HİCRİ İZGÖREN “ÇIĞLIK” – SABİT KEMAL BAYILDIRAN

FacebookTwitter

ÇIĞLIK

Bana kanlı mühürler kaldı
0 tarih tacirinden
Uçurumlar, çığlıklar ve ölüm tarifleri

Bildiğim tüm masallardan topladım acılan
Bir karanfil gibi yakama iliştirdim
Yaşamak dedim adına sığınaklar emzirdim
Bütün sözcükleri yüzleştirdim ateşle
Anlatamadım günlerin cehennemini

Odalara kirli haberler taşınıyor durmadan
Acıya kurmuşlar sanki vericileri
Bütün sevinçler çarmıhta, hızla yaşlanıyor çocuklar
Bozguna uğramış aşk düşürmüş bayrağını
Geceler unutmuş sevişmeleri

Bana katliamlar kaldı
0 tarih tacirinden
Ağıtlar sürgünler ve muhbir suretleri

Bütün yenilgilerimi fitilliyorum şimdi
Ölüm boy veriyor artık
Düşlerimle suladığım topraklarımda
Gözlerine ayarladım tüm imgeleri
Tanrılara bulaştırmak için bu cinneti
Deliyorum âşkın ambargosunu
Yeniden yollara vuruyorum kendimi

Teninden soyunsun artık çığlıklar
Bakışlarına köprüledim uçurumları
Şimdiki zamana çekiyorum bütün fiilleri
Uyak olup düşüyorum dünyanın gözlerine
Taze bir çığlığım artık bu kontra mevsiminde
Herkesin biraz “faili” olduğu
“Meçhul’ bir cinayetim şimdi

(Ve Öteki, İstanbul 1995, s. 7)

