Bu yazı dolayısıyla “var olma”, “yok olma” ve “yok sayılma” konuları üzerinde düşünürken yıllar öncesine uzandı belleğim. Çağrışımlar ve imgeler birbiri ardınca dizildi zihnimde. Fizik-kimya derslerinde bize ilk öğretilen konuyu anımsadım; “Maddenin Sakımı ya da Lavoisier Kanunu” adlı bilimsel yasayı. Buna göre “evrendeki hiçbir madde yoktan var edilemez ve var olan madde yok edilemez; ancak birbirlerine dönüşebilir”di. Ardından, Einstein’ın ünlü “Görecelilik Kuramı” bağlamında maddeyle enerjinin birbirine dönüşümü dile getirilirdi.
Söz ettiklerimin ötesinde, farklı disiplinlerde, mesela edebiyat alanında, “var olanı yok sayma” ya da “sessizliğin içinde yok etme” şeklinde bir gerçek var ki, bu durum, bilimlerin nesnellik sınırını aşarak tam anlamıyla bir etik ve estetik meseleye dönüşüyor. Var olanı görmezden gelme, onu yok sayıp derin bir sessizliğe terk etme eylemi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi bir “sükût suikastı”na uğratmadır. Edebiyat alanındaki üretimlerin bilinçli olarak yok sayılması, onlar hakkında olumlu ya da olumsuz hiçbir söz söylenmemesi, tek satır bile yazılmaması, üzerinde herhangi bir yorum yapılmaması eylemi, etik ve estetik anlamda bir kötülük olarak da nitelendirilebiliyor.
Yapıtlarının sessiz karşılanmasına, yok sayılmasına maruz kalan birçok yazarın iç dünyasında kırgınlıklar, incinmeler, derin ruhsal yaralar oluşuyor çoğu zaman. Topluma sunduğu yapıtın yeterince anlaşılamadığını, edebiyat çevrelerince önemsenmediğini düşünen, bu nedenle ruhen sarsılan yazarların yazınsal üretimi reddettiğine, topluma küstüğüne de tanık oluyoruz ne yazık ki. Konuya bu açıdan yaklaştığımızda, bilinçli olarak “yok sayma” eyleminin, yazar ve sanatçı üzerinde bir tür faşizan baskı mekanizması oluşturduğuna, sanatçının yaratım, özgünlük ve özgürlük alanını kısıtladığına, onun yaratma süreçlerini sekteye uğrattığına tanık oluyoruz. Böylesi kırgınlıklar nedeniyle uzun süre yazıya ara veren, yazmayı bütünüyle bırakan, yazı üretmeyi bırakmasa bile çeşitli vesilelerle kırgınlığını dile getiren yazarların, özellikle mektup ve günce gibi daha öznel metinlerinde sitem, kırgınlık, incinmişlik dolu ifadelerle karşılaşıyoruz.
“Yok sayılmak”, elbette “yok olmak” anlamına gelmez; birtakım edebiyat çevrelerince yok sayılan, varlığı yadsınan yapıt ya da yazar, yine var olmaya devam eder. Bir gün gelir, o sanatçının değeri bir şekilde anlaşılır, adı da edebiyat tarihinin içinde hak ettiği yeri alır. Kısacası, yaşadığı dönemde farkına varılmayan, varlığı görmezden gelinen veya unutturulan kimi yazarlar, zamanın ruhu değiştiğinde ya da yıllar içinde edebiyata bakışta köklü değişiklikler oluştuğunda birdenbire keşfedilir ve geç de olsa edebiyat sahnesindeki seçkin yerlerini alırlar. Bütün bunlar, edebiyatın asla görmezden gelinemeyecek gerçeklerindendir.
