duyarın duyulmayan duyarsızlığı – FERHAD GÜLSÜN

FacebookTwitter

Kusura bakmayın, rahatsız ettim. İçeri girebilir miyim? Size söyleyeceklerim var. Siz duymak istediğiniz kadarını duyun, ben susmak istemediğim kadarını söyleyeyim. Arkanızdan konuşmak istemem, arkanızdan konuşacak kimsem de yok zaten. Sözünü sakınmayan insanları seversiniz biliyorum, bak nasıl da gülümsediniz. Hoş bulduk efendim, hoş bulduk. Beni kalbinize buyur ederek şereflendirdiniz.

Efendim biliyor musunuz, iterek sevmek diye bir şey varmış, bunu öğrendim. Sarılmaktan daha güvenli. Kabulleniyorsun ama kabul etmiyorsun. Gülümsüyorsun sadece, çünkü kahkaha sesini duyacak kadar yakın değilsin, gözyaşı zaten itme mesafesinde. Sevmek vicdani bir zorunluluk değil ki sayın efendim, sevmek insani bir başkaldırı… Sizi de anlıyorum, hisleriniz insanca olmasa bile pek akıllıca. İtiyorsunuz ama yine de seviyorsunuz, teşekkür ederim.

Siz de çok bilenlerdensiniz değil mi, çok inananlar var bir de… Ben çok düşünenlerdenim; bildiğim inandığımı şaşırtır, inandığım bildiğime karışır. Üzerinize afiyet biraz deliyim. Hayır hayır, korkmayın. Şunun şurası birkaç saat verdiniz bana sonsuz ömrünüzden, birkaç saat aklımı uslandırabilirim. Bakmayın gözlerimin dolduğuna, cenazem var. Ağlayasım geliyor, ölesim geliyor ama giden bir türlü geri gelmiyor. Acı çekmiyorum, ne haddime! Hangi şarkıyı isterseniz onu söylerim. Lütfen dinleyin, siz de gitmeyin. Ne umutlarım var benim bir bilseniz, ne umutlar biriktirdim şu yoksul ceplerimde. Çok mu acıktım, hemen bir bulut yakalar kemiririm.

Biraz uzaktan konuşuyorum özür dilerim, yıkamıyorum aramızdaki duvarı. İltifat buyurun, ne kadar adil ön yargılarınız var, şefkatiniz ne kadar güçlü kuvvetli. Bir sarılsanız enkaz altında kalabilirim. Çok mu yaklaştım, tedirgin oldunuz. Geri adım atmayı bilmem ki ben, zahmet olmazsa beni biraz daha itebilirsiniz. Bağışlayın, üstüm başım toz içinde, böyle gelmek istemezdim huzurunuza. Yıkılmış kentlerin yalancısıyım ben, rahatsız olduysanız yatsıya kalmadan bütün mumları söndürebilirim. Sahi dün gece mezarlıkta çiçek toplarken birkaç çocukla karşılaştım, birkaç ölü çocukla. Onların selamını getirdim zatıalinize. Nasıl söylenir bilmem ki, nasıl söylesem, nasıl söylesem… Kızmayın, küçük, küçücük bir sitem kabul edin lütfen, aramızdaki duvarı örememişsiniz evlerimize.

Efendim! Buradayım efendim. Bu kefen nasıl olmuş sizce? Beğenmediyseniz yenisini dikebilirim. Benim kefenim evet, hayır ölmüyorum, öfkelenmeyin hemen. Siz uygun görmeden nasıl ölebilirim? Alt tarafı çeyiz hazırlıyorum ölümle sözleştiğimiz o ihtişamlı düğüne. Böyle merhametle bakmayın bana, kulluğumdan utanabilirim. Bakışlarınız efendim, engin bir deniz gibi hırçın bakışlarınız. Sahtekarlık ne kadar da yakışıyor o güzel gözlerinize. Aramızda cehaletini bilimle kirletip acısına şükretmeyi bilmeyen aklı başında hainler varmış, boş verin onları. Bilim lekedir değil mi efendim? Avlayıp toplayandım, avlanıp dağıldım şimdi sessizce. Kedileri çok seversiniz biliyorum, sokak çocuklarını sevdiğiniz gibi. Kulağıma birkaç dedikodu geliyor benden duymuş olmayın. Güya kediler bile bıyık altından gülüyormuş halimize.

Sıkılmadınız değil mi? Çok güzel cümleler kurarım ben. Çok güzel imgelerim var, baba yadigarı değil, hepsi alın teri. Saçından hüznünü yolduğum insanların eline üç beş ekmek kırıntısı bıraktım şu yoksul halimle. Merak etmeyin, içtiğim sudan utanıp çoktan ödedim yazdıklarımın bedelini. Üşüttüğünüzü bilmiyorlar efendim. Öyle bir öksürdünüz ki canınız koparcasına, sanki yeryüzü devrildi. Duymayın çığlıkları, kulaklarınızı kapatın, size kıyamam. Korkmayın, enkaz altından önce cümleleri kurtardım, anlatsın diye kurtarmadıklarımın hikâyesini. Alkışlarınız benim için onurdur, teveccühünüz. Sayenizde efendim, sayenizde. Sizden öğrendim ben bu kadir bilmezliği.

Otur mu dediniz? Aman efendim yapmayın böyle şeyler, kederden havalara uçabilirim. Arkanıza otursam şanınıza gölgem düşer, yanınıza otursam yönüm şaşar, çok şükür ki karşınızda oturmayı bahşettiniz. Bir minder yeter, hırkam var sağ olun, anlayışınız için müteşekkirim. İzninizle çayınızı doldurayım. Kaç şeker istersiniz? Tek şeker mi, ben de tek şeker. Hay aksi, şekerlikte bir tane şeker kalmış. Bölüşmeyi seversiniz bilirim, siz birini alın, öteki bana kalsın. Öyle de cömertsiniz. Beni biraz daha sevdiniz değil mi efendim, ben de sizi çok sevdim. Adımı sormayın söyleyemem. Korkumdan değil, nasıl korkulur ki sizin sevgi dolu şiddetinizden? Söylesem de tanımazsınız, ben sizin bildiğiniz o etiketlerden değilim. Şarabın oğluyum ben, ezildikçe tatlanır dilimin acısı. Sırtımı mahzene yaslayıp kırmızı bir yalan doğururum çiftleşen aşklarınızdan. Sarhoş bir kemanın sözüne kandığım da olur, kapınızı çalar bazen densizliğim. Tuhafım, tutarlı bir dengesiz… Hoşunuza gitmediyse bu anlattıklarım, beni yok saymayın lütfen. Ben kendimi inkâr ederim.

Hâlâ git demediniz, şaşırdım. Yaklaştırmıyorsunuz ama itmiyorsunuz artık. Size bu vefa borcumu nasıl ödeyebilirim? İsterseniz öldüresiye sevebilirsiniz beni. Öldüresiye sevmek derken, lafın gelişi efendim, çünkü burası öldüresiye sevenlerin ülkesi. Bir baba öldüresiye seviyor çocuklarını, bir çocuk annesini öldüresiye seviyor. İnsanlar mezarlıkta boşanıyor artık, etek boyuyla ölçüyor sokağın delikanlı kurşunu küçülen erkekliğini. Kaldırımdan kanlı pati izleri geçiyor, bir güvercinin delik ayakkabısı ağlıyor kaldırımda. Bütün ağaçları öldürerek koruyor cennete inananlar yeşili. Peki siz, öldürmeden sevebilir misiniz beni efendim? Gerçekten sevseydiniz öldürürdünüz. Mis gibi barut kokuyor parmaklarınız, gözleriniz namlu karanlığı… O namlunun kirpikleri için bir ölüyü beklemekten vazgeçebilirim. Vurun beni… Uzun uzun ölmek istiyorum, bütün ölülerin acısını hissederek. İzlemek isterseniz çekirdek getirebilirim.

Neden gülüyorsunuz efendim? İsyan etmeyi bilmem ben, ama fevkalade ima edebilirim. Size sorsam söz ustasıyım, bana sorsanız laf ebesi… Gerçek anlamı bir mecazın içine paketleyip ilgilisine korkmadan gönderirim. Kırgın bir kalem takvimler, kırılmış kalemlerin can çekişini. Takvimin her bir yaprağını kucaklayıp basarım bağrıma. Asılmış denizlerin fotoğrafını yürüyen kıyılarımla çerçevelerim. Olur mu öyle şey efendim? Siyasi bir gönderme yapmıyorum. Siyaset konuşamam, konuşmak da istemem. Ne zaman ki birinin artığını katık ettim kendime, o gün bugün siyasetinize teessüf ederim. Elbette en iyisini siz bilirsiniz. Benim aklım ermez politik öfkenizin inceliklerine. Ben sabır üçgeninde günümü gün eder, tespihimi çekerim.

Sayın efendim, keyfimin canım kahyası… Olur da yine keyifli olursam, siz de bozmak isterseniz hep görüşmek isterim. Bir yolunu bulup sızarım elbet akşam üstümden karanlığınıza. Biliyor musunuz, çayı boş verin, rakı içerken daha güzelsiniz. Rakınıza su olamam ne münasebet, ama bir gün susuz kalırsanız bu terk edilmişliğe sizi de beklerim. Yaşamın anlamını çözdüm artık efendim. Nice kitaplar okudum, nice filozofla öpüştüm gizlice herkes uyuyordu, ama hâlâ çorbayı içerken üstüme dökerim. Titreme… Evet, yaşamın anlamı titreme. Korkunca titrer insan, doğar titrer, âşık olur titrer, boşalır titrer, başarır titrer, yaşlanır titrer, ölür titrer… En sevdiğini toprağa gömer, sonra yeryüzü titrer. Bir titreme alıp getirir bizi, başka bir titreme çekip götürür. Bakmayın efendim böyle başkaldırır gibi konuştuğuma, aslında çağlar öncesinden başı ezilmiş zavallı bir titremeyim.

“Cehennem başkasıdır.” diyor, Sartre, siz ne diyorsunuz? Haklısınız, bize ne başkasının cehenneminden. Nasıl olsa yaratılmış her başkası bizim. Unutalım insanlığın meselelerini, hayvanların sorunlarına eğilelim biraz. Yiyelim, içelim onları, kurtaralım dertlerinden.  Geçerken göz ucuyla baktım mutfağınıza, her birinin cesedi var. Nasıl da korkusuzca yiyebiliyorsunuz hepsini birbirinden ayırmadan, günah değil mi? Sadece kuzular ölmeli oysa, yaşasın domuzlar! Acıktırmadım umarım, tok musunuz? Ben de tokum. Siz ömrümü yediniz, ben başınızın etini… Doyduk elhamdülillah. Zaten çok zamandır acıkmıyorum ki efendim, bir şey yediğim yok. En sevdiğim sofraları bile biraz daha uyuyabilmek için terk ettim. Sadece uyumak istiyorum, yarını bir kılıfına uydurmadan, düşlerin ışığını yakmadan uyumak… Ne dostlarımın sesini duyabiliyorum ne de kuşların, daha önce hiç duymadığım bir sessizliğin girdabına düşmüş gibiyim. Bir elim diğerine sitemkâr, parmaklarım birbirine küs, bacaklarım iki düşman… Öyle sıkıldım ki kendimden, bir aynayı kırıp cinayet işleyebilirim.

Nereye gidiyoruz efendim, bahçenizde neden mezarlık var? Bu kazma kürek neden? Elinizi çekmeyin, tutmak gibi bir niyetim yok. Korkmayın ellerinizi değil, en çok dirseğinizi sevdim. Şu ağacın altında oturalım mı, ayaklarım üşüyor, yürüyemiyorum. Buyurun siz de oturun lütfen, başımı dizinize yaslayayım biraz. Dizleriniz, somurtkan bir tabut gibi efendim, nevresimsiz ve karanlık… Sonsuza kadar dizlerinizde uyuyabilirim. Kollarım neden bu kadar güçsüz, göğsümdeki bu boşluk da neyin nesi? Tatlı tatlı kaşınıyor çocukluğum saçlarımda, saçlarımı okşar mısınız, beşiğimi özledim. Neden hiç konuşmuyorsunuz? Beni duyuyor musunuz, artık bir sesim yok sanki, nefes de alamıyorum. Nereye baksam ölülerin yüzleri var, karanlığın içinde daha büyük bir karanlık parlıyor. Çürük elma kokusu geliyor burnuma, burası neresi, burası uslu çocukların cenneti değil mi? Benim dünyam nerede, dizleriniz nerede efendim, neden kalktınız? Dokunamıyorum kendime, yardım edin. Bir çukurun taze serinliği okşuyor yanağımı. Kazma, kürek ve bu nemli sessizlik… Gömüyor musunuz beni, evet gömüyorsunuz, ama neden? Yalvarırım beni ölmeden önce gömmeyin. Öldüm mü yoksa? Daha öldürmediniz ki, nasıl ölebilirim? O kadar mı yavaş ısındı kalbiniz, aşkla dönerken öldüğümü fark edemedim. Kefenimi unuttunuz efendim, efendim? Duymuyorsunuz, duymayın. Gömün, üzerime daha hızlı savurun toprağı. Ölmek susmak demek değil ki, bir çakıl taşıyla sohbet ederken dimdik çürümeyi de bilirim. Gidiyor musunuz? Öldüğümü söylemeyin kimseye, nasılsa taşın ömrü ömrüme karışır. Gidin efendim, gidin. Sanmayın ki bütün uçurtmaları kopardınız çocuk gözlerimden, her mezar kendi terasını çiçeğinin kalbinde taşır.

FacebookTwitter
FacebookTwitter