“Çığlık” güzel ve derin bir şiir.
Bu şiiri güzel kılan birçok öğe var. “Çığlık” iki düzlemde okunabilecek bir şiir. Toplumsal ve bireysel. Türkiyeli okur, İzgören’in Siverekli olduğunu bilir; onun Kürt olduğunu da. Ama en önemlisi, Kürt sorununun yıllardır kanayan bir yara olduğunu da bilir; Kürt insanının kimliği yüzünden ne acılar çektiğini de. Bu şiiri, bu önbilgiler doğrultusunda çözümler, anlamlandırır. .
Saf şiirciler, bilindiği gibi, şiirin güncel konulara eğilmesinin yanlış olduğunu, olay unutulup gittiğinde şiirin çok değer yitireceğini savunurlar. Onlar, “evrensel izlekler” dedikleri aşk, ölüm, ayrılık, özlem, korku, sevinç… izleklerine eğilirler. İzgören, işlevci şiirden yana. Şiire toplumsal duyarlıkları dönüştürme görevi yüklüyor, bütün sosyalist gerçekçiler gibi. “Çığlık”ta da halkının acılarını dile getirmiş. Ama diyelim ki bu şiir başka bir dile çevrildiğinde, Kürt sorunundan habersiz bir okura da hitap edebilir. Çünkü şiirin izleği “acı” dır, yeryüzünün neresinde olursa olsun, acı çeken her insan bu şiirle özdeşleşebilir. Bu nedenledir ki, Kürt sorunu bir gün çözülürse, bu şiir yine de güncelliğini yitirmez. İnsanın acıları tükenmeyeceği için.
“Çığlık”ı güncelin tuzağından kurtaran ne? Her şeyden önce, şair, güncellikle ilgili olguları, şiire imgesel olarak aktarmış. Bu imgesellik “Çığlık”ı şiirsel kıldığı gibi, çağrışımlar yoluyla bizi güncele götürdüğü için tökezlemiyor.
Şiiri başarılı kılan bir öğe de “ben” zamirinin aynı zamanda “biz” anlamında, geçişken olarak kullanılmasıdır. Burada “ben” diyen, hem İzgören’dir, hem de onun halkı. Zaten, çığlık da halkının çığlığıdır. Şair, kendi ben’i ile halkının benliğini özdeşleştirmiş, onun sözcüsü konumuna koymuş kendisini.
İlk kıta, bir genelleme. Şair, halkının geçmişini çağrıştırıyor bize: Kanlı mühürler var onun tarihinde, egemenler fermanlarıyla bir halkın kanını dökmeyi emretmişlerdir hep. “Tarih tacirleri” sözüyle şair sömürgecileri işaret ediyor. Türk-Bizans Savaşlarında, Haçlı Savaşlarında, Osmanlı-İran savaşlarında, Birinci Dünya Savaşanda, Körfez Savaşında ve bugünkü Kirli Savaş’ta onun, halkının payına hep kan düşmüştür, ölüm tarifleri düşmüştür.
İkinci kıta bir geçmiş değerlendirmesidir. Halkı, acılar toplamıştır geçmişten bugüne kadar. Şiirin anahtar sözcüğü de acı. Şair, kitaplarına girmiş şiirlerinde acı’yı ve bu kökten türeyen acı-, acısız, acımasız sözcüklerini kırk sekiz kez kullanmış, ikisi “Çığlık”ta olmak üzere.
Şairin, içinde bulunduğu ortamdan bağımsız olması düşünülemez. Dış da-yatmalar şu ya da bu biçimde şiire yansır. 12 Eylül öncesi büyük kentlerde gezen ölüm korkusu o zamanın şiirine de yansımıştı. O dönemin şiirinde de “acı” çok sık rastlanan bir sözcüktü. Bu dönemin çok kullanılan sözcüklerinden biri de “kurşun”du. Her gün birkaç gencimizin kurşunlandığı bir ortamda, bu sözcüğün şiire yerleşmesi doğaldı. Güncele kapalı olan Necatigil bile “Serseri bir kurşun/ O kadar geniş bulvarda! Gelse seni bulsa ve yanında/ Kimse olmasa” diyerek “kurşun”u şiirine sokuyordu. İzgören’in de yaşadığı koşullar gereği “acı”yı kullanmaktan kaçınması beklenemez. Şairlerimizin çoğu büyük şehirlerde yaşadıkları için, 12 Eylül öncesi o korkuyu iliklerinde duyduklarından şiirlerine ‘acı’yı, ‘bomba’yı soktular. Ama Doğu’daki yangın, bir TV haberi diye algılandığı için, ‘ora’nın acısı şiirimize uzak kaldı. Bu acı’yı dillendiren ve onu şiirsel olarak aktaran en iyi şair olarak İzgören olmuştur.
