İnsanlık tarihi özünde çatışmalar tarihidir. Çünkü kendine benzemeyenden, ilkel yaşamın getirdiği korku ile şüphe duyulur; yabancının dost mu düşman mı olduğu belli değildir; bir ‘öteki’ yaratılır ve o artık ‘benden/bizden olmayan‘dır.
İnsan soyu dinlerin çeşitli biçimleriyle tanıştıktan sonra sürekli din üzerinden de bir çatışma içine girmiş, süreç değişik biçim ve boyutlarıyla süregelmektedir. Ancak İslamiyet içerisinde süren çatışmalarda ‘öteki’ tamamen yabancı değildir.
İslamiyet vazedilip Hz. Muhammed’in ölümünün hemen arkasından halifenin kim olacağıyla ilgili tartışmalar başlamış, çatışmalar sürmüş, dört halifeden üçü öldürülmüştür. Dördüncü halife olan Hz. Ali’nin zehirli hançerle yaralanıp ardından ölmesinden sonra Ali’nin oğlu Hasan, Irak’ta halife ilan edilmiştir. Şam Valisi Muaviye ise Şam’da gücünü artırmış, iki aile arasında başlayan siyasi çatışmalar sonunda Müslümanlar iki gruba bölünmüştür. Bu arada gelişen olaylar sonunda Hz. Muhammed’in ailesinin (Ehli Beyt) yolu olarak adlandırılan Şia-i Ali, yani Ali’nin taraftarlarının dâhil olduğu Şiilik ortaya çıkmıştır. Diğer taraf ise Hz. Muhammed’in ve sahabesinin yolundan gidenler ve onun sünnetini birebir uygulayanlar anlamında Ehli Sünnet olarak adlandırılmıştır.
Yazı boyunca Alevilik olarak adlandıracağımız Ali taraftarları, Ehl-i Beyt’e haksızlık yapıldığı iddiasıyla siyasi bir yol olan Şiilikten köken almış olsa da tarihsel süreç içinde bu iddialarını kaybetmeden Batınî özelliklerle buluşarak, Tasavvufla harmanlanarak “heterodoks” bir dini anlayış halini almıştır. Günümüzde yaşayan Anadolu Alevi inancının, günümüzde var olan Şii inancı ile Hz. Ali sevgisi dışında çok fazla benzer veya ortak bir yanı kalmadığı görülmektedir.
Alevi inancını anlayabilmek için 700’lü yıllardan itibaren Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar yayılan, sosyal, kültürel, siyasi olarak birbirleriyle sürekli çatışan/çarpışan halkların tarihi çok önemlidir. Ancak konumuz Anadolu Alevîliğidir ki Alevi kelimesi Bektaşi ve Kızılbaşlar için 1800’lü yılların ikinci yarısında kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı döneminde Sünnileşme sonrası dönemlerde uydurma dedikodularla Kızılbaş terimi aşağılayıcı bir amaçla kullanılmaya başlanmıştı. Bu yolu izleyenler için kullanılan Kızılbaş, Torlak, Işık, Abdal ve Tahtacılar adlandırmalarının yerini Alevi-Bektaşi almış durumdadır.
