Yok saymak, ötekileştirmek için en az iki kişi olmak gerekiyor. “Sosyal bir canlı olan” insan için de sorunlar iki kişinin bir araya gelmesiyle başlıyor. Ingeborg Bachmann’ın dediği gibi “Faşizm iki kişi arasında başlar.” Bu tür sorunların başlangıcı söylenceye bakarsak ilk insanlar Âdem’le Havva’yla başlar, Kabil ve Habil’den bu yana da sürmektedir. Kabil ve Habil, Âdem’le Havva’nın çocuklarıdır. Âdem’le Havva yasak meyveyi yedikleri için cennetten kovulurlar.
Kutsal kitaplara, inançlara göre Kabil ile Habil, dünyada doğan ilk çocuklardır. Kabil çiftçi olduğu için Allah’a o yılki hasadından birazını kurban olarak sunar. Habil ise çobanlık yaptığı için yeni doğan koyunlarını Allah için kurban eder. Habil’in kurbanı Allah katında kabul edilir. Kabil içten içe kardeşine düşmanlık beslediği için sunduğu kurban kabul edilmez.
Adadığı kurbanın reddedildiğini gören Kabil hiddetlenir ve kardeşine onu öldüreceğini söyler. Habil ise abisine, ancak takva sahibi olan kulların adadığı kurbanların Allah katında kabul edileceğini bildirir. Kabil, kardeşini öldürür. Bir karganın ölen yavrusunu toprağın altına gömdüğünü görür. O da aynı şekilde kardeşini gömer.
Dolayısıyla o günden bu yana insanlar arasında rekabet, kıskançlık, yok sayma, yok etme artarak, yayılarak sürmüş. Tüm bu kirli duyguların, uygulamaların faşizan olduğunu insanın insana, insanlara uyguladığı faşizm olduğunu söyleyebiliriz.
‘Yok sayma’dan söz edeceksek bunun da bir faşizm türü, faşizan bir tavır ve uygulama olduğunu söyleyerek başlayabiliriz söze. Bu yok sayma tavrı hayatın tümüne, bütün alanlarında yaşanır; sanat ve tüm sanat disiplinleri, alanları da buna dâhil.
Sanat dünyayı güzelleştirme, dönüştürme aracıysa üretimi de bu yönde olacak, güzellikleri, umudu çoğaltarak yol alacaktır geleceğe.
Bütün dallarıyla sanat, toplumsal dönüşümler amaçlayan muhalif güçler için önemli olduğu gibi iktidarların devamlılığı açısından da önemli bir alandır.
Kültür sanat alanı, ana akım/egemen sanat anlayışlarıyla siyasal iktidarların, egemen ideolojinin meşruiyetini, muhafazasını, devamlılığını sağlama işlevi de görür. Sinemasıyla, tiyatrosuyla, müziğiyle bütün sanat dalları sanat olmanın yanı sıra yaygın, geniş yığınları sarmalayıp etkileyebilen, sosyalleştiren kitle iletişim araçları işlevi de görmektedir.
Sanat ve kitle iletişim araçları aynı zamanda her türden iktidar ve muhalefetin mücadele ettiği alanlar olarak da var olur. Sanatın ekonomik, ideolojik ve estetik olarak üç temel işlevi düşünüldüğünde bu işlevlerin egemen ya da muhalif olanın yapısını/içeriğini belirlediğini söyleyebiliriz. Statükocu teoriler iktidarın, eleştirel kuramlar muhalefetin yol göstericiliğini yapar.
Sanat alanı gerçeklikten/hayattan etkilendiği kadar onu etkiler de. Sanatın bütün dalları insanların tutumlarını, davranışlarını ve düşüncelerini değiştirebilmekte, kamuoyu oluşturabilmekte ve modalar yaratabilmektedir. ‘Güzel’in estetiğin diliyle aktarıldığı, yaratıcılığın ve hayal gücünün vücut bulduğu sanat hayata dair ve dâhildir. Bu nedenle egemen sınıfın düşüncelerinin aktarılmasının birer aracısı olduğu kadar, muhalif olanların da kendilerini ifade ettikleri önemli araçlardır.