Edebiyat sanatının zaman içindeki uzun serüvenini dikkate aldığımızda pek çok yazar ve yapıtının kendi döneminde yok sayıldığına ne yazık ki üzüntüyle tanık oluyoruz. Eğer arkadaşı Max Brod, onun öykü ve romanlarını saklayıp ölümünden sonra yayımlamasaydı, Franz Kafka adını kim duyacak ve onun sıra dışı metinlerini kim ilgiyle okuyacaktı mesela? Kafka’nınki öyle bir kırgınlıktı ki, Max Brod’a, bütün metinlerini yakıp yok etmesini vasiyet edecek kadar derindi, yüreğinde kâğıt kesiği gibi taşıyordu yok sayılmanın hüznünü.
Yok sayılma çilesini bazen otobiyografik izler taşıyan romanlarında, yarattıkları karakterler üzerinden de yansıtır yazarlar. Jack London’ın Martin Eden adlı romanında, aynı adlı roman kişisi, yazdığı öykülerin edebiyat otoritelerince yok sayılmasına, bir yazar olarak varlığının görmezden gelinmesine ve dolayısıyla maruz kaldığı bu kötücül/faşizan eyleme karşı büyük bir mücadele verir; bu uğurda bütün hayatını harcar. Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya öyküsünün son cümlesinde, yok sayılan bir hikâyecinin sessiz çığlığı da kulaklarımızda yankılanıyor hâlâ: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
Yapıtın okurun dikkatini çekmesi ve okura ulaşması için edebiyat çevrelerinin, edebiyatta ağırlığı olan eleştirmen ve otoritelerin, o yapıt hakkında olumlu ya da olumsuz birkaç cümle yazması gerekir çoğu zaman. Okurlar, yayımlanan yüzlerce kitap arasından ancak bu şekilde fark edebilir o yapıtı ve yazarını.
“Yok sayılmak” hem dünyada hem Türk edebiyatında sıklıkla karşılaştığımız bir durumdur, ancak bu hakikatin en önemli ve farklı bir boyutu da kadın yazarların yüzyıllar boyunca yok sayılmasıdır. Bu durum Avrupa’da da bir dönem devam etmiş, kadın yazarlar romanlarını isimsiz olarak yayımlamışlar, bazen de takma adlar ya da erkek adları kullanmışlar, ancak bu şekilde edebiyat içinde var olmaya çabalamışlardır. Mesela 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında İngiltere’de yaşayan Jane Austen’ın bir kadın yazar olarak toplumsal mücadelesini göz önünde bulundurursak şu gerçekleri görürüz: O dönemde İngiliz (ve Avrupa) toplumunda, ataerkil zihniyet yaşamın her alanına, dolayısıyla edebiyata ve dile de egemendi; kadınların bu alanda uğraşmaları, yazı yazmaları hoş karşılanmıyordu. Jane Austen, ne yazık ki romanlarını adsız yani anonim olarak yayımlayabildi. Eliot Engell’in Oscar Nasıl Wilde Oldu adlı sıra dışı İngiliz edebiyatı tarihi kitabından öğrendiğimize göre, o dönemde, İngilizcede kadınlara, yazan (writer) deniyordu; kadınlar yazar (author) olarak adlandırılmıyordu, çünkü otorite (authority) sadece eril egemenlere aitti ve yazmak tamamen “eril” bir iş olarak görülüyordu.