Türkler, İslamiyet’le karşılaştıkları dönemde ve sonrasında Budist, Müslüman, Mecusi, Hıristiyan, Yahudi, Şamanist ve diğer küçük inanç topluluklarıyla içli dışlı olmuşlardır. Hoca Ahmed Yesevî’nin öğretilerinin yayılmaya başladığı sıralarda Türkistan bölgesinde hızlı bir İslâmiyet’e geçiş ve Tasavvufa yönelim vardı. Yesevî’nin İslam şeriatını halkın anlayabileceği sade bir dille ve manzum biçimde anlattığı ‘hikmetleri’ uzak bölgelere kadar yayılıyordu. Hoca Ahmet Yesevî’nin “Horasan Erenleri” veya “Abdalan-ı Rum”, karşılaştıkları her yeni kültürden yeni bir şeyler öğreniyor, yeni sentezler ve yeni arayışlarla kendi eski dinleri Tengricilik dışında karşılaştıkları diğer inançlarda buldukları ve kendi öğretileriyle benzerliklerden yeni çıkarımlarla Batınîlik olarak adlandırılan Hurufilik, Melamilik, Kalenderilik, Haydarilik vb. yeni yeni birçok yolda değişik gruplar oluşturuyorlardı. Ancak bunların hepsinin ortaklaştığı yer Tasavvuf felsefesiydi. Bu felsefi akımın birçok tanımı vardır. Türkçe Sözlüğe göre “Tanrı’nın varlığını, birliğini, niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliğiyle, yaratılanla yaratanın bir oluşu, aynı kaynaktan gelişi anlayışıyla açıklayan dinsel” yollar bütünüdür. Felsefenin özünde Varlığın Birliği (Vahdet-i Vücud) vardır. Öyle ki bazı tarikatlarda kimin hangi dine inandığının bir anlamı yoktur; kendi inandığı bir tanrı olsun yetiyordu.
Büyük Selçuklu Devleti ile Azerbaycan, Gürcistan, İran, Irak, Suriye, Anadolu’ya yayılan Türkmen kitle Süleyman Şah’ın kurucusu olduğu Anadolu Selçuklu Devleti’yle artık Anadolu’nun her tarafında hâkim kitle olmuş bulunuyordu; Kuzey Ege ve Marmara bölgeleri hariç neredeyse Anadolu’yu tamamen ele geçirmişlerdi. Anadolu bu dönemde bir ‘heterodoks’ iklim yaşıyordu. Hemen hemen her dine inanan kitleler, İslamiyet’e inananlar da birbirleriyle din, inanç (Alevi-Sünni) çatışması yaşamıyordu.
Yükseliş dönemi sona eren Selçuklularda düzenin bozulmasıyla halkın şikâyetleri arttı, iç kargaşalar, isyanlar (Babai İsyanları 1240) baş gösterdi. Herkes birbirinin otlak, yaylak ve kışlaklarını ele geçirmek için uğraşıyordu denebilir. Kösedağ Savaşı’nda Anadolu’da Selçukluları yenen Moğollar, siyasi iradeyi ele geçirmişti. Sonrasında Selçuklu artık dağılmış, beylikler durumuna dönüşmüştü. Babai İsyanları döneminin ardından bir süre sessiz kalan, Moğolların istilası ile iyice dağılan abdallar ve dervişler, bir zaman sonra bir araya gelerek Hacı Bektaş Veli’yi öncü seçtiler. Bundan sonra Bektaşilik bu sufi kolların bir tür uzlaşı alanı olarak kabul edilebilir. Beyliklerin hemen hemen hepsinde Horasan Erenleri yeni tanıştıkları ‘kitlelere doğru yolu (İslamiyet’i) anlatmaya ve göstermeye’ (irşat) devam ediyorlardı. Bu erenlerin bir kısmının desteğinde Osmanoğulları kurulmuştu. Diğer beylikler birer birer ortadan kalkarken, Osmanoğulları hızla büyüyerek 600 yıl hüküm sürecek bir imparatorluğa dönüşecekti. Bu dönüşüm sırasında yine Balkanlara geçen Horasan Erenleri (Sarı Saltuk, Gül Baba, Otman Baba, Kızıl Deli, Demir Baba…) irşatlarını sürdürerek, Balkanların Türkleşmesine ve İslamlaşmasına önayak oluyorlardı. Çoğu “Alevi, Bektaşi, Kızılbaş” olarak adlandırılan Horasan Erenleri tekke ve zaviyeler açıyor, devlet bunlara yardım ediyordu.
