Türker Alkan‘ın “Şiirsiz devrim olur mu?” adlı yazısının atlanmaması gerekiyor. (1) Çünkü bir köşe yazısıdır, bir edebi fıkradır sözleriyle geçiştirilemeyecek nitelikte. Ayrıca ‘türünün’ dışına taştığı da önemsenmeli. Günlük, geçici bir olguya ilişkin kişisel görüşler değil Türker Alkan’ın söyledikleri. En azından, sadece bunlar değil. Bilimsel araştırmaları gereksinen bir ‘sorun’ irdelenmek isteniyor. Ekonomik, politik, psikolojik, kültürel boyutları var. Toplumsal ve bireysel nihilizmi boşlukta bıraktığı oranda gündeme getirdiği de düşünülebilir. Türker Alkan’ın fıkrası, çağrıştırdıkları düşünülünce, yüzeysel bir sorgulama olmaktan öteye gidemiyor. Belkili bir yazı. Ve psişik bir temellendirilişi var. Beni ilgilendiren ‘şiirsiz devrim’ tamlaması.
Türker Alkan “Devrim sadece bir ideoloji, bir siyasi program, örgütlü bir hareket değildir. Devrim, aynı zamanda bir şiirdir, romantizmdir, güçlü tutkuların ayağa kalkmasıdır, bir tür orgazmdır.” diyor. Bu sözlerde; devrim, şiir, romantizm, güçlü tutkuların eylemsel yaşanışı, orgazm, birbirine eşitleniyor. Bir açıdan, bu, doğru belki de. Tek boyutlu düşünülünce bütün bütüne doğru. Ama nesnelerde olduğu gibi insani olgularda da birden çok boyutun bulunduğunu tartışmaya gerek yok. Böyle olmasına karşın ‘devrim, şiir, orgazm, romantizm’; ‘düş’ ortak paydasında toplanabiliyor. Daha doğrusu, şiir, devrim, orgazm, romantizm düşsel olana eşitleniyor. Kısaca düş oldukları, düşsel bir sonuç oldukları savlanıyor. Bunda bir doğru saklı: Şairler ve devrimciler, bilim adamlarından daha düşçüdürler ve onların düşleri bulaşıcıdır. Ama kitleleşmeye ve maddi bir güce dönüşmeye açıktır da. Bu arada gerçek şiirlerin ve devrimlerin nesnel birer karşılık oldukları da açıklık kazanıyor. Yani şiirlerin ve devrimlerin kaynağı maddi nedenlerdir. Gerçeğin imgelemde değişmesi sanatı (şiiri); koşulların (üretim ilişkilerinin ve türevlerinin) değişmesi de devrim’i karşılamaktadır. Hayatın bütün birimlerinde yaşanan oluşum bireysel ve toplumsal etkinliği tanımlıyor. Sonunda da ele geçirilen ‘değişim’ süreci, insanı yücelten biricik olanak, biricik ortam oluyor. Böyle bakıldığında bir yenidünya aranışları daha doğru anlaşılıyor. Glasnost, perestroyka ve Castroyka kavramları Türkiye’ye bir kültür öğesi olarak girdi. Ekonomik altyapıyla hiçbir ilişkisi yok. Türkiye hâlâ kapitalizme ayak uydurmaya çalışırken, elli yıldır küçük Amerika olma çabası verirken, sosyalist bloktaki ekonomik ve ideolojik kaynaklı kavramları nesnel olarak karşılaması düşünülemez. Ne yazık ki daha baştan bu yanlışa düşüldüğü ortada. Oysa yapılması gereken sosyalistlerin, düşünce