Üçüncü kıta, bir durumun şiirsel betimlemesi. İnsanların ölmesinin, işkence görmesinin, sakat kalmasının sıradan bir TV haberi olmaktan öteye gitmediği, bütün duyarlıkların köreltildiği bir toplumda, cinnet “hızla yaşlanıyor çocuklar” imgesiyle etkili bir biçimde verilmiş. Çocukların yaşlanması, onları acıların erken olgunlaştırdığını (!) anlattığı gibi, toplumsal, ahlaki bir çöküşü de veriyor. İzgören, çözümün aşkta olduğunu vurgularken de görüşünü imgesel olarak veriyor.
Beşinci kıtada bütün bu duyarsızlıklara karşı şairin bireysel başkaldırısı dile getirilmiş. Bu da, sosyalist gerçekçi bir tavırdır: En kötü koşullarda bile, gelecek güzel günlere inanmak! Şairin, “aşkın ambargosunu” delmesi, sevgiye konulan yasakları kırma çabası, savaşsız bir dünyanın kurulabileceğine olan inancını gösteriyor. Yalnız burada, “aşkın ambargosu” yerine “aşk ambargosu” denseydi, belirli bir aşk yerine bütün aşkları anlatan, geniş ufuklu bir imge kurulmuş olurdu. İlginç bir yaklaşım da Tanrı’nın çoğul kullanımıdır. Şair, çoğul kullanımla, Mezopotamya’nın çok zengin dinsel geçmişine gönderme yapıyor. Yaşanan çılgınlık, Tanrı tarafından değil, ancak bütün tanrılar tarafından giderilebilecek büyüklüktedir.
Son kıtada, şair bir çağrıda bulunuyor. Çağrısı bütün dünyayadır: Bu acıyı durdurun! Son iki dize, bu acıdan herkesin sorumlu olduğunu vurgulayan, müthiş bir final! Bu dizeleri okuyup da kişinin “Bu acıda acaba benim payım ne kadar?” diye sormaması mümkün değil.
Sosyalist gerçekçilerin Üçüncü Kuşak’ı, şiirin işlevselliğini gereğinden fazla öne çıkarmıştı. 1970 sonrası, sendikalarda örgütlü işçilerin politize olmaları, şairleri ‘onlar’ın da anlayabileceği şiirler yazmaya itti. Politize olmuş gençlik, toplumu etkileyecek, ajite edici şiirler arıyordu.
“Çığlık”ı güncelin tuzağından kurtaran ne? Her şeyden önce, şair, güncellikle ilgili olguları, şiire imgesel olarak aktarmış. Bu imgesellik “Çığlık”ı şiirsel kıldığı gibi, çağrışımlar yoluyla bizi güncele götürdüğü için tökezlemiyor.
Sendikaların düzenlediği toplantılarda, ajitatif şiirler aranıyordu okunmak için. Elde Nâzım’dan başka şair yoktu. Nâzım’ın en iyi şiirleri değil, en ajitatif şiirleri okunuyordu. Üçüncü Kuşak, bu gereksinime cevap vermek için günceli şiirine bilinçlendirici bir öğe olarak soktu. Köyden kente gelip sendikalı olmuş bir işçiye ulaşmanın yolu, onun kulağında olan sesi, türküyü yeniden üretmekten geçiyordu. Böylece “acı türkücü”ler doğdu. Folklor baş tacı edildi. Her şair, kendi yöresinin türkülerini şiire sokmaya başladı. Karadenizli, kemençenin sesine özenirken, Doğulu sazın sesini yakalamaya çalıştı. O dönemde devlet televizyonu dışında bir kanal yoktu. Kitleler, o zaman bir araya gelebiliyor ve şairler şiirlerini kitlelere ulaştırmanın peşine düşmüşlerdi. Özkan Mert şiirlerinin “alanda toplanan 10.000 insana okunması”ndan çok mutlu olur. Amaç, şiirin geniş kitlelere ulaşması olunca, elbette estetik değerden önce, o şiirin “kolayca algılanabilmesi”, hemen tüketilebilmesi göz önüne almıyordu. Bu bakımdan da, “işçi sınıfının kulağına hoş gelecek folklorik biçimler, edalar, sesler şiire egemen olmuştu. Nâzım folklorik öğeleri dönüştürürken, onlar folkloru dönüştürmeden, yaşayan bir öğe olarak aldılar şiirlerine.