Ne yazık ki hayata ve bize ‘sanatın, sanatçının güzellikleri, umudu çoğaltarak yol alacaktır’ varsayımı yansımıyor her zaman. Hayatın kirlenmişliği, binlerce yılda genlerimize yerleşen kötücül duygular, davranışlar sanata ve sanatçıya da yansıyor ve kirletiyor.
Dosya konusu ‘yok sayma’ olunca sinemayı bundan ayrı tutamayız, üstelik ülkemizde yapılan sinema, sektör olamamış sektörüyle, ürettiği filmlerle, ideolojisiyle oldukça sabıkalı.
Yeşilçam sineması ve 90’lara kadar olan sinema öncelikle erkek egemenliğinde, erkek egemen ilişki ve anlayışıyla baştan kadını yok sayan, ötekileştiren bir yapı üzerine inşa edilen bir sinema…
Türkiye’de sinema hep yok saymanın, inkârın temsilcisi oldu
Türkiye’de 90’ların sonuna kadar yapılan sinemaya, Yeşilçam’a baktığımızda egemen ideolojinin kanıksatılarak sürdürülebilirliğini sağlayan, devletin, egemen anlayışın yok saydığı her şeyi yok sayan, inkâr eden, ötekileştiren yapısıyla yıllarca ‘yok edici’ bir işlevi olduğunu görürüz.
Etnik yapıları, azınlıkları (Rum, Ermeni, Yahudi), dini, mezhepsel (Alevi) farklılıkları, toplumsal cinsiyet farklılıklarını (kadın, eşcinsel) yok saymış, ya da ötekileştirip küçümseyerek, aşağılayarak, karikatürize ederek görmüştür. Bu durum 90’larda ve 2000’den itibaren “Türk Sineması”ndan ‘Türkiye Sineması’na geçiş süreci olarak da tanımlayabileceğimiz dönemde yok saymanın, görmemenin ortadan kalktığı normalleşmeye geçişi de beraberinde getirir.
Yeşilçam sinemasının oluşmaya başladığı 1950’lerden itibaren sözünü ettiğimiz yok sayma yelpazesi de kendini göstermeye başlar. Tarihi filmlerde Bizans “kahpe”, Bizanslılar her türlü oyunu oynayan düşmandır. Kurtuluş Savaşı filmlerinde, Kıbrıs’la ilgili filmlerde Yunanlılar ve Rumlar her türlü kötülüğü yapabilen canilerdir. Museviler üçkâğıtçı tüccarlar, tefeciler; Ermeniler kalleştir. Yer alırlarsa böyle yer alırlar filmlerde, bunun dışında yok sayılırlar. Varlıkları inkâr edilir, yaşadıkları sorurlar görmezden gelinir. Sinemamıza, yapılan 6 bin civarındaki filme bakarsanız Alevi kimliğiyle kimse de yok bu filmlerde; bu ülkede Aleviler yaşamıyor gibi. Kürt derseniz ya lakap olarak yansır karakterlere, ismin önüne gelen sıfattır ya da çirkin kaba, kötü karakterlerdir. Şiveleri hoşluk, eğlenceli olsun diye ya da dalga geçme unsuru olarak kullanılır; tıpkı kimi zaman Karadenizliler, Lazlar için olduğu gibi.
Örneğin Yeşilçam sinemasında Rumlar erkekleri yaşlı meyhaneci ya da acımasız çeteci katillerdir. Kadınlarıysa hafif meşrep, erkekleri baştan, yoldan çıkarıcı, yaşlıysa randevu evinde mama olarak gösterilir.
Halit Refiğ’in yönettiği ilk göç filmi olan “Gurbet Kuşları”nda İstanbul’a gelen Maraşlı bir ailenin kentte verdikleri yaşam mücadelesi, tutunma çabaları anlatılırken açtıkları tamirhanenin karşısında tamirhanesi olan Rum Panayot Usta’nın eşi Despina, kocasının işleri bozulmasın diye ailenin tamirci oğlu Selim’le yakınlaşır, daha da ileri gidip onunla sevişir. Sonrasında bunu kocasının işleri bozulmasın diye yaptığını söyler ve Selim’i terk eder.