Tüm hayatları göç üzerine kurulu Türkmenleri yerleşik hayata geçirmeye çalışan Osmanlı, kimini yerleşmeye zorluyor, kimini -çoğu Balkanlara olmak üzere- sürgün ediyordu. Osmanlı’nın Fetret Devri’nde, Moğolların baskısı, Osmanlı tımar sahiplerinin vergi yükü ve yoksullukla baş edemeyen, Ege kıyılarında ve Balkanlarda Şeyh Bedreddin’in müritleri olan halk isyan etti. Aydın, Manisa ve İzmir’i içine alan bölgede ‘Dede Sultan’ Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal liderliğinde, Balkanlarda Deliorman bölgesinde ise Şeyh Bedredin liderliğinde isyan ettiler. Börklüce ve Torlak tüm müritleri ile kılıçtan geçirildi, Bedreddin asıldı. Bu, geçmişini oluşturmuş tasavvuf ehlinin ilk eşitlikçi ayaklanmasıydı.
Zaman içinde gelişip büyüyen Osmanlı, İstanbul’u almış, Balkanlarda hâkimiyeti sağlamış, son beylik olan Karamanoğullarını ortadan kaldırmış, kendi kuruluşunu ve büyümesini sağlayan Türkmenlere sarayda topladığı devşirmeleri tercih etmiş, göçer olanları zulme uğratmış, mültezimlerin ve tımar sahiplerinin insafına terk etmiştir. Bu dışlanmışlık sonucu Alevi Kızılbaş Türkmenler doğusunda gelişip büyüyen, Türk ve Şia olan Safevi Devleti’ne meyletmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim’in Safevi Devleti’yle savaşa giderken Anadolu’da çok sayıda Alevi-Türkmen’i öldürmesi, sonra da halife olduktan sonra Osmanlı’yı ‘Sünni bir devlet haline getirmiş olması‘ asıl ayrımcılığı başlatmıştır.
Sonraki süreçte Osmanlı’da Aleviler değişik biçimlerde dışlanmaya, aşağılamaya maruz kalmış, ibadetleri gizlenmiş, ancak tekke ve zaviyelerde sanat alanında da isyanları devam edegelmiştir.
Osmanlı, II. Mahmut döneminde 1827’de Bektaşi tekke ve zaviyelerinin kapatılarak yıkılması için ferman çıkarmış, türbeler hariç birçok tekke ve zaviye yıkılmıştır; süreç Cumhuriyet döneminde de devam etmiş ve hâlâ sürmektedir.
Tasavvuf ehlinin söyledikleri çoğunlukla Sünni şeriatı ile çatışır. Oysa burada bir imansızlıktan / dinsizlikten öte, mecaz, eğretileme veya ironi vardır. Ayrıca tasavvuf ehli Tanrı’yı korkulacak, kendini cezalandıracak bir varlık olarak görmez; kavuşulacak, bir olunacak, arzulanan bir sevgili, bir dost, bir arkadaş gibi görür ve onunla konuşup yarenlik edebilir, hatta eleştirebilir. Ki bunu Kaygusuz Abdal’da çok güzel görürüz: “Bakkal mısın teraziyi n’eylersin / İşin gücün yoktur gönül eylersin / Kulun günahını tartıp neylersin / Geçiver suçundan bundan sana ne”. Fakat ortodoks şeriat buna izin vermez. Çünkü katı kurallarla belirlenmiş şer’i kuralların dışında kalan düşünce, din dışı veya dinsizlik; bu düşünceleri taşıyan kişiler “mülhid ve zındık”tır. Ehli Sünnet inancının “kim tasavvufa girerse zındık olur” düşüncesiyle tasavvufi fikirler taşıyan birçok insan ‘mülhid ve zındık’ ilan edilerek işkenceye maruz kalmış, sürgün veya idam edilmiştir. Elbette ki bu kişilerin müridi veya yandaşları da sosyal baskılardan, ötekileştirmeden, dışlanmadan nasiplerini almışlardır.
