CESARET GÜLMEK İSTER – SUAT HAYRİ KÜÇÜK

FacebookTwitter

Ottan çok daha kötü kokar çürüyen zambak.

–Shakespeare

 

Dikey eksenin ufku yoktur. Bakışın mülk edindiği güç istenci, korku ve hınçla çalışan bir makinedir piramidal evren. Gölgesiz, akışsız ve neşesizdir; sırıtır, histerik ve obezdir salya sümük duyguları. Akla kıyısı, inanca mesafesi, sevgiye takati yoktur güç ilişkilerinin ağına yakalanmış bireyciklerin.

Var olmayan şeyler vardır; varlığı bilinişiyle çiçek açan tabiatın aşikârdır neşesi. Gövdeler bedenlere, iştah arzuya, deri tene bırakır ağrısını. Bu, maddenin şiiridir. Bu, varlığın esa(n)sıdır. Bu, sürdürmeyi sürdürmenin kudreti, sanatı ve ontolojisidir.

Estetize edilmiş vahşet, aklı yozlaştıran iktidar ilişkileri ve toplumu çözen saldırganlık; tüm bunların iğdiş ettiği bireyin köpüren egosu, bayraklaşan cehaleti ve yok saymanın kefaretiyle diz çöker insan.

Yok saymak ontolojiye saldırır. Yok saymak ötekileştirmenin, dışlamanın, işaretlemenin röveşatasıdır. Korkunun iğdiş ettiği aklın toplumsal bedeni hançerlemesidir yok saymak. Din/mezhep, ırk, sınıf, cinsiyet, cinsel yönelim vb. başka oluşları simgesel olarak kazımak, salt duyusal veya bilişsel varlık katından silmek, akla sirayet eden kanser ahlakıyla esrimiş faşistin amok koşusudur.

Suyu bulandıran kendi gücüdür; insanı pusuya düşürense insan oluştur. Tabiata uzak insanın tabii düşüşüdür yırtıcılığı. Tabiata, tabii olan şeylere, oluşlara ve etkileşimlere sırtını dönen insanın kendine saplanıp kalmasıdır ayrımlar, yok saymalar. Dışarısı kalmaz böylece insanın; oysaki kendilik denen şey ancak başka oluşlarla karşılaşmaların bereketli dokunuşlarıyla örülür. Zira yenik düşmüşler kendi tarihsel mağlubiyetlerini ifade edebilecekleri semiyotik araçlardan yoksun bırakılır. Onlara dayatılan dil ve mevcut ast konumlarını meşru gösteren kavramsallık, maruz kaldıkları şiddetin izleridir. Ancak bu koşullar altında tarihin unuttuğu seslerinin egemenin diline yabancı sesini duyurmak istediklerinde başvuracakları şey yine onlara dayatılan dil ve kavramlar olacaktır. Bir diğer deyişle yara izleri yarayı anlatamaz.

Etkilenme kapasitesi sevmenin, sevincin ve kendini keşfetmenin, dünyayı esnetmenin manivelasıdır. Endişe, kaygı, korku ya da panik çöldür insana; dünyayı dar, başkalarını cehennem eder insana.

İnsanın biricikliği toplumsallığında çiçeklenir. Toplumsalın teskin eden sarmalayışı, bizi başkalarına açar. Bu bir varlık taşmasıdır; birbirimize dolup sıçrarız başka oluşlara. Spinoza için yaşamın tüm amacı, başkalarıyla birlikte yeni şeyler yapabilir hâle gelmektir. Bu süreci neşe olarak adlandırır.

Bir birey ya da grup, var-kalma çabasının gücü, çeşitliliği ya da yaratıcılığı ölçüsünde var-kalır. Nuccio Ordine’nin dediği gibi: “Hiç kimse ada değildir, kendi başına bütün de değildir; herkes kıtanın bir kısmı, okyanusun bir parçasıdır.” Ve fakat! Gül neredeyse dans oradadır elbette. Güle dolanan danstır dansçının kendine tırmanışı. Bu, kederden kahkahaya sıçrayış, salgılanan kavrayış, sıçrak bir aklın salgılanışıdır. Bu, oluşun lisanında şehvetin tacıdır. Ve insan atlayabileceği yerden düşmez. Düşüş diye bilinen hâl yaratıcı yıkımın şiiridir esasında. Emeğin somutladığı sanat, aşkın ve politikanın militanınca sökülüp alınır tapınaklardan. Merak, hayret ve tutkuyla tırmanır başkalarına. Bu, insanın kendine inişidir bir yanıyla. Böylece, birbirinden razı yıldızlar gibi ışıldamaya başlar insan. Çünkü neşenin sıçrayabilmek için keskin köşelere ihtiyacı vardır.

“Sözcükler, partizanların silahları gibidir; savaş alanında terk edildiklerinde karşı devrimin eline geçer ve savaş esirleri gibi angaryaya tabi tutulurlar” diyen Mustapha Khayati’ye reveransla şunu söylemek isterim: Büyük suçların büyük fikirlere ihtiyacı yoktur. Faşizm bir kötülük, hastalık ya da cehalet değildir. Faşizm burjuva aklın kendi sınırlarına çarpmasıdır. Aklın yozlaşmasıydı faşizm. Siyasal İslam ve de cihadizmse bir sapma ya da yozlaşma değil, pür faşizm, saf kötülük, radikal olamayacak kadar temelsiz, cüruf, cerahat, dipsiz bir yüzey, tensiz gövde, kafasız baş… Müzakere edilemez, mücadele edilir. Lisansız bir böğürtüdür, dilde ya da dil ile değil, bedenler ve de baltayla ve de mümkünse ateşle, suyla, rüzgârla yolunu kesmeliyiz…

Burjuvazide eksik olan vicdan, ahlak, akıl/zekâ ya da estetik maharet değildir; tiksintimizin ontolojik temeli, ondaki eksiklik değil fazlalıktır; gasp edilmiş zaman, boyun eğdirilmiş emek, iğdiş edilmiş doğa, kırbaçlanan kolektif akıl/zekâdır. Burjuvaziye karşı duyduğumuz tiksinti; ideolojik, akli, ahlaki, politik ya da estetik yani bilişsel ya da duyusal olmaktan önce ontolojiktir. Bu yönüyle burjuvaziye ve onun varoluş tarzına karşı duyduğumuz tiksintinin doğasıyla bozulmuş bir peynire ya da zehirli bir meyveye verdiğimiz bedensel (iğrenme, kusma) tepkinin nedeni ve işlevi aynıdır.

Anlam bir keşif değil, icattır; saklı, örtük ya da yitirilmiş değildir anlam, onu inşa etmek, yaratmak zorundayız. Bu yönüyle anlam emeğin sanatıdır. Canavarları, ruhları, hayaletleri, iblisleri ve ucubeleri çağırma çağı çoktan kapandı. Artık O olma vaktindeyiz. Estetikle çok oyalandık, şimdi sanat zamanı. Acının pornosuna tenezzül etme, örgütlenmenin erotizminden yoksun bırakma kendini.

“Doğanın seni yerleştirdiği yeri savun” diyen Seneca’nın işaret ettiği yerde, doğruda durmanın diyalektiğiyle biliyoruz: Cennetin kapıları içeriden açılmayacak. Ve fakat şeylerin kudreti sınırlarıyla ölçülemez. Neşe yaşamın takdisidir. İlham veren, toplumsal bağı destekleyen, adaleti teşvik eden estetik ve ahlaki bir bütün olarak tezahür etmeli yasa, güzellikle ilişkilenerek…

Deleuzevari söylersek: “Kaygılanmak ya da umut etmek değil, yeni silahlar icat etmek gerekir.”

FacebookTwitter
FacebookTwitter