Ataerkil zihniyettekiler, edebiyatın muktedirleri, eril dilin ve bakış açısının üretildiği çevreler, kadınları yüzyıllarca toplumun, zamanın ve tarihin dışında bırakmışlar, kadın yazarları olabildiğince görmezden gelmiş; onları ve yapıtlarını yok saymışlardır. Kadının adı da varlığı da yoktur o çevrelerde. Söz konusu patriarkal güç odakları, “yok sayma” ve “görmezden gelme” mekanizmasını edebiyatımızda da sonuna kadar işleterek, geçmişte var olan, yaşayan birçok kadın yazarı ve yapıtlarını karanlıkta bırakmaya, gizlemeye, bir bakıma yavaş yavaş yok etmeye çalışmış; ancak kadın yazarların azimli çabaları, edebiyat çevrelerine egemen olan ataerkil zihniyetle bütün güçleriyle mücadele etmeleri ve birbirleriyle dayanışmaları sonucu, ne mutlu ki, kadınlar, edebiyatımızın geleceğinde söz sahibi olan lokomotif bir güce dönüşmüşlerdir. Ayrıca akademik, sosyolojik ve feminist kadın çalışmaları sonucunda geçmişteki varlığı yok sayılan birçok kadın yazar yeniden günışığına kavuşturulmuştur. Yazdığı beş romanıyla ilk kadın yazarımız sayılan Fatma Aliye Hanım’ın; ülkemizde ilk kadın partisini kuran öncü kadın yazarlarımızdan Nezihe Muhiddin’in; yıllarca “popüler tefrika roman yazarı” çerçevesine hapsedilen Suat Derviş’in yeniden keşfedilmesi ve hak ettikleri mertebeye kavuşturulmasında, akademik kadın çalışmalarının önemli payı olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Kadın yazarın edebiyatta var olma mücadelesi, kadının toplumda var olma, toplumsal cinsiyet eşitliğine kavuşma, toplumsal haklardan yararlanma mücadelesiyle paralel ilerleyen bir süreç olmuştur tarih boyunca. Yani kadın yazarın eril iktidar odaklarıyla mücadelesi, kadının eril iktidara yönelik sosyal mücadelesiyle yan yana, bir arada ilerlemiştir. 1950 kuşağının öncülerinden Nezihe Meriç, yapıtlarında kadına dair yeni bir bakış açısı getirir. Mesela Korsan Çıkmazı adlı romanında, toplumun genelinde var olan kadına yönelik ayrılıkçı ve cinsiyetçi bakış açısını sorguladığı gibi, cinselliğin sıklıkla kadınlar üzerinde baskı, kısıtlama ve şiddet aracı haline getirildiği ataerkil düzeni de sorgular.
Nezihe Meriç’in ardından Leylâ Erbil’in, eril iktidarın en önemli baskı araçlarından biri olan eril dili parçalama mücadelesi, yazdığı metinlerde standart dil kurallarını yıkıp sıra dışı bir “isyan grameri” oluşturması, önemli bir devrimci tavır olarak yazın tarihimize geçer. Zihin Kuşları adlı düşünsel yapıtında, kadın yazarın mücadelesinin, kadının toplumsal özgürleşme mücadelesinden soyutlanamayacağını belirten Leylâ Erbil, bu konuda önemli cümleler kurar: “Kadının, kadın yazarın içine düştüğü ve orada yüzdüğü dilin erkeklerce kurulmuş ve yazılmış bir tarihin dili olduğunu, tüm belleğimizin taraflı bir biçim aldığı olgusunu hayretle izledim. Evet, yazarlık gövdeyle değil beyinle yapılıyordu ama erkeklerce örülmüş ve kadınlık durumlarına gerçek yerin verilmemiş olduğu erkek egemen bir dildi miras aldığımız. Biz orada, o noktada sanki onların yoğurduğu gerçeklerin sürüp gitmesini sağlayan eklemeler yapmaktaydık.” Bu sözler, tam anlamıyla bir bilinç sıçramasını göstermekte; kadın yazarın mücadele etmek durumunda olduğu “eril dil” meselesine inanılmaz bir farkındalıkla yaklaşmaktadır.