Tarihte en çok insanın ölümüne sebep olan olay savaşlardır. Tahmin edilen savaşlarda ölen insan sayısı 3,5-5 milyar arasındadır. İslamiyet içerisinde kökleri ta 7’nci yüzyıla dayanan Ehli Beyt-Ehli Sünnet çatışması da aynı Tanrı’ya, aynı peygambere ve aynı kitaba inanan insanların milyonlarcasının hayatını elinden almıştır. Tarih içerisinde Alevi-Sünni çatışmasından kaynaklanan ölü sayısı hiç de azımsanacak gibi değildir.
Mutasavvıf ve sûfilerden işkence edilen, ölümle cezalandırılanların en ünlüsü kanımca Hallâc-ı Mansur’dur (858-922).
Faik Bulut’un ilk “İslam Komüncüler” diye adlandırdığı Karmatiler’i desteklediği ve onlarla ilişkisi olduğu, “Ene’l-Hakk” sözüyle tanrılık iddiasında bulunduğu, haccın farzının olmadığını iddia ettiği gibi nedenlerle idam edilmiştir. İdamından önce kırbaçlanmış, burnu, kolları ve ayakları sonra da başı kesilerek Bağdat’ta idam edilmiştir. Kesilen başı Dicle Nehri üzerindeki köprüye asılmış; bedeni yakılarak külleri nehrin sularına savrulmuştur. Kesik başı iki gün köprüde bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek “ibret-i alem olsun diye(!)” çarşı pazar dolaştırılmıştır.
Vahdet-i Vücud felsefesini Vahded-i Mevcud’a doğru geliştiren yazar, şair, felsefeci Muhyiddin İbnü’l Arabi de yazıp söylediklerinde panteizmi savunduğu, yani tanrı ile doğanın bir ve aynı olduğunu söylediği iddiasıyla hem ulemadan, hem de sufîlerden eleştiriler almış, bu fikirleri nedeniyle yargılanmış, zahiri uleması tarafından “nehre atılmalı, atılırken de suyun üzerinize sıçramamasına dikkat edilmeli” fetvası verilmiş ama uygulanmamıştır. Savunanlar Eş-Şeyhü’l Ekber (en yüce şeyh) diye yüceltirken, karşı olanlarca da Eş-Şüyhü’l Ekfer (kafirlerin şeyhi) diye çağrılmıştır.
On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda Osmanlı’nın doğusunda kalan bölgelerde takibata uğrayan Hurufiler Anadolu’ya akın etmişler, aynı zamanda Anadolu’daki Türkmenler üzerindeki devlet baskısı ve Safevi propagandası üzerine Alevi, Bektaşi ve Kızılbaşlar tehlike olarak görülmüştür. “Ehl-i sünnet ve’l Cemaat veya diğer tabiri ile Ehl-i Hakk’ın tarifi şöyledir: İtikad-ı zâhir ile sünnet üzere hareket eden, Resulullah (s.a.v.)’in cemaatı (sahabesi) yolunda gidenlere Ehl-i Hakk ve Ehl-i Sünnet denir. Bu yola muhalefet edip, zâhiri terk edenlere tâife-i muhalifîn adı verildiği gibi, Ehl-i Bid’at ve dalâlet dahi denilmektedir”[1] diyen Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislamı İbn Kemal ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Şeyhülislamı Ebussuud, çok koyu Sünni fıkhı ile kararlar vererek fetvalar çıkarmışlardır.