sistemlerini gözden geçirmek olmalıydı. Buradan yola çıkıldığında söylenecek her söz Türkiye’de üretim ilişkilerini sınıfsal yapılanmayı temel almak zorundaydı. Çünkü bütün toplumsal devrimler ulusaldır, ulusal olmak zorundadır. Bu, biçimsel olarak kesinlikle böyledir. Bireyi öne çıkardığı için evrensel bir içerik taşır ama ulusallığından bir şey yitirmez. Bu yüzden glastnost, perestroyka, Castroyka kavramlarının kültür yaşantımıza girmeleri, getirdikleri ve götürecekleri hesap edilerek, sorgulanmak gerekmektedir. Çünkü Türkiye’de üretilen düşüncelerin yaşananla paralellik içerisinde olduğu söylenemez. Kişinin kendini kurması kitlesel bir karşılık bulamıyor. Bu yüzden ‘her şey’ imgelemde gerçekleşiyor. Bu, Türkiye gibi ülkelerde şiiri beslerken (Türk şiirinin bu düzeyde olmasının nedeni budur.) bir idealizmi de beraberinde getiriyor. Diyalektik ve tarihi materyalizmin dışlanmasına varıyor. Şiirimizdeki yansıdığı gibi kullanılan dilin olgu ile ilişkisi içerisine girememesi ya da bütün bütüne yavanlığa düşmesinin nedeni budur. Bir yanda yazılan ama yaşamayan bir şiir, diğer yanda ise yazıldığı an eskiyen bir şiir var. Tarihsel perspektif atlandığında ve değişmeyen tek yasanın değişim olduğu unutulduğunda varılan yer çıkmaz oluyor kısaca. Bunun aşılması, insanın çıkmazının da aşılması olacak. Bu yüzden şairlere düşen, yaşamın parçalanmışlığından çıkartılacak örgütlülüğü -şimdilik düşsel de olsa- şiirlerinin biçim ve içeriğinde yansıtmak, daha doğrusu özleneni karşılamaktır. İşte bu noktada imgelerin parçalaması gündeme gelmektedir, imgeler, bireyselliği çağrıştırsa da, toplumsaldır. Toplumsal yaşantının getirip dayattıkları karşısında çok çabuk üretilirler ve koşullayıcı bir içeriğe sahip olurlar. İmgelerin, açığa çıktıkları süreç içerisinde canlı kalmaları halinde devrimci bir gelişmeden söz edilemez. Bu nedenle şaire düşen görev, ürettiği imgelerle yaşanan sürecin dışına çıkmak ve bunu kitleleştirmektir. İnsansız devrim yapılamayacağına göre, bu görev şaire düştüğü kadar, öncülere de yüklenmek gerekir.
Yaşanan gerçek henüz değişmemişken, onun imgelemde değişmesi gereklidir. Şairlerin daha çok yaptığı budur aslında. Bu noktada şunun açıklanması, anlaşılması gerekiyor: Karşı çıkan, aykırı imgelerin yaşama sokulması, nesnelliğini oluşturduğu karşıtlıktan almaktadır. Böyle bakıldığında şiire sokulmak kolaylaşacak, insanın yüreği ısınacak, umudu pekişecektir. Şiir bu anlamda vardır. Şiirde insan bu anlamda olmak durumundadır. Ancak o zaman bireyin kendini seçmesinin bir anlamı olacak; yaşama biçimi (tragedyası) nedenleri ve sonuçlarıyla açığa çıkacaktır.