Yorgo’lar, Tasula’lar, Eleni’ler, Elena’lar, Mösyö Koço’lar, Hrisantos’lar ya meyhaneci ya çetecidir ya fahişe. Yahudiler kurnaz, üçkâğıtçı, çıkarcı tüccarlar, tefeciler olarak yer bulabilir Yeşilçam filmlerinde. Ermeniler de güvenilmez, hain insanlardır.
Kadının adı zaten yok
Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” adlı kitabı (Afa Yayınları, 1987) 1988 yılında Atıf Yılmaz tarafından sinemaya aktarılana, 80’li yıllarda yine Atıf Yılmaz’ın yönettiği “kadın filmleri”ne kadar sinema; kadını ya hep yok saydı, ötekileştirdi ya da müesses nizama (kurulu düzene) göre ‘ayar verme’, dizayn etme, sınırın dışına çıkmasının önüne geçme işlevi gören bir anlayışın sürekliliğini sağlayacak filmler üretti.
Kadının toplumsal hayattaki belirlenmiş rolü, popüler Yeşilçam filmlerine sorgulanmadan, dahası bu konumu perçinleyen öykülerle yansır. Aile içindeki hiyerarşi içinde, itaat eden bir konumdur bu. Var olan kurulu ve dayatılan sistemi onaylayan, devamını savunan filmlerdir popüler Yeşilçam filmleri. Kadın da bu düzen içinde payına düşeni, tıpkı gerçek hayattaki gibi alır bu filmlerde. Erkek egemen sistem içinde ailesine, eşine boyun eğen de aşkı uğruna olmadık özverilerde bulunan da her türlü ezaya boyun eğmek zorunda kalan da kadındır.
LGBT-İ bireyin adı da kendi de yok
Eşcinseller, LGBT-İ bireyler Yeşilçam sinemasında 80’lere, 90’lara kadar genellikle bir mizah, gülmece unsuru olarak ya da görüntü olarak yer aldı. Bu gülmece kimi zaman alay etmeyi, küçümsemeyi, ötekileştirmeyi içeriyordu. Birçok filmde polislerin bar, pavyon baskınlarında kalabalık içinde ya da yol kenarlarına dizili seks işçileri olarak görünebiliyorlardı. Daha çok kılık değiştirme; erkeğin kadın giysisi ya da kadının erkeksi giyimi ve tavırlarıyla yer aldılar. Bir anlamda travestileşen erkek ya da giyimiyle tavırlarıyla erkeksi kadın olarak görebildik.
Örneğin en bilinen film olarak 1964 yılında Hulki Saner’in çektiği Billy Wilder’in 1959 yılında yönettiği “Bazıları Sıcak Sever”in “yerli kopyası” “Fıstık Gibi Maşallah” filmidir. Başrollerinde Sadri Alışık, İzzet Günay ve Türkan Şoray’ın oynadığı filmin konusu şöyledir: Naci ile Fikret iki iyi arkadaştır. Bir gece kulübünde komedyenlik yaparak para kazanmaktadırlar. Kulübün sahibi zalim bir adamdır ve iki arkadaşa paralarını vermediği gibi bir de onları dövdürtür. Bunun üzerine iki arkadaş kirli işler çeviren Selim’i polise ihbar ederler. Selim hapisten çıktıktan sonra ikisinin peşine düşer. Onlar da kurtulmak için kadın kılığına girip bir gemide müzisyenlik yapmaya başlarlar. Planları başarılı bir şekilde işlerken karşılaştıkları Gülten’e âşık olmaları işleri karıştırır.
Yeşilçam sonrası dönemde 80’li, 90’lı yıllardan itibaren kadınlar ve diğer ötekiler gibi kadın ve erkek eşcinseller de kendi kimlikleri ve yaşam biçimleriyle sinemada var olmaya başlarlar. Bu konuda öncü ve cesur çıkışlar yine Atıf Yılmaz’dan gelir. Atıf Yılmaz’ın Yıldırım Türker’in senaryosuyla çektiği 1993 yapımı filmi Gece Melek ve Bizim Çocuklar, Beyoğlu’nun arka sokaklarında yaşayan gece insanlarını anlatır. Hayat kadınları, eşcinseller/travestiler, seks işçileri üzerlerinden para kazananlar, alkol ve madde bağımlıları, garibanlar, evsizler… Atıf Yılmaz’ın çektiği “Düş Gezginleri” filminde de kadın eşcinselliği vardır.
“Beyoğlu’nun Arka Yakası”, “Gece Melek ve Bizim Çocuklar”, “Dönersen Islık Çal” filmleri sokaklarda yaşanan aykırı hayatları, cinsel tercihleri farklı insanları, ‘öteki’nin yolculuğunu ve suç insanlarını anlatan, filmlerdi. Orhan Oğuz’un, Cemal Şan’ın 1991 yılında Yunus Nadi Senaryo Ödülleri’nde ‘Övgüye Değer Senaryo Ödülü’nü alan senaryosundan çektiği 1992 yapımı “Dönersen Islık Çal” bir travestiyle bir cücenin fırtınalı dostluklarını anlatır.
Emre Yalgın’ın çektiği “Teslimiyet” (2010) ve Esen Işık’ın “Köpek” adlı filmlerinde de (2015) hikâyenin merkezinde travestiler vardır ve bu travestiler rol icabı travesti değildir, gerçek travesti oyunculardır.
Aleviler de görünür olmaya başlar
Yıllarca görmezden gelinen, yok sayılan Aleviler de ancak 2000’lerde var olabilir sinemada birkaç filmle.
Yaşanmış bir olaydan esinlenerek çekilen 2010 yapımı “Saklı Hayatlar” filminin senaristi ve yönetmeni A. Haluk Ünal’dır. Filmin tanıtımında şöyle deniyordu: “Eğer ‘öteki’ iseniz, inkâr edilmişlerdenseniz, egemen olanın dışında kültürel, dinsel, politik ya da cinsel bir kimliğe sahipseniz; kimliğinizi saklayarak, saklanarak yaşamak zorundasınız.”
Işıklar sönüp film başladığında perdeye siyah zemin üzerinde şu yazı yansır: “1980 Haziran’ında Çorum’da Alevilere yönelik saldırılar; 57 ölü, 200’ün üzerinde yaralı, 300’e yakın ev ve işyerinin tahrip edilmesi ve binlerce insanın göçüyle sonuçlanmıştır.” Saklı Hayatlar filmi 1980 yılında Çorum katliamında zulümden kaçmış ve İstanbul’da kimliğinden korkarak, kimliğini saklayarak yaşayan bir Alevi ailenin trajedisini anlatmaktadır.
Yönetmenliğini Ersan Arsever’in yaptığı, Ahmet Ümit’in romanından uyarlanan “Bir Ses Böler Geceyi” filminde üniversitede akademisyen olan Süha, yağmurlu bir gecede yolculuk yaparken arabasını bir köy mezarlığının duvarına çarparak kaza yapar ve yakındaki bir Alevi köyüne gider. Bu esnada köyde cem ayini yapılmaktadır ve Süha camdan olup biteni izler. Film Süha’nın cem ayininde gördükleriyle paralel olarak kendi devrimci geçmişini sorgulaması ve 12 Eylül 1980 ortamına ilişkin zihinsel gelgitler yaşaması üzerine gelişir.
“O da Beni Seviyor” (2001) ve “Başka Semtin Çocukları” (2009) filmlerinde de yan tema olarak Alevilik yer alır.
Sonuç
Yazının başından bu yana özetleyerek örnekleriyle anlatmaya çalıştığımız sinemamızda yok sayma biçimleri ve çeşitlerinin bir faşizm türü olarak yakın geçmişe kadar süregeldiğini gösteriyor. Ötekileştirme, yok sayma, farklı cins, din, mezhep ve ulustan olan bireyden, toplumsal kesimlere kadar geniş bir yelpazede uygulanageldi. Ancak yakın zamanlarda bu öteki-farklı bireylerin, toplumsal kesimlerin kendi kimlikleriyle, yaşam biçimleriyle yer alabildikleri filmler yapılabildi.