Şeyhülislam İbni Kemal’in Yavuz Sultan Selim’in Alevi kıyımına izin veren, Şii-Alevi Safevi Devleti’ne karşı yapılacak savaşı ‘Cihat’ olarak değerlendiren fetvası da şöyledir:
“Esirgeyen, bağışlayan ve kendisinin zikri; tüm kıtaları ve denizleri kuşatarak kıyamete kadar tüm zamanlara yayıldığından dolayı açıklanma ihtiyacı dahi olmayan Allah’ın adıyla. Yüce, Büyük, Güçlü ve Kerim olan Allah’a hamd, dosdoğru dine tabi olanlara o doğru yolu gösteren Muhammed’e sâlatü selam olsun. Şah İsmail’in, rezil ordusunun, Alevi ve Şii taraftarlarının kâfirliği her tarafa yayılmıştır. Müslüman beldelerde ve müminlerin diyarında, bir Şia taifesinin Sünni beldelerin çoğunu yenerek, batıl mezheplerini izhar ettikleri ve Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a (Allah hepsinden razı olsun) açıkça sövdükleri yolundaki haberler ve bu yönde işaretler gelmektedir. Bu grup, doğru yolu gösteren Hulefa-i Raşidin imamların halifeliğini inkâr ettiği gibi şeriatı ve ona inananları küçük görmekte ve müçtehit mezhep imamlarının yolunun, kendi reislerinin ve Şah İsmail olarak isimlendirdikleri kişinin yoluna göre zorluklarla dolu olduğunu vehmetmektedirler. Yine o grup, Şah şarabı helal saymışsa o helaldir. Kısacası onların işledikleri küfür işlerden bizlere tevatürlerle nakledilenler saymakla bitmez. Onların kâfirlikleri, irtidatları konusunda hiçbir şüphemiz yoktur. Onların ülkesi darül-harpdir. Gerek erkekleri gerekse kadınları ile evlenmek ittifakla batıldır. Onlardan doğan çocuklardan her biri ‘veled-i zina’dır. Onlardan birinin kestiği şey yenmez. Onlara özgü olan kızıl takkeleri herhangi bir zaruret olmadan giyenin küfründen korkulur. Bunlar çoğunlukla küfür ve inkârın açık alametlerindendir. Onlar hakkındaki hüküm, mürtedlere uygulanan hükümlerdir. Harp diyarı olan ülkelerinde yenilgiye uğramaları halinde malları, kadınları ve çocukları Müslümanlara helaldir. Erkeklerinin katli vaciptir. Ancak eğer Müslüman olurlarsa, tüm diğer Müslümanlar gibi özgür olurlar. Aksi halde zındıklığını açıkça ortaya koyan kişinin derhal öldürülmesi vaciptir. Şayet bir kişi İslam diyarını tek ederek onların batıl dinini seçer ve onların yanına yerleşirse, kadı onun ölümüne hükmeder ve malını varisleri arasında paylaştırarak, karısını başka bir erkekle evlendirir. Ayni şekilde onlara karşı cihat, onlarla savaşmaya gücü yeten tüm ehli İslam üzerine farz-ı ayndır.”
diye devam eder[2].
Şehzade Bayezid dönemi ayaklanmaları, Hallac-ı Mansur, İbn-i Arabi, İbrahim Gülşeni, Şeyh Bedreddin, Karamanlı Şeyh, Oğlan Şeyh, Hakim İshak, Hubmesihçiler, Kızılbaşlar, Halvetiler, aşıklar, Şiilik, ilhad ve zındıklık, elfaz-ı küfür, tasavvuf ve itikadi sorunlar Ebussuud Efendi fetvalarına konu olmuştur[3]
Günümüzde düşüncelerine ve şiirlerine büyük önem verdiğimiz, Türk Halk Şiirinin kurucusu diye adlandırdığımız Yunus Emre bile Sünni bakışın hışmından kurtulamamıştır. Hakkında Kanuni’nin Şeyhülislamı Ebuussuud, “Cennet hakkında söyledikleri çirkin sözler büyük küfürdür. Katilleri mubahtır” demiştir.