İzgören, Üçüncü Kuşak’ın, hem sürdürücülerinden, hem yenileyicilerinden olarak, folklor tuzağından tez kurtulur. Gerçi şair, ilk şiirlerinde ‘soydaş’ı Enver Gökçe, Ahmed Arif’in izinden gider. Onların deyişi, şiirsel yapıları, dize kuruşları İzgören’in şiirine sızar. Ustaları gibi folklora yaslanır: “Bir çeşmeden su içer gibi/ Bu yaz akşamına hele yar/ Bezenip toya gider gibi/ Serin bir imge ol gel/ Şiirime kat esmerliğini”. Bu dizelerin de ortaya koyduğu gibi, İzgören’in ilk ustası Enver Gökçe’nin bireşimi şiirinde ağır basıyor. Zaten ölümü ardından “Dokunup sonsuzluğun kilimine/ O berceste mısrayı/ Bir yıldız daha kaydı/ ‘Ölüm adın kalleş olsun” dizelerini yazarak ustasına saygısını belirtir. “Hasan Hüseyin’e Ağıt” şiirini yazan İzgören, Ahmed Arif üzerine bir şiir yazmamıştır. A. Kadir’e, Muhteşem Sunter’e, Abdülkadir Bulut’a, Turgut Uyar’a, Ruhi Su’ya, Metin Eloğlu’ya, Sabri Altınel’e, Edip Cansever’e, Ciğerxwin’e şiir adayan İzgören, “Ve aktığı için yenilmezdir su/ Ne derse odur/ Elbet bir bildiği var dağların/ Varsın aman vermez/ Yol vermez olsun” gibi Ahmed Arif tadında ve edasında dizeler, “Adiloş Bebe” benzeri “Önce Sevmeyi Öğreneceksin” gibi şiirler yazmasına rağmen, asıl ustası hakkında şiir yazmamıştır. Denilebilir ki, İzgören, bütün şiirlerinde Ahmed Arif’e ve Enver Gökçe’ye selam uçurmuştur. Kürt kimliğini reddetmeyen şairler içinde, bu iki şairden etkilenmeyen, şiire onların yolundan gitmeyen yok gibidir. Orhan Kotan “Gururla Bakıyorum Dünyâya”da Ahmed Arif’i izliyordu, şiirde de belli bir seviyeyi yakalayabiliyordu. Ama Kotan, ajiteyi öne çıkarma, kolay kavranabilir bir şiir adına şiirin seviyesini çokça düşürüyordu. Ayrıca Kotan, Ahmed Arif’ten yola çıktığıyla kalmıyor, “Nehir Destanı” şiirinde “Otuz Üç Kurşun “un benzerini yazmaya koyuluyordu. Kemal Burkay’ı izleyen şair yok gibi. Burkay, sosyalist gerçekçi olmasına rağmen, İkinci Yeni’den yola çıkıyordu, bu şiiri Kırk Kuşağı’nın şiiriyle besliyordu. Oysa İzgören, Ahmed Arif’ten yola çıkıp Edip Cansever, Turgut Uyar durağına uğruyor. Üçüncü Kuşak, İkinci Yeni’ye karşı “bir gerilla hareketi” olarak değerlendirmişti kendini. Şiir geleneğimizde köklü bir geçmişi olan imgeyi Birinci Yeni şiirden kovmuştu. İkinci Yeni, imgeyi baş tacı edip bireyselci bir şiir yazınca, Üçüncü Kuşak, bireyselciliğe tepki gösterirken, imgeyi de çokça dışladı. Oysa İzgören, sosyalist gerçekçileri usta bellerken, İkinci Yeni’nin imgeye getirdiği taze tadı reddetmedi. Ahmed Arif, Enver Gökçe etkisinden iyice sıyrılıp kendi sesini bulduğu kitabı “Bedeli Ödenmiştir” de imgeyi daha bir ustalıkla kullanmaya başladı.
İzgören, bir başka akrabası Hilmi Yavuz’un şiirini de iyice özümser. “Vakt irişir/ Ay gömülür” gibi dizeler; uzaktan uzağa Hilmi Yavuz’u çağrıştırır. Hilmi Yavuz’un dile yaklaşımı da İzgören’e yol gösterir. “Uzadıkça uzar anadilinden sürgün! Çocukların gurbeti” diyen şair, ilk kitabında “erek” gibi “öz Türkçe” sözcükler, kullanma yanlışlığına düşer. Oysa sonraki şiirinde “Aşkımıza zeylolsun” gibi arkaik söyleyişlere kayar. “Çığlık”ta da görüldüğü gibi, şair, öz Türkçe kaygısı gütmez.
O, sözcüğün kökenine değil, şiire oturup oturmadığına bakmaktadır artık. Şair, “ölürem” gibi yerel dil kullanmaktan “Bedeli Ödenmiştir”den itibaren kaçınır.
Birçok şairimiz, dil sorununu ge¬rekçe göstererek, eski şiirimizi tanımıyor, çoğu şiir trenine Nâzım’dan bu yana biniyor. İzgören, bu yanlışın farkında. Şeyh Galip’in “Bize hisse-i muhabbet dil-i pare pare düştü” dizesini “Kanayan bir imge düştü payıma” biçiminde dönüştürerek ve yeniden üreterek güncelleştirir. O, bu yaklaşımıyla Nâzım’ın yolundan gider.