Yıllar içinde eril iktidarların yok saydığı, karanlığa terk ettiği kadın yazarların bilinç sıçraması ve aydınlanma anları giderek güçlenecek ve birçok kadın yazar, eril otoritelerce yok sayılma zincirlerini tamamen kıracaktır. Adalet Ağaoğlu, Füruzan, Ayla Kutlu, Erendiz Atasü… ve günümüzde güçlü kalemleriyle genç kuşak kadın yazarlarımız…
Yıllarca süren bu mücadelede kadın yazarlar bazen yılgınlığa ve umutsuzluğa da kapılmış; ancak en önemli ve en adil eleştirmen olan zaman, daima kadın yazarın lehine çalışmıştır. Sevim Burak’ın, döneminde yeterince anlaşılamayan bir yazar oluşundan kaynaklı kırgınlığı ve sitemi ne hazindir. İlk kitabı Yanık Saraylar sonrasında Afrika Dansı’na kadar on yedi yıl susmayı yeğledi Sevim Burak. Yok sayılmayı hazmedemiyordu; ama susmanın da bir direnme ve aynı zamanda bir yazınsal tavır olduğunun bilinciyle hareket ediyordu. Küskündü sanat çevrelerine, kendi deyişiyle “yazı ağaları”na. O, edebiyat iktidarının ve kolaycı okur kitlesinin beklentilerine uygun olarak yazmak istemedi; doğru bildiği yolda yalnız kalmayı yeğledi. Yok sayılmışlığı, dışta bırakılmışlığı ve ötekileştirilme duygusunu derinden yaşıyor; oğluna yazdığı mektuplarda edebiyat çevresine, otoritelere ve kendini anlamayanlara sitem dolu ifadeler kullanıyor; “ne biçim bir edebiyat diye homurdananlara kabul ettirinceye kadar çalışacağım.” diyordu.
Selçuk Baran, bir kadın ve yazar olarak yok sayılmayı, önemsenmemeyi son noktasına kadar yaşadı. Çalkantılı ve mutsuz bir yaşam sürdüren Selçuk Baran, bir süre alkole sığındı, sonrasında tedavi olup iyileşti. 1993’te, kendini “başarısız bir yazar” olarak gören Selçuk Baran, eline bir daha kalem almamaya karar verdi. Kendi yalnızlığını, kişilerinin umutsuzluk, yalnızlık dolu öyküleri üzerinden dile getiren Selçuk Baran’dan şiirsel dille kaleme aldığı yapıtları kaldı geriye.
Edebiyatımızda yadırgadığım konulardan biri de Tomris Uyar gibi derin bir entelektüel kadının, özgün bir yazarın, başarılı bir eleştirmen ve çevirmenin, edebi kişiliğinin yerine, sadece bazı İkinci Yeni şairlerinin âşık ya da hayran oldukları “güzel bir kadın” olarak tanıtılması, sadece özel yaşam açısından ön plana çıkarılmasıdır. Bu durum, kadın yazarın dar bir çerçeveye sığdırılması ve bir anlamda yok sayılması demektir. Tomris Uyar’ın, yaşamı boyunca var gücüyle, büyük bir sanat-edebiyat emeği vererek çalıştığı, çeviriler yaptığı, eleştiriler yazdığı ve öykülerini kurguladığı yadsınamaz bir gerçektir. Özellikle son zamanlarda yine akademik kadın çalışmaları sayesinde Tomris Uyar’ın öykü yazarlığı ve edebi kişiliği ön plana alınarak, ona hak ettiği değer verilmiş oldu.
Geçenlerde Nilgün Marmara’ya dair bir yazıda okuduğuma göre, pek çok ünlü şairden oluşan çevresi, Nilgün Marmara’nın şiir yazdığından habersizmiş. Sanırım Nilgün Marmara’nın ruhsal dünyasında yaşadığı ve onu intihara sürükleyen o büyük karmaşa, şiirlerini de gün ışığına çıkarmasına engel olmuştu o dönemde. Nilgün Marmara için “bir köşeye çekilip pıtır pıtır bir şeyler yazardı” diyen eşi, onun yazdıklarının anlam ve değerini Nilgün Marmara’yı yitirdikten sonra görüp fark etti ve onun o sıra dışı, derin, özgün şiirlerinin yayımlanmasını sağladı.
Bu yazıyı kaleme aldığım süre boyunca, toplumda kadın olmanın, kadın yazar ve kadın şair olmanın ne denli zor bir var olma çabası gerektirdiğini düşündüm sürekli. Bu var olma, kendini kanıtlama, değer ve kabul görme isteği, kadını zincirleyen ataerkil toplumsal yapı yok olana kadar sürecek; ancak gün gelecek kadınlar (ve erkekler) tam anlamıyla bu adaletsiz, acımasız toplumsal yapıdan bağımsızlaşıp özgürleştiğinde dünya daha yaşanılası, daha güzel bir yer haline gelecektir.