Fetva[4]
“Mesele: Bir zaviyenin mescidinde eşhâs-ı muhtelife ile oğlanlar muhtelit olup envâı teganniyat ile tevhid ederler iken kelime-i tehvidi tağyir edip gâh dil men, gâh canmen ve gâh
Sen bir ulu sultansın Canlar içinde cansın çün âyan gördüm seni Pinhan kayusu değil
Deyüp ve gâh
Cennet cennet dedikleri Bir ev ile birkaç hûri İsteyene ver sen anı Bana seni gerek seni Deyü göğüslerini döğüp evzâ-ı garibe ettiklerinde ahâli-i mahalleden bazı kimesneler zâviye-i mezbûrede şeyh olan Zeyd’e; – Bu makule evzâa niçün râzı olursun? Dediklerinde, Zeyd: – Ne lazım gelir? Ve mâ haleket-el cinne vel inse illa liyabudün demekle cevap verse şer’an Zeyd’e ne lazım gelir?
El cevap: Evza ve akval-i mezbure kemal mertebe fuhuş olduğundan gayri, cennet hakkında söyledikleri kelime-i şenia küfr-i sarihtir. Katilleri mubahtır, şeyhleri olan bi-din hikâyet olan ef’al ve akvâl men’e mubaşeret olunmazsa dahi ne lazım gelür demekle kâfir olduğundan gayrı o kabayihi ibadet kabilinden addedüb âyet-i kerimeyi ana delil getirmekle tekrar kâfir olur. Ve bu itikattan rücu etmezse katilleri vâcib olur.”
KAYNAK: (İstanbul Millet Kütüphanesi şeriye no. 80’de kayıtlı Fetâvâ-yi Ebussuud adlı esrin 217a ve 217b’de kayıtlı bulunan bu fetva) |
Yine Alevi ve Bektaşi edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Seyyid Nesimi (1369-1417), iyi bir eğitim almış, din ve tasavvuf konularında yetkinleşmiş, Hurufilikle Vahdeti Vücud bilgilerini harmanlamıştır. Türkmen asıllıdır. Hacı Bektaşı Veli’den ve birçok Anadolu ereninden etkilenmesine karşın asıl Hallac-ı Mansur’un düşüncelerinden etkilenmiş, ona eklemlenmiş, onun ene’l Hak sözüne sıkı sıkıya sarılmıştır. Dualist bir yaklaşımla “Yeryüzünde hiçbir imansızlık yoktur ki, altında iman saklı olmasın; itaat yoktur ki, altında kendinden büyük isyan saklı olmasın ve kendini tamamen ibadete adama hali yoktur ki, altında saygıdan feragat hali olmasın; sevmek iddiası yoktur ki, altında edepsizlik saklı olmasın” diyen bir Hurufi olarak, insan yüzünün Tanrı’nın yüzüne bir ayna olduğunu, panteizme yakın bir biçimde dile getirmiştir. 1417 yılında Halep’te derisi yüzülerek katledilmiştir.
Katline neden olan dizelerden bazıları aşağıdadır:
“Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam”
(İki cihân benim içime sığar, ben bu dünyaya sığmam
Mekansızlık tözü benim, ben bu aleme sığmam.)
Fâş eyledim cihâna ene’l-Hak rumûzunu
Doğru haberdir anun için dâra düşmüşüm
(Dünyaya duyurdum ‘hak bendedir’ sırrını
Doğru haber olduğu için sıkıntıya düştüm)
“Dâ’im ene’l-Hak söylerim Haktan çü Mansûr olmuşum
Kimdir beni ber-dâr eden bu şehre ben sûr olmuşum”
(Mansur gibi olmuşum daima ‘Hak bendedir’ derim
Bu dünyada herkes beni böyle biliyor beni asacak olan kim?)
