’i, Antaine’i, Brohm, Hauptman tiyatrolarına işaret eder. “Bunlar,” der, “düpedüz politik kurumlardır.”
Erkan Yücel, tiyatroda da, sinemada da, politik, toplumsal oyunculuk yapan oyunculardandır. Atilla İlhan Kültür Merkezinin sezon açılışlarından birinde de açılış metninde de gösterildiği gibi, “Ütopyayı hedeflemiş ama ayaklarını hep toprağa basmış. Sanatıyla zirveye çıkmış, tevazusuyla halkın içine karışmış. Son nefesine kadar sanata dört elle birden sarılmış, sistemin marjinal sanat anlayışına karşı; insanı hep yüceltmiş, özgürlüğün mücadelesini vermiş, sanatı hem yaparak hem yaptırarak sevdiren devrimci bir yol izlemiş. Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’nu kurduğu zaman “her yer bir sahne! Herkes birer oyuncu!”demiş. Öncülük ettiği sanatçılarla yeri gelmiş, pazarcı kasalarının üzerinde, yeri gelmiş, traktör römorklarının üzerinde, yeri gelmiş, köy meydanlarında oyunlar sergilemiş, çoğu zaman da halktan kimseleri oyunlara dâhil etmiş. Erkan Yücel’in kurduğu DAST olsun AHT olsun uzun yıllar kapısını tiyatro yapmak isteyen herkese açmış. Erkan Yücel yaşamı boyunca insanı geliştirerek dönüştürmek için sanatı esas almış. Tiyatrosunu bir okula”9 dönüştürmüştür.
Türk yazın’ı Servet-i Fünun/ Tanzimat’ta önemli bir tartışmaya neden olur. Zemzeme/Demdeme tartışması olarak da yazın tarihine geçen bu tartışmanın iki tarafı Muallim Naci ile Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Tartışma konusu da ‘sanat sanat için mi/sanat toplum için mi?’ biçiminde özetlenir. Sorun o dönemde çözümlenmiş olsa da, bugün her iki tarafın da temsilcilerini görmek olasıdır. Modernizm/postmodernizm de bu nitelikli tartışmalardan biridir. Bugün gelinmesi gereken aşama, bunun da ötesine geçilmesi, aşılması sorunudur. Bu soruna verilen en önemli yanıtlardan birini, Fransa’da yayımlanan bir sinema dergisinde görmek olasıdır. ‘Chiers du Cinema’ politik ve militan sinema konusunda 245 ve 246 sayılılarını buna ayırır. Dergiye göre; “Günümüz dünyasında, her kültür, her edebiyat, her sanat belli bir sınıfa aittir ve belli bir politik çizgisi vardır. Gerçekte, ne sanat için sanat, ne siyaset üstü sanat vardır, ne de politikanın dışında gelişen ya da ondan bağımsız…”10 bir sanat vardır.
Yücel, 9 Eylül 1985’te yaşamını yitirdi.
Mezarı bir ‘gösteri yeri’ ve ‘tiyatro okulu’dur.
Mezarına dikilen taşa çarşaf gererek hâlâ tiyatro yapmaktadır!
————————–
Celal Başlangıç, Radikal, 31.10.2005.
Bu belgeselin bir bölümünü şu adresten izleyebilirsiniz: facebook.com/….php?v=163473448038&ref=nf
Onat Kutlar, Işıyarak Yok Olan Aktör. Milliyet Sanat Dergisi, Ekim 1985, aktaran Cumahttp://yesilçamhatirası.blogspot.com/2009/11/erkan-yücel-yanp-tutusanlardan-nice.html. Bloktaki yazı Mesut Kara’nın yazısının bulunduğu kendi sitesinden ya da oradan alıntılanan başka bir sitelerden alınmış olabilir. Metin Mesut Kara’nın anlatımı olmalı. Belgeseli nasıl çektiğini birinci tekilden anlatıyor.
Uğur Mumcu. Gözlem, 13 Eylül 1958, Cumhuriyet. Agb.
Agb.
Handan Şenköken, Cumhuriyet, 10 Eylül 1985.
Agb.
Politik tiyatronun kurucusu. naturalist tiyatro ve disavurumcu tiyatronun özelliklerini kullanarak, sosyalist devrim için tiyatroyu araç olarak kullan kişi, ekşi sözlük.
http://www.izafet.com/tiyatro/488721-sanat-x-mucadele-erkan-yucel.html
Aktaran, Dr. Battal Odabaşı, Marmara Üniversitesi, İletişim Fak. Radyo-Televizyon Bölümü Sinema Anabilim Dalı.