Türker Alkan Çe, Ho, Fidel ve Mao‘nun 1960’lı yıllarda çok ünlü olduklarını ve bu liderlerden bir kısmının şiir yazdığını söylüyor. Ayrıca K. Marks’ın aşk şiirleri yazdığı da söylenebilir. Böyle olunca şair ile devrimci, devrim ile şiir birbirine eşitlenebilir. Ama düz mantığa yaslanmak gerekiyor o zaman. Çünkü bunun karşıtını söylemek de olanaklı. Bu durumda kimlikler ve edimler, genellenemez. Anlaşıldığı üzere belirleyici ve açıklayıcı olan bireylerin yaşam biçimidir. Sanatın, eylemlerin önemi sanatçının (eylemcinin) yaşamında açığa çıkar. Onların tinsel ve düşünsel gereksinmelerini karşıladığı oranda da istenen sağlanmış olur. Bu bağlamda başarı ya da başarısızlıktan söz edilemez. Çünkü kim adına olursa olsun, birey seçtiğini yaşamıştır. Öncelikle kendine dönüktür. Örnek vermek gerekirse, şair şiirini kendi için yazıyor denebilir. Herhangi bir şekilde harcayacağı bir zaman kesitini şiire dönüştürmek istemiştir. Yaptığı budur. Bu bir ressam, bir heykeltıraş… için de geçerlidir. Bu gerçeği kabul ettikten sonra, şiire (sanata) daha geniş bir anlam arama hakkı doğar. Sanatın toplumsallığı o zaman tartışılabilir. Bireyci gerçek şairlerin önemi bu yüzden yoksanamaz, yoksanamamakta. Çünkü yaşamın bir boyutu da budur. Toplumu geçmiş ve geleceğini hesap eden şiir ise kitleleşmek şansına sahiptir ama şairin bireyselliğini hiçbir zaman dışlamaz. Bir öniçerik olarak şiirin dokusunda şairin bireyselliği varlığını sürdürür. Devrimcilerin bireyselliği de bu bağlamda algılanmak gerekir. E. Che Guevara’nın yaşamı ve seçtiği yaşam biçimi oldukça tipik olduğu için, düşünülebilir. Şimdi Che için, bir serüvenciydi, düşleri uğruna öldü demek, yüzelsel kalmayı getirir. Che’nin şiir yazdığı, dağlarda Dostoyevski okuduğu, serüvenci olduğu, düşler kurduğu doğrudur. İnsanla ilgili daha birçok şey sıralanabilir burada. Ama bunların hiçbiri Che‘nin yaşamını tanımlayamaz Çünkü o, bunların tümünü yaşadı. Öyleyse Che bunların tümünü yaşamayı seviyordu ve yaşadı. Öncelikle kendi için yaşadı. Yaşamının içeriği toplumsal bir boyut kazandıysa bu, onun anlamlı bir ömür sürdüğünü açıklamaktadır sadece. Küba devrimini gerçekleştirip bakan olduktan sonra sıkılması, kalkıp Bolivya’ya gitmesini anlamanın başka yolu yoktur. Küba’da bakan olduktan sonra kalkıp Bolivya’ya gitmenin anlamsız olduğunu söylemek yanlış olur. Çünkü onun bireyselliğine müdahale etmek anlamına gelir bu. İşte buna kimsenin hakkı olamaz. Şairin, şiirine müdahale edilmesine izin vermediği gibi… J. Paule Sartre‘ın kalkıp Che‘yi görmeye gitmesinin nedeni de budur kısaca. Che‘nin şiirini anlama çabasıdır.
Toplumsal düş’ler değişmez. Ancak terk edilebilirler. Bunu yapan, yaşayan kişi de ister istemez, birikiminin dışına düşer. Tragedyasını değiştirme sürecine girer ve bireyciliğe varır sonuçta. Bireyin düşünsel yapısında gerçekleştirilecek köklü değişim tinsel yapısında sağlanamaz. Türker Alkan’ın içtenlikle anlamaya çalıştığı “… bomba atan, gizli örgüt kuran, hapis yatıp işkence görmeye devam eden gençlerin…” yaşadıkları toplumsal bir düştür. Ayrıca tinsel yapılarıyla da düşünsel yapılarıyla da organik bir ilişki üzerine kuruludur. Belli bir noktadan sonra o gençlerden başka bir platforma geçmeleri beklenemez. Bu hem kolay değildir hem de somut koşullardan yoksun olması söz konusudur. Örneğin, üretim ilişkileri, demokrasinin nispi işleyişi… Ayrıca bilinçli olarak, bir devrimcinin yaşamına sahip olmayı istemeleri az şey değildir ve aptalca bulunamaz. Öyle yaşamak bir orgazmdır belki de. Bir şiirdir. Yaşayarak yazılan bir şiir, ölünerek… Ya da doğrunun yanlışı gösterdiği oranda yanlışın da doğruyu göstereceğine olan inancın açığa çıkartılmasıdır yaptıkları. Türkiye için düşünüldüğünde, halk; öncülerin yaşamadan söylediklerine inanmadı hiç. Bu da bir neden, önemli bir neden olarak düşünülebilir. Bu noktada gençlerin yaptıklarını sorgulamadan önce; onların seçtikleri yaşam biçimini sunan koşulları iyi tanımlamak gerekmektedir. Eğer seçtikleri yaşam biçimi yanlışsa, asıl yanlışın koşullar olduğunu anlamak ve üstüne gitmek gerekir. Varsa eğer, doğru bir yolla. Gereksinilen budur.