Yine düşünce ve inançlarından dolayı zulme uğrayan ve idam edilen Pir Sultan Abdal (~1510-~1590), tam bir dava ve inanç adamıdır. Mensubu olduğu Alevilik inancından ve Şah sevgisinden taviz vermeden fikirlerini şiirlerinde savunmuştur. Büyük bir olasılıkla Şah Tahmasb zamanında yaşamıştır. Bugün o, sadece Alevi-Bektaşi edebiyatının değil Türk Halk Şiirinin de büyük şairlerindendir. Öğrencisi olduğu rivayet edilen Hızır Paşa tarafından “şah sevgisi” üstüne yazdığı şiirler nedeniyle Sivas’ta idam edilmiştir. İdam edilmesine neden olan şiirlerinden örnekler şunlardır:
“Ahiri katlime ferman yazılsa
Çıksam teneşire tabut düzülse
Kefenim biçilse mezar kazılsa
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan
Pir Sultan Abdal’ım derim vallahi
Ölsem terk eylemem piri billahi
Huzur-ı mahşerde dilerim Şah’ı
Yine geçmem ala gözlü Şah’ımdan”
“Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılsın kapılar Şaha Gidelim
Siyaset günleri gelip yetmeden
Açılsın kapılar şaha gidelim”
…
“Kadılar müftüler fetva yazarsa
İşte kemend, işte boynum asarsa
İşte hançer, işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz
O da bizim ulumuzdur pirimiz
Hakka teslim olsun garip canımız
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan”
…
“Bir kişi gayetle sevse Pîr’ini
Osmanlılar talep eder malını
Süremedim erkânsızın yolunu
Bu yıl bu yayladan Şah’a gideriz”
Niyazi Mısrî (1618-1694), tasavvuf eğitimini tamamlamış, Lehistan seferine halkı irşat için katılmış, fakat hakkında yayılan söylentiler üzerine Limni Adası’na sürgün edilmiştir. Limni’de kötü bir yaşam geçirir, affedilir, Bursa’ya döner, şikâyet üzerine tekrar Limni’ye gönderilir ve orada ölür.
Şeyh Bedreddin’i Varidat, Arabi’yi de Füsusul Hikem yapıtlarıyla överek onların yolundan gittiğini kolayca anlayabiliriz:
“İlm-i Füsus’la tamu odları söner kamu
Anın yerinde biten gülzarıdır Varidat
Muhyeddin ü Bedrettin etdiler ihyay-ı din
Derya Niyazi “Füsus” enkarıdır “Varidat””
Diğer örnekleri de şöyle verebiliriz:
“Zat-ı Hakkı anla zatındır senin
Hem sıfatı hep sıfatındır senin
Sen seni bilmek necatındır senin
Gayre bakma sende iste sende bul”
…
“Rumuz-i enbiyayı vakıf-ı esrar olandan sor
Enel-Hak sırrını candan geçüp ber-dar olandan sor”
1600’lü yılların sonunda yaşamış Kul Nesimi de İmadeddin Nesimi sevgisinden kaynaklı olarak bu adı kendine yakıştırmıştır. “Ben ol sâdık kulam ki Ca‘ferî’yem / Hakîkat söylerem ben Haydarî’yem” diye kendini tanımlamıştır.
Mülhid ve zındık ilan edilenler bu kadarla kalmış değil. Örneğin Viranî de şöyle diyor:
“Küfür deryasında bulduk imanı
Hak dedik küfüre dinden içeri”
Bu tür daha nice örnek var. Hatta Şeyhülislam Ebuussuud’un Osmanlı’nın Balkanlarda hâkimiyetinin sağlanmasında en önemli irşatçı, alperen olan Sarı Saltuk hakkında bile “Riyazet ile kadid olmuş bir keşiştir” (Perhiz ile ölmek üzere olan bir manastır papazı) diyerek kendince aşağılamıştır.[5]
1826 yılında II. Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırılmasının ardından Bektaşi tarikatı yasaklanmış, tarikatın mal varlıklarına el konmuştur. II. Abdülhamid zamanında kendine yakın tarikatlar desteklenmiş, diğerleri baskılara maruz kalmıştır. İttihat Terakki zamanlarında Türklük üzerine oluşturan politikalarda Alevi-Bektaşiler kabul görmüştür.
Cumhuriyet dönemine geçildiğinde yeni devletin kendine özgü bir ulus kimliği ve onu destekleyecek mezhepler ve tarikatlar üstü bir din anlayışı oluşturmak istemi nedeniyle halifelik kaldırılmış, Şer’iye ve Efkav Vekaleti yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuş, tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştır. Bu dönemlerde Aleviler suskunluk dönemine girmiştir. 1960’lı yıllardan sonra Aleviler sol hareketlere yakın durmuşlardır. Çünkü sol hareketler içinde Alevi-Sünni ayrımı yoktu ve hareketler ezilen sınıfların, halkların hareketiydi. Ancak, o dönem içinde ve sonrasında Alevi-Bektaşi ozanlardan, yazarlardan yazdıkları, çalıp söyledikleri sol söylemi dillendiren türküler için tutuklanıp hapis yatanlar olmuştur. Sonrasında verilen mücadeleler ile artık Alevilik tanınır, haklar için açıkça mücadele verir hale gelmiştir.
Ancak Alevilere yapılan baskı ve zulümden söz edilirken Çorum, Maraş, Malatya, Sivas, Gazi Katliamları anılmadan geçilemez. Doğrudan Alevilere yapılan saldırılardır ki Maraş’ta karnında bebekle öldürülen anneler, Sivas’ta canlı canlı yakılan sanatçılar, öldürülen o kadar insan günümüzde bir utançtır.
Geçtiğimiz yüzyıl içerisinde Alevi, abdal ve dervişlere, ozanlara yapılanlar da Osmanlı zamanında yapılanlara yakındır. Yazıp söyledikleri türküler nedeniyle Aşık İhsani, Mahzuni Şerif, Aşık Şah Turna, Selda Bağcan kovuşturmalara uğramışlar, hapis yatmışlardır.
Kovuşturmaya uğramamış ama yazdığı şathiyeyi görse Ebuussuud’un gazabından kurtulamayacak olan Alevi Ozan Aşık Veysel’in bir şathiyesinden dizelerle sonlandıralım yazıyı.
…
Kâinatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar attın
Cömertliğin nerde senin
…
Türlü türlü dillerin var
Ne acaip hallerin var
Ne karanlık yolların var
Sırat köprün nerde senin
Âdemi sürdün bakmadın
Cennette de bırakmadın
Şeytanı niçin yakmadın
Cehennemin var da senin
Veysel neden aklın ermez
Uzun kısa dilin durmaz
Eller tutmaz gözler görmez
Bu acaip sır da senin”
Okumalar:
Aktaş, Hasan, Saru Saltuk, Yort Savul Yayınları, Rize, 2016.
Cilasun, Ali Cem, Alevilik, Favori Yayınları, Ankara, 2015.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi, İnkılap Kitabevi, 2004.
Karamustafa, Ahmet T., Tanrının Kural Tanımaz Kulları, YKY, 6. Baskı, İstanbul, 2015.
Umar, Bilge, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1998.
Zelyut, Rıza, Halk Şiirinde Başkaldırı, Sosyal Yayınları, 1989.
[1] http://acikerisimarsiv.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/7141/261056.pdf?sequence=1&isAllowed=y
Erişim Tarihi: 05.12.2023
[2] Doğan, Eşref ve Hasan ÇELİK (2014). Alevi Sünni Bütünleşmesinin Önündeki Engeller: Tarihsel Yanlış Algılamalar, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 7, Sayı 1, Haziran 2014, ss. 121-138 Erişim tarihi: 07.12.2023
İlahiyat Fakültesi Dergisi 1952-Cilt: 1- Sayı: 1 s.48-58 https://www.acarindex.com/pdfs/626914
[3] https://isamveri.org/pdfdrg/D02420/2005_5_3/2005_3_DUZENLIP.pdf
[4] https://islam-tr.org/konu/seyhulislam-ebus-suud-efendinin-yunus-emrenin-siirine-kufur-fetvasi.22769/ Erişim tarihi: 08.12.2023.
[5] M. Tayyib OKİÇ, Sarı Saltuk’a Ait Bir Fetva, Ankara Üniversitesi