YASAĞA ÇIKMA SOKAĞI – Melike Şenyüksel

FacebookTwitter

Vakitlerden bir cumartesi, ben takvimlerin yalancısıyım. Tuhaf zamanların birinden size el sallıyorum. Belki bir şişe içinde uzakça bir okyanusun kıyısına taşınır sözlerim, kim bilir. Ama şimdi biraz yürümeli.

Alper gönülsüz, evden çıkmadan önce bir dizi tedbir alıyoruz çünkü. Öyle başına buyruk yürümek nerede? Kısa bir yürüyüş için bunca hazırlık. Olsun, yine de çıktık.

Şubat denizi biraz kibirlidir, pek barındırmaz sizi kıyısında. Liman buz kesiyor yine. Martılar başımızın üzerinde cilveleşiyor, başka zamanlardan kalmış gibiler. İkimiz de barınaktaki kapalı çay bahçesini göz ucuyla süzüyoruz.

“Mayalar nasıl yok oldular peki”, diyorum ona, “Yok olmadılar ki”, diyor. “Sen bırak Mayaları da bize bak asıl. Ölmüşüz de ağlayanımız yok.”

Doğru. Bir zamanlar keyifle oturup çay içtiğimiz tahta masalar bir köşede istiflenmiş. Kalın naylonlarla camı çerçeveyi kapatmışlar. Yine de burnumu camın buz gibi soğuğuna dayayıp içeriyi görmeye çalışıyorum. Gözlerim sadece eski sobanın silüetini seçer gibi oluyor, o da yerini bildiğimden. Canım çokça sıkılıyor. Yüzümdeki maskenin üst dudağıma değdiği yerde hafif bir ıslaklık hissediyorum sonra. Değiştirmem lazım. Islanan maskeyi değiştirmeyi dert eden ben, camı naylonla kaplanmış bir balıkçı kahvesine niye bozuluyorum ki…

“Ne yapalım, tamam mı devam mı?”, diye soruyor Alper.

“Daha yeni çıktık. Biraz daha yürüyelim”, diyorum. Eve dönmek istemiyorum daha.

Soğuk eşliğinde taban tepmeye devam. Yürüdükçe kaybettiğimiz bir şeyleri buluruz belki. Camına devren satılık/kiralık ilanı yapıştırılmış bomboş birkaç dükkân daha geçiyoruz. Malum market zincirleri dışında kapısı işleyen yer yok gibi. Yanımızdan geçen üç beş kişiye bakıyorum dikkatle… Gözlerimizle yokluyoruz birbirimizi. Kılıfından çıkarılmayı bekleyen silahlar gibiyiz, soğuk ve gergin.

“Ne yani… Her an ağzından burnundan girip seni bitirebilecek bir virüs mü yaptı bütün bunları?” diyorum. Cevap vermiyor Alper. Yüzümdeki maskeye çarpıp geri dönüyor kirli nefesim. Korku nelere kadir… Neyse en azından soğuğu kesiyor, diyorum. Soluğu da kesiyor ama, diyor.

Epey ileriden bizi görüp karşı kaldırıma geçen genç adam, yolun bu tarafındaki insan yoğunluğundan ürkmüş olmalı. Yoğunluk dediğim de sen, ben, bizim oğlan.  Nasıl olduysa insan olmanın kendisi bile bir ürküntüye dönüştü şimdilerde. Hapşurana çok yaşa demek falan hak getire…

Bankalar caddesini adımlarken, bütün bu sessizlik iyiden iyiye canımı sıkıyor. Önceden Ödemiş köylüsü çok tatlı bir teyze olurdu tam burada. Bankadan kalan küçük boşluğa sokardı başını, kurardı tezgâhını.  Ne zaman uğrasam mutlaka kısa da olsa sohbet ederdik. Ege otları olurdu tezgâhında türlü çeşit; tere, kuzukulağı, radika… Tarif de verirdi hem; şöyle doğra, böyle pişir diye… Sevecen gözleri geliyor hatırıma, otları sanki okşayarak sarardı gazete kağıdına. Epeydir yerinde yok, umarım hala yaşıyordur.

“Bilmeden diyorum ne çok şeyle vedalaştık?”

Alper yine sessiz, sadece kafa sallıyor. Tat almıyor bu yürüyüşten, biliyorum. Ya ben, alıyor muyum sanki?

Eve döner dönmez uzun bir ayin başlayacak. Ayakkabılar dış kapı önünde bırakılacak. Üzerimizdeki montlar balkonda havalandırılacak. Maskeler dikkatle, bir poşetin içine konup ağzı bağlanacak ki virüs oradan kaçıp başımıza çorap örmesin. Eller sabunla uzun uzun yıkanacak, yetmez bir daha yıkanacak. Musluğa temasımızın izleri köpüklü sularla temizlenecek. Kapı koluna çamaşır suyu, koridora sirkeli su… Hah, marketten alınanlar silinecek daha! İki gündür bekliyorlar poşet içinde. Çok iş var, çok.

Her şey başladığında mart ayı ortasıydı sanırım. Mart mıydı? Tarih takvim hepsi birbirine karıştı artık. Hangi yıldı, ne zamandı; hangi yılın martı, hangi martın yılı hiç bilmiyorum. Sokağa çıkma yasağı dediler, bir anda evlere kapandık. Epey bir zaman sevdiklerimizin kapısını çalamadık. Oturup bekledik, çiçeklere su verdik. Ev temizledik, kafa ütüledik. İşi gücü, alışverişi hep uzaktan yapmanın yollarına baktık. Telden arabalar yaptık, oyalanmanın türlü yolunu icat ettik.

Bedenlerimiz silinmeye yüz tutmuş gölgeler gibi titrek, akıllarımız ölüm korkusuna yenik; en konforlusundan birer hücreye dönüşen evlerimizde yaşadık, günlerce hem de. Biter diye bekledik daha doğrusu.

Yanı başımızdan hızla bir ambulans geçiyor. Sanırım artık alıştık buna da. İlk zamanlar sokaklarda ambulans sesi duyuldu mu, evlerin iç sesleri bir anda kesilir, sokakta olup bitenler perde arkasından pür dikkat takip edilirdi.

“Yan binaya mı gelmiş, kime acaba?”

“Durumu kötü olmasa almaya gelmezler ambulansla, sen ellerini iyice yıkadın mı?”

Mutfağa bulaştık sonra, koca koca ekmekler pişmeye başladı ardından; yeni yeni modalar; tam tahıllı olacak ya da buğday. Sonra yüksek sesle “karakılçık, siyez”, dedi bir mutfak bilgesi. O mayayla olmaz, tepside de beklet, dedi bir diğeri. Kabaran ekmekle bir, biz de kabardık, övündük. Sudan geldik ama sanırım en çok karbonlusunu sevdik hidratın.

Çok acayip. Ben takvimlerin yalancısıyım. Tuhaf zamanların birinden size el sallıyorum sadece. Belki bir şişe içinde uzakça bir okyanusun kıyısına taşınır sözlerim, kim bilir. Ama şimdi biraz yürümeli. Alper’in eldivenli elini sıkıca tutuyorum. Pek konuşmasa da yanımda oluşu rahatlatıyor beni, içimi ısıtıyor.

Bir çocuğun yüzünde sıkışıp kalan gülümsemesi, maskesiyle bir çöpte… İnsanın insandan silinişine tanığız. Nasılsa hep beraber siliniyoruz diye mi bu suskunluk? Sarılmanın, dokunmanın unutulduğu yeni coğrafyalar inşa üzere… Suları çekilen küçük ölü denizler, sevincin eksildiği yere yeni kuleler…

Başımı çevirip göğe baktığım yerden iki martı bizi teğet geçiyor.

 

FacebookTwitter
FacebookTwitter