Etle tırnak gibidir
Şiirle yaşam

diyen şairin, en büyük başarısı da hayatla imgelerini örtüştürebilmesidir. O, şiirinde “imge için imge” kurmaz; imgeyi insanı, hayatı, olguları çarpıcı bir biçimde vermek için kullanır.
İzgören’in imge için imgeden uzak olduğunu, imgelerinin hayatla örtüştüğünü söyledik. 0, sözcüklere düşünsel olduğu kadar, coşkusal anlamlar da yüklüyor. Böylece kuru, didaktik bir söylemin tuzağına düşmüyor.
Peki. nasıl kuruyor imgelerini İzgören?
Onun imge kurmasının temelinde kişileştirme, daha doğrusu soyut kavramları kişileştirirken somutlama yatıyor.
“Çığlık”ta ilk imge tarih taciridir. Burada şairin kurduğu ad tamlamasında tacir’e tamlanan olarak tarih’in verilmesiyle kurulmuş imge. Tarih, günlük dilde ticareti yapılan bir meta olarak anlatılmadığı için, İzgören somut bir varlığa (tacir) soyut bir kavramı (tarih) sattırarak somutlamayla kuruyor imgeyi. Ayrıca tarih tacirinin terekesine yine ‘bağdaşmaz kavramlar’ yerleştiriyor: Uçurumlar, çığlıklar, ölüm tarifleri, ağıtlar, sürgünler ve muhbir suretleri.
“Bildiğim tüm masallardan topladım acıları” dizesinde ise, acı gibi soyut bir kavramı “toplamak” eylemiyle anlatırken, yine soyutu somutluyor. Bu da çekilen acıların daha bir görünür kılınmasını sağlıyor. Bu yöntem, okurun acıyı iliğinde hissetmesine neden oluyor. Şairin iletisini bu biçimde verişi, okur ile şairin özdeşleşmesini de sağlıyor. Başka bir deyişle okur, şairin ruh dünyasına rahatça girebiliyor.
“Sığınaklar emzirdim” mecazıyla kişileştirme yapılırken, somutlamaya da başvurulmuş. Sığınak, istiareyle ‘bebek’e benzetilmiş. Doğal olarak şair (ya da halkı) ana konumuna düşmüştür. İzgören, bu yöntemiyle kaçışı da somutlamış oluyor. Çünkü acılar, sürgünler, kıyımlar karşısında bunalan bir halkın tek sığınağı kaçıştır. Bu da acıları türkülere dökmekle, olanları kadere bağlamakla… oluşur. Bu kaçıştan kurtulmak için şair ‘aşkın ambargosu’nu delecektir. Yani, edilgen durumdan etken duruma geçecektir. Bu, inceden inceye bir başkaldırıdır. Şair, “sığınaklar emzirdim” imgesinin ardından başka bir istiareyle sözcükleri kişileştiriyor ve sözcükleri ateşle yüzleş yüzleştirerek, yaşadığı yıkıcı acıyı bir kez daha vurgulayıp şiirini yoğunlaştırıyor. “Günlerin cehennemi” sözleriyle mecaza başvururken, bir önceki dizede geçen “ateş” ile “cehennem” arasında da çağrışım birliği sağlıyor. Böylece imgeler birbirleriyle geçişli ve yoğun kılınıyor, şiirin dokusu sıklaşıyor. Bu, onu gereksiz sözler kullanmaktan da alıkoymuş oluyor.
“Kirli haberler” tamlamasında “kirli” sıfatı mecaz olarak kullanılıyor. Batılıların ‘epiteton’ dedikleri bir anlatım yöntemidir bu. Kapıkulu şiirimizde, özellikle Cumhuriyet dönemi şiirinde en çok Attilâ İlhan’ın kullandığı bu yöntemde, adlara dilbilgisel ilintiler dışında, çağrışımı geniş, imgesel sıfatlar verilir. İzgören’in imgelerinin bir özelliği de okur tarafından kolaylıkla deşifre edilebilmesidir. Burada da “kirli haber” çok kolay deşifre edilebilmektedir. Sözgelimi İkinci Yeniciler içinde, Cemal Süreya’nın imgeleri okurca çok kolay algılanırken, Ece Ayhan’ın imgelerini deşifre etmek çok zordur.