Kitap satın alırken korkan, çevresindekilerden kuşkulanan, düşündüğünü söylemesine hiçbir zaman izin verilmeyen kişi ister istemez şiirin gizemine ya da aleniliğine sığınmaktadır. Geri bıraktırılmış ülkelerde yaşanan budur. Egemenliği ve gayrı milli hasılayı, üretim araçlarını elinde tutanlar, kültürlerini belirleyici kılarken; gerektiğinde zor kullanırken, böylece doğal yaşama hakkını hiçe saymaktadırlar. Bunun karşısında umarsız kalan insanın yanlış yapması doğal olmaktadır. Ya sunulan kültürel değerleri kabullenecek, lotaryacılığın peşine düşüp yaşamını sürdürecek ya da nihilizme düşecektir. Bu çerçevede kalındığında yanılgıların ve yanlışların yaşama eklenmesi kaçınılmazdır. Genellikle olan da budur. Bir de, bireyin aranışlara yönelmesi gündeme gelebilir. Aslında bu yeni bir seçenek oluşturma çabasıdır. Birey kendinden işe başlama noktasına gelmiş olmaktadır böylece. Artık, olanların ve kendinin farkındadır. Bugüne kadar peşinde olunan imgeler birdenbire geçerliliklerini yitirme noktasına varmışlardır. Kapitalizme inananlar kapitalizmin, sosyalizme inananlar sosyalizmin, dine inananlar ise dinin getirdiği imgelere karşı büyük bir düş kırıklığını yaşamaya başlamış durumdalar. Politik imgeler ise bütün bütüne bir yalan olarak tanımlanıyor günümüzde. Daha da önemlisi bilimsel imgeler ne denli gerçek olurlarsa olsunlar, korkutucu olmaya başlamış, artık güven vermekten de oldukça uzaklaşmışlar. Atom bombasının bulunması artık o kadar önemli değil. Nükleer fizik, biokimya kimsenin, hiçbir sınıfın mülk edinemediği havayı yok ediyor. Bilim, sanki insanlığın ölümünü hazırlıyor. Kitlelerin algıladığı imge şimdilerde bu. Tümünün değişmesi gerektiği inancının hızla yaygınlaştığı bir noktaya varılmış bulunuluyor. M. Gorbaçov bunun farkında, D. Ortega da… Yeni bir imge arayışı içinde herkesin. Marks’ın, Marksist olmadığını söylemesini doğru anlamak gerek. Çünkü Marksizm aranan imgenin başlangıcındadır hep. Bir kişi tarafından, nesnel karşılık olarak açığa çıkartılmış ilkeler toplamı değildir. Yoksa yaşamın getirdikleri karşısında gerekli ve kaçınılmaz olan yenileşme dışarda bırakılmış olabilir. Dünyanın benimseyeceği ortak imgelerden söz etmek henüz erken olduğu için, ulusal özellikler göz önünde bulundurularak birden çok Marksizm’in ortaya çıkmasından korkmamak gerekiyor. Öte yandan ihtilalciliği ile hâlâ kendini yenilemesini beceren kapitalizm var oldukça adaletsizlik, eşitsizlik; Türker Alkan’ın saydığı “Fuhuş, kumar, suç ve suçluluk, intiharlar, insanın yabancılaşması, bencillik, paragözlülük, hırsızlık, mutsuzluk, enflasyon, işsizlik, yolsuzluk, cinayet, sömürü, baskı…”; bireyin yitişi devam edecektir. Buna karşı, yeni yeni imgeler edinerek Marksizm var olacaktır. Marksizm’in yok olması, onu yaratan koşulların yok olmasına bağlı çünkü.
Gereksinilen imgeleri yaratmak, şimdilerde daha çok şairlere düşüyor. İlk imge insandır! İnsansız şiir, şiirsiz devrim olamaz.