“Acıya kurmuşlar sanki bütün vericileri” benzetmesi —ki benzetmeyi imge saymayanlar var— özellikle ‘sanki’ edatıyla kurularak imgeselleştirilmiştir; benzetmeyi imgeselleştiren bir başka öğe “acıya kurmak” mecazıdır. Yukarıda vurguladığımız imgelerin iç içe geçmişi burada da var. Bunu da “haber” ve “verici” sözcükleriyle sağlamış şair.
Şairin somutlama sevgisi “bütün sevinçler çarmıhta” imgesinde de kendisini gösteriyor. Sevinç bir yandan somutlanıyor, bir yandan kişileştiriliyor. Çarmıh, doğal olarak İsa Peygamberi çağrıştırıyor. Bu da, okurun, insanlara kurtuluş müjdesi veren, on-ları kardeşliğe çağıran İsa’ya işkence edenlerle zulmü yaratanları özdeşleştirmesini sağlıyor. “Hızla yaşlanıyor çocuklar” da karşıtlık kullanılarak oluşturulmuş imge. “Bozguna uğramış aşk düşürmüş bayrağını!/ Geceler unutmuş sevişmeleri” dizelerinde imgeler iç içe verilmiş. Aşk ve geceler kişileştirilmiş, bayrağı düşürmek mecazı yanında sevişmeleri sözcüğü hem gerçek, hem de mecaz anlamıyla kullanılarak tevriye yapılmıştır.
Türkçe somut bir dildir; şairler de sık sık somutlamaya başvururlar. İzgören de yenilgileri, ölümü, düşleri, çığlıkları hep somutluyor. Böylece yaşanan trajediyi içimizde hissediyoruz.
İzgören, birinci kıtayı, yapı yönünden dördüncü dizede yineliyor. Bu, Ahmed Arif ustasından aldığı bir yöntem ki, şiiri etkili kılıyor.
Şairin, kıtaları kurarken çoğu kez düştüğü plansızlık, bu şiirde giderilmiş. Okur, bir duyguya, bir sıra içinde sokuluyor. Ve şiir, iki çarpıcı dizeyle müthiş bir etki yaratarak bitiriliyor.
Üçüncü Kuşak, şiiri düşüncenin emrine vermekle çok suçlandı ve suçlanıyor. Oysa bir şiir damarı oluşurken belli aşamalardan geçiyor. Hangi büyük şairi kazırsanız, arkasında geçmiş bir birikimi görürsünüz. Ahmet Haşim gibi büyük bir şairi kazıdığınızda ardında Servet-i Fünun’u görürsünüz. Namık Kemâl gibi yalınkat ¬ kişileri kazımanız gerekmez; arkalarının boş olduğunu hemen fark edersiniz. Üçüncü Kuşak, arkasını bir şiire dayamadı; bir düşünceye dayadı. Bu bakımdan yalınkat kaldı. Hicri İzgören, sosyalist gerçekçilerin 40 Kuşağı’nı ve Üçüncü Kuşak’ını çok iyi tanıyor; onların içinden, ama onlara öykünmeden, İkinci Yeni’nin deneyimlerini sahiplenerek, özgün, çarpıcı bir şiire ulaşıyor. Ustası Ahmed Arifin lirizmini yakalayıp geçmişten güzel bir gelecek çıkarmaya çalışıyor. Akılla estetik coşku arasında güzel bir denge kuruyor. Hayatla örtüşen, okurun dünyasını zenginleştiren özgün imgeleri, Mezopotamya kültürüne yaslanarak, onu dönüştürüp yeniden üreten ve güzel kılan birikimi, halkına sahip çıkarken ulusçuluk ilkelliğine düşmeyen enternasyonalist bakış açısı bize kalıcı bir şiiri müjdeliyor.

FacebookTwitter
